Etiket arşivi: eğitim

Evde kriz yönetimi: “Çocuğunuzu konuşarak ikna edin!”

Çocuklarla ve çocuklarımla hiçbir zaman kavga etmem, sert tartışmalara girmem. Hayatı onlardan daha uzun süre yaşadım, daha fazla tecrübeye sahibim. Onlardan daha çok okudum, daha çok bilgi sahibiyim. Haklı olduğum konularda onları ikna edebileceğimi biliyorum. Genellikle çocuklardan kendimizi için bir şey istemiyoruz, onların geleceği için yeteneklerini geliştirmelerini ve iyi şeyler yapmalarını diliyoruz.

Onların yapmasını istediğimiz şeyler, onlar için iyi olduğunu düşündüğümüz şeyler.

Öyle olunca haklı olduğumuz bir konuda neden çocuklarımızı ikna etme yolunu seçmeyelim?

Çocuklara değer vermek, onların mantığını ve duygularını önemsemek eğitimde çok önemli.

Prof. Jurgen Habermas, çocuklarınızın mantığına hitap edin ve konuşarak onları ikna edin, der.

Sevgili Peygamberimiz (sav), eğitim hayatı boyunca ikna metodunu kullanmış. Hem onun öğrencilerinin büyük bir kısmı, eğitim çağını geçmiş kişilerdi. Onları ikna etti ve İslam davasını onlara kabul ettirdi.

Ebû Rafi (ra) başkasına ait hurma ağacını taşlıyordu. Peygamberimiz (sav), yanına yaklaştı. Neden hurma ağacını taşladığını sordu.

Karnım aç.

Peygamberimiz(sav) çocuğu azarlama, cezalandırma, tehdit yolunu seçmedi. Onun durumunu anladıktan sonra yol gösterici şu sözleri söyledi:

Evladım yere düşen hurmaları ye.

Sonra da onu dua etti:

Allah’ım bu çocuğu karnını doyur.”

Ebû Rafi, bir daha hiç açlık hissetmediğini anlatır.

Çocuklar yanlış bir şey yapabilir. Neticede çocuk. Büyüklere düşen onlara yol göstermek ve onları tatlı bir dille uyarmak, yaptıklarının niçin yanlış olduğunu açıklamak ve en önemlisi ne yapmaları gerektiğini anlatmak. Çocukları azarlama, dövme ve cezalandırma yoluna gitmemeliyiz.

Çocuk, duygularını yönetemediği için veya bilmediği için yanlış yapabilir. Böyle durumlarda sabırla hareket etmeli, çocuğa bilmediğini öğretmeli, tatlı bir dille nasıl davranması gerektiğini anlatmalıyız.

Çocukların makul isteklerini yerine getirmeliyiz. Haram olmayan ve yapabileceğimiz isteklerini yerine getirmek bize mutluluk vermeli.

Peygamber Efendimiz (sav), bir gün Osman bin Mazun’a(ra) gitmişti. Osman’ın yanında bir çocuk vardı ve onu öpüyordu. Peygamberimiz ona, çocuk senin mi, diye sordu. O da evet, dedi.

-Onu seviyor musun ey Osman?

-Vallahi evet, ya Resulellah, onu seviyorum.

-Ona olan sevgini artırayım mı?

-Evet, anam-babam sana feda olsun!

Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurdu:

Kim kendi neslinden küçük bir çocuğu razı ve memnun ederse Allah da kıyamet günü onu memnun ve razı eder. (Peygamber Efendimizin Sünnetinde Çocuk Eğitimi, s.371)

Geçen hafta hikâyesini anlattığım Ali Bey kahvaltı sırasında kızı Şeyma ile ilgili bir problemi dile getirdi ve şöyle dedi:

-Araba derdi var. Onun için hafta sonu çalışıyor. İlla da araba almak istiyor. İkide bir benim arabayı istiyor. İstekleri hiç bitmiyor.

Gülümsedim. Elimi dizine koydum.

-İyi, dedim. Çocuklarımızın bizden istekleri olması iyi. Bize işleri düşüyor demektir. Ağalık vermekle efelik vurmakla olur. Bu yaştan sonra efelik yapamayız. Ağalığı kimseye kaptırmamalıyız.

Gülüştük.

Kararlı bir sesle devam ettim:

-Çocuğumuzun bizden bir şey istemesi iyidir. O bizden bir şey ister. Yapabileceğimiz bir şeyse memnuniyetle yaparız. Onların mutlu olmalarını isteriz. Onların isteğini yerine getirirken biz de onlardan neleri istediğimizi söyleriz. Böylece karşılıklı taleplerimiz olur. Çocuğumuzun bize ihtiyacı olmazsa bize bağımlılığı kalmaz.

-Farklı bir bakış açısı, dedi Ali Bey.

Çocuğumuzu ve eşimizi eleştirmemeliyiz. Onları değiştirmek istiyorsak meziyetlerini bulmalı ve takdir etmeliyiz. Biz onların gözünde değerli isek bizim takdirlerimiz onları çok mutlu eder. Bizden takdir duymak için çaba sarf ederler. Böylece biz onları beğendikçe onlar bizim beğeneceğimiz şeyleri artırır. Eleştiri sevginin zehiridir. Aile fertleri arasındaki muhabbeti yok eder.

-Araba konusunda ne diyorsunuz? Bir arabası olsun mu?

-Önemli olan dersler ve 10 yıl sonra ulaşmak istediği hedef. Hedefe varmak için takip edeceği yol haritası çok mühim.

Şeyma’ya döndüm:

-Araban olsa derslerdeki başarın artar mı?

Kızcağız, hiç düşünmeden:

-Artar, deyiverdi.

-Nasıl artar?

İzah etmekte zorluk çekti ama mutlaka bir araba almak istediği belliydi. Arkadaşlarının arabası olmalıydı. O da arkadaşları arasındaki statüsünü korumak için bir araba almak istiyordu. Cumartesi-pazar günleri bir markette iş bulmuş, çalışıyordu.

-Bu konuda karar senin. Babanla anlaşmalısın. Senin yerinde olsam derslerime öncelik verir, sınıfın en iyisi olmak için çaba harcarım. Araba almayı okul bitimine ertelerdim. Arabanın birçok masrafı olur. Benzin parası, muayene ücretleri, trafik sigortası, kasko… Ayrıca araba bakım ister. Bunlar derslerindeki başarını olumsuz yönde etkileyebilir.

-Etkilemez.

-Tahmin ederim, modeli eski bir araba alacaksın.

Başıyla onayladı:

-Ben olsam parayı biriktirir okul bitiminde daha yeni bir araba alırdım. Hem masrafı az olur hem de az problem çıkarır ama bu konu benim için öncelikli bir konu değil. Siz karar verin.

Ali Bey’e döndüm. Elimi dizine vurdum:

-Aziz dostum, çocukların istekleri yapabileceğimiz şeylerse bundan mutluluk duyarak yapmalıyız. Haram ve günah olmayan isteklerine karşı çıkmamalıyız. Arabaya binmek günah değil. Günah olmayan konularda yasakçı olmayı tavsiye etmem. Çocuk çok ısrar ediyorsa alsın, senin için önemli olan şey ne ise onu iste. Arabayı alsın ama dini sohbetleri kaçırmasın ve sınıf birincisi olmak için yarışsın.

Netice:

1. Geleceğimiz olan çocuklarımıza doğru bir yol haritası çizmeliyiz.

2. Onların duygusal kararlar alabileceğini hesaba katmalı ve duygularını önemsemeliyiz.

3. Haram ve günah olmayan isteklerine karşı çıkmamalıyız.

4. Onlar bizden kendileri için bir şey isterken biz de onlardan yeteneklerini geliştirmeleri için daha düzenli çalışmalarını istemeliyiz. 5. Asıl gelecek olan ahrete hazırlanmalarını, namaz, oruç, doğruluk, dürüstlük, ilim öğrenmek, çalışkan olmak gibi erdemleri kazanmalarını tavsiye etmeliyiz.

Beyin Vitamini: Çocuklarımızın duygularını önemsemeli, tartışmalı konularda onları ikna yolunu seçmeliyiz. Olgunluk zaman ister, eğitim zaman alır, sabırlı olmayı gerektirir. Dr. Halit Ertuğrul’un Herkesin Öğretmeni Hz. Muhammed (sav), bendenizin En Sevilen Öğretmen Hz. Muhammed(sav) isimli Nesil yayınları arasında çıkan kitapları tavsiye ederim. İletişim: 444 24 14; www.kitapyurdu.com

Ali Erkan Kavaklı / moralhaber.net

Geleceğin Yıldızları

O, yerdeki yıldızlarla meşguldü. Göktekiler yüksekte olsalar da, önemli olan yerdekileri yüceltmek değil miydi?

Kırpılıp kırpılıp yere atılan, çöp yığınları haline getirilmeye çalışılan bu yıldızlara yazık oluyordu, yazık!..

Anne ve babalar adeta yalvarıyordu: “Hocam, ne olur kurtarın evlatlarımızı, onların ellerinden de, gönüllerinden de tutun. Kur’anla tanıştırın, İslâmla barıştırın. Biz başa çıkamıyoruz, bari siz eğitin…” Mânevî değerlerden yoksun bir gençliğin geleceğimiz adına ne felaketlerin habercisi olduklarını görmemesi mümkün müydü? Hey!.. Edipler, eğitimciler, öğretmenler!

Âciz kalan, çaresizliğini haykıran bu insanlara ne demeliydi acaba?

Hangi sistemin, hangi zor şartların boyunduruğu altında olduğunun farkındaydı. Çareler tükenmezdi asla…Doksan dokuz pencere kapalı olsa da, yüzüncü pencereden giren bir güneş gibi ısıtabilirdi gönülleri, okşayabilirdi yüzleri.

Herkes görevini yapıyordu. Onun misyonu çok başkaydı. Gönüller fethetmek, kıtalar fethetmekten zordu belki, ama olsun. Değil mi ki, İlâhî yansımanın akisleri orada kendini gösteriyordu. Rahmet esintileri, o kıyılardan eserek okşuyordu duygularını. Mevlânalar, Yunuslar, Bediüzzamanlar hep oraya talip olmuşlardı. Cisimlerden önce kalplerin fethi gerekiyordu. Öteden beri yaptığı iş bu değil miydi zaten? Öyle ise tasalanmaya ne gerek? Mülkün sahibi vardı işleyip süsleyen, gönülleri Esmanın nakşıyla evirip çeviren. Ve kendisine yönelen kalpleri hidayet üzere sabitleyip rotasını rızaya ve Cennet’e endeksleyen sonsuz kudret, nihayetsiz rahmet, engin bir şefkat sahibinin emir ve iradesiyle işler yürümüyor muydu?

Ruhları karartan, gönülleri bunaltan menhus zihniyetin çirkin yüzünü görememiş, Süfyanizmin kâbus gibi çöken kara bulutlarının farkına varamamış, iyi ile kötüyü, şer ile hayrı, tahrip ile tamiri, siyah ile beyazı birbirinden ayırt edememiş olabilirlerdi.

Bunlar yerdeki yıldızlardı. Geleceğin yıldızları… Hakk’ın hâkimiyetini kuracak, küfrün kalelerini bir bir yıkacak, gönüller ülkesinin fatihleriydiler. Ama Fatihler kolay yetişmiyordu. Önce akideleri, inançları sağlam olmalıydı. Peygamber ahlâkı öncülük etmeliydi onlara. Sünnetin hayatla, hayatın Sünnetle bağdaşması, kaynaşması ve anlaşması gerekiyordu. Ki; taze fidanlar savrulmasın kasırgalarla, zihinler bunalmasın Şeytan ruhluların üfürmesiyle, inançlar sarsılmasın şirk ve küfrün fısıltılarıyla…

Üzülmemek elde değildi. Baksanıza hâla, belli gün ve haftalarda aynı teraneler, ithamlar, uyduruk masallar, hayali uydurmalar, suçlamalar, ve de asılsız, boş, sıkıcı bir sürü laf ve bilgi kirliliği…Yok kara çarşaflar yırtıldı (!), örümcek kafalılar temizlendi (!) , şuralar kapatıldı, bunlar hayata geçirildi, bilmem daha ne herzeler!..

Milleti ve milletin inançlarını, kutsallarını, köklü mazisini, haşmetli tarihini, mânevî değerlerini yok sayarak nereye varılabildi ki, bundan sonra da varılabilsin.

“Havamızı kirletmeyin, tarihe iftira etmeyin, olayları saptırmayın, insanların haklarına saygılı olun, inançsızlıklarınızı inançlara hakaretle sergilemeyin, dürüst olun, hakperest olun, yanıltmayın, yalan söyleyip iftira etmeyin. Birilerini yüceltme adına birilerini karalamayın, tarihi doğru okuyun, doğru okutun. Allah aşkına; yağcılık, yaltakçılık yapmayın. Doğruları haykıramıyorsanız bile, bari susun. Susun ki; melekler sizi müfteri, yalancı, riyakâr ve ayrılıkçı olarak kayda geçmesin!” diye tam haykıracakken, birden bir ses: “Sen işine bak, onlar işini yapıyor… Zamanı gelince… Sen şimdi gönüller fethine dön, patlamaya ve tahribe hazır mayınları ayıkla, bilgi kirliliğini temizle ve görevine devam et!..”

Kulaklarında o ses yeniden yankılandı:”Allah için yavrularımızı kurtarın, onları manen ve ahlâken öldürmek isteyenlere fırsat vermeyin. Zamanın cazibedar fitnelerine karşı iman hakikatlarıyla onları korumaya alın. Alevleri göklere yükselen, evlatlarımızın da içinde bulunduğu yangını söndürün, lütfen söndürün, ne olur Allah rızası için, Peygamber aşkı için söndürün!”

Gözünü sonsuz ufka dikmiş, derin düşüncelere dalmıştı. Parmakların kalktığını gördü.

Hocam, anlattıklarınızı özetleyeyim mi?”

Elbtte evlâdım, buyur, dinliyorum

İman, bir çeşit Cennet Tûbâsının çekirdeğini taşıyor. Küfür ise mânevî bir Cehennem Zakkumunun tohumunu saklıyor, barındırıyor. Demek ki, selâmet ve emniyet/güven, sadece İslâmiyette ve imandadır. Öyle ise biz dâima, İslâm dinini ve mükemmel imanı ihsan ettiği için Allah’a hamd olsun, demeliyiz.”

“Teşekkür ederim. Çok güzel ifade ettin evlâdım. İnancım ve kanaatim odur ki; Yerdeki yıldızlar nurlanacak, yükselecek ve geleceğin yolunu aydınlatacak inşallah…”

Nurlu rehber ve şaşmaz önderimiz olan Peygamberimiz (s.a.v) için çek bir salavât:

“Allahümme Salli alâ Seyyidina Muhammadin ve alâ âli Seyyidina Muhammed.”

 İsmail Aksoy

Osmanlı’da Modern Yüksek Öğretim Nasıldı?

Fenler evi manâsına gelen Dârülfünûn, Tanzimat döneminde (1839-1876) medrese dışında yeni bir yüksek öğretim müessesesinin kurulması düşüncesinin ürünüydü. Mânidar bir şekilde Dârülfünûn denilmesinden anlaşılacağı üzere, Şeyhülislâmlık makamına bağlı medreselerden oldukça farklı bir zihniyeti temsil ediyordu. Medreselerle Dârülfünûn arasındaki en önemli ayrım, medreselerde fen bilimleri ile dinî ilimlerin birlikte öğretilmesiydi.

Fatih Sultan Mehmed döneminde açılan Sahn-ı Seman Medresesi ve ardından kurulan Süleymaniye Medreselerinde astronomiden tıbba farklı sahalarda ilimler okutulmuş; ancak bugünkü mânâda akademik unvanlar, bölümler, kürsüler kurulmamış ve yayın yapılmamıştı. Bu yönüyle Osmanlı’da yüksek öğretim, 15. asır ortalarında başlar; fakat günümüz üniversitelerine benzeyen yüksek öğrenim, Dârülfünûn’un açılmasıyla başlamıştır denebilir.

19. asırda müşahede (gözlem) ve ispata dayalı (müspet) bilimlere “fen” deniliyordu. Yani içinde ulûm (dinî ilimler) olmayacaktı. Medrese ise, ulûm ve fünûn demekti. Dârülfünûn’da kalbin ve aklın tatmin edilmesinden bahsedilmiyor; sadece görünür, tatbiki, aklî ve fennî olana atıf yapılıyordu. Burası bir Darülhadîs (hadîs ilmi okutulan yer) bir Darülkurra (Kur’ân ilmi okutulan yer) değildi.

Osmanlı tarihinde Sultan 1. Abdülmecid’in zamanında Gülhane’de Tanzimat Fermanı’nın okunmasıyla (Kasım 1839) başlayan Tanzimat döneminde, hukukta olduğu gibi eğitim sisteminde de köklü ıslahatlar yapıldı. Osmanlı eğitim teşkilâtı bugünkü gibi ilk, orta ve yüksek olarak yeniden yapılandırıldı. Meclis-i Maarif-i Umumiye’nin plânına göre, yeni kurulacak yüksek öğrenim kurumlarının gayesi, bilgi ve ahlâkça mükemmel olmayı hedefleyen, bütün fenleri okumaya hevesli ve devlet dairelerinde çalışmak isteyen herkese gerekli bilgileri sağlayacak bir müessese tesis etmek ve kafaların aydınlanmasını sağlamaktır. Bütün masrafların devlet tarafından karşılanacağı, talebelerin gece-gündüz barınıp çalışabileceği Dârülfünûn’un binası, Ayasofya Camii yakınında üç katlı, 125 odalı olarak İtalyan mimar Fossati’ye projelendirilmiş ve 1865’te bitirilmiştir. Fakat bu bina büyük geldiği için Maliye Nezareti’ne verilmiş ve Çemberlitaş’taki Nuri Paşa Konağı’nda ders başı yapılmıştır.

Peki, bu ilk üniversitemizin eğitim dili, müfredatı ve öğretim kadrosu nasıldı? Eğitim dilinin Türkçe olması benimsenmiş; ancak yabancı hoca mecburiyeti olan derslerin Fransızca verilmesi uygun görülmüştü. Bir müddet sonra (1876) yürürlüğe giren ve Fransa, Prusya, Belçika anayasalarından da esinlenerek hukuk komisyonunun hazırladığı ilk Osmanlı anayasasında öğrenim dili Türkçe olarak belirtilmiştir. Ders kitaplarının hazırlanması için “Encümen-i Dâniş” adıyla bir kurul oluşturulsa da, kitapların çoğu Avrupa’dan getirilmiştir. Daha sonraki yıllarda ise ders kitabı ihtiyacı, tercüme eserler yoluyla karşılanmıştır.

Ahmet Cevdet Paşa’nın da içinde bulunduğu Encümen-i Dâniş, maârif alanında yapılacak ıslahat ve yeniliklere yol göstermek, ilmî araştırmaları teşvik etmek için 1851’de danışma kurulu olarak kurulmuştu. Osmanlı tarihini yazan J. Von Hammer, Türkçe-İngilizce, İngilizce-Türkçe sözlükleri yazan James Redhouse bu kurulun üyeliğine seçilmişti.

Dârülfünun’da Hikmet ve Edebiyat Fakültesi, Ulûmu Tabiîye Fakültesi ve Riyaziyat Fakültesi adıyla üç fakülte kurulmuştu. Temel dersler fizik, kimya, matematik, felsefe, tarih ve coğrafya idi. 19. asırda Avrupa’da olduğu gibi bu dersler umuma açıktı. Bu şekliyle 13 Ocak 1863’te dersler başladığında büyük ilgi görmüştü. İbrahim Edhem nezaretinde kimyager Derviş Paşa’nın fizik ve kimyaya dâir adıyla verdiği ilk ders büyük bir yankı uyandırmıştı. Mecmua-yı Fünûn’un yazdığına göre, dinlemeye gelenler yer bulamayıp dışarıda kalmış, hele Derviş Paşa’nın elektrik deneyleri hayret uyandırmıştı.

Nuri Paşa Konağı’nın yanması üzerine Dârül­fünûn, Divanyolu’nda günümüzde Basın Müzesi olarak kullanılan binada eğitime devam etti. Son yıl tamamen bitirme tezi olmak üzere, dört yıllık bir okul olan üniversitede, her ne kadar Fransız materyalist felsefesi hâkim olsa, Lâtince, Roma Hukuku, Fransız Medenî Hukuku okutulsa da, bunun yanında Arapça, Farsça ve İslâm Hukuku da okutulmuştur. Siyasî çalkantıların ve döneme damgasını vurmuş iç ve dış gelişmelerin tesirinin görüldüğü bu devirde, din ilimlerinin eklenmesi, Doğu-Batı sentezi yapılmaya çalışıldığının da açık bir göstergesi olarak okunmalıdır. O dönem Batı’da en yaygın akımlar olan Hümanizm ve Pozitivizm’in bütün başucu kitaplarının sipariş edildiği ve edebiyatın bile Servet-i Fünûn olarak tavsif edildiği hatırlanırsa, bu derslerin müfredata girmesinin kolay olmadığı anlaşılır. 1900 yılına gelindiğinde üniversitenin adı “Dârülfünûn-u Osmanî” olmuş ve bir İlahiyat Fakültesi (Ulûm-u Âliye-yi Dîniye ) de eklenmiştir.

Tanzimat döneminde doğmuş olan Osmanlılık ideolojisi (din, dil, ırk farkı olmaksızın herkesin eşitliği) doğrultusunda, meselâ 1. sınıf Fransızca dersine Konstantini Efendi, resim dersine Mösyö Giz, daha sonra yine Fransızca dersine, Maarif Meclisi üyesi Jan Aristoklas Efendi girebiliyor ve bu durum yadırganmıyordu. Açılış yılında başvurular ümit verici gözükmüş, 1.000 başvuru içinden 450 kişi bir giriş imtihanından sonra alınmıştı. Bu kişilerin çoğu medrese talebesi idi.

Dönemin Maarif Vekili Safvet Paşa, Osmanlı tarihinin ilk iki yüzyılında bilim ve fen adamlarına gösterilen himaye, saygı ve teşvik, iki yüzyıl daha sürdürülmüş olsaydı, Avrupa’nın uygar milletleriyle münasebet kurulur, bu milletlerin ilerleme hızıyla baş başa gidilir ve netice olarak ülke bugünkünden çok farklı olurdu, demiştir.

12 yıl Osmanlı’nın Paris Sefareti’nin sefirlik imamlığını da yapan, Batı bilimlerine âşina ve Batı materyalizminin tesirinde kalan Dârülfünûn Rektörü Hoca Tahsin Efendi’nin, halk arasında “Gavur Tahsin” olarak anılmaya başlanması, Cemaleddin Afganî’nin okulda verdiği bir derste, “Peygamberliği bir sanat, Peygamberimiz’i de (sallallahü aleyhi ve sellem) bir sanatçı olarak zikretmesi”, şeyhülislâmlığın sert tepkisine sebep olmuş ve Dârülfünûn’u tartışılır hâle getirmiştir.

Bütün bu tartışmalar yaşanmış olsa da, Dârül­fünûn’un kökleşememesinin önemli sebeplerden biri, mâlî kaynakların yetersizliğidir. Osmanlı Dev­leti’nin 1875’te dış borçlardan dolayı mâlî iflâsını ilân ettiği (Muharrem Kararnamesi) hatırlanırsa, talebe harçları, vakıf ve devlet yardımlarıyla ayakta durması plânlanan ve geniş halk kitlelerinin desteğinden mahrum bir müessesenin gerektiği şekilde gelişemeyeceği açıktır. 19. asır sonlarından itibaren Sanayi-i Nefise (güzel sanatlar), Baytar Okulu, Maden Mektebi, Dârülmuallim (öğretmen okulu) gibi birbirinden bağımsız çok sayıda yüksekokulun açılması da Dârülfünûnun önemini azaltmıştır.

Bediüzzaman’ın Eski Said döneminde önemli bir isim olarak gördüğü Dârülfünûn’un Rektörü Hoca Tahsin Efendi, abartılı tenkitlere uğramıştı. Onun şahsî yanlışları koca bir müessesenin karalanmasına sebep oluyordu. Hâlbuki Dârülfünûn bu millete lâzımdı ve şahsî hataların önemli bir müesseseye mâl edilmemesi gerekiyordu.

Dârülfünûn’un kendisinden beklenen fonksiyonu icra edememesinin ana sebebi ilgisizlik, sahiplenmeme ve kaynak yetersizliği idi. Meseleyi din ilimleri-fen ilimleri tartışmasına döndürmek oldukça yersiz bir ithamdır ve konuyu açıklamaktan uzaktır. Avrupa ile aramızdaki mesafeyi kapatmaya çalışan bir müessese, maalesef çok verimli bir şekilde çalıştırılamamıştır. 1900 yılında şimdiki İstanbul Üniversitesi’nin merkez binasındaki Dârulfünûn-u Osmanî’nin kurulmasına kadar kesintili bir eğitim vermiştir.

Cumhuriyet döneminde Dârülfünûn kapatılmış ve yerine İstanbul Üniversitesi açılmıştır. Özerk olan yapısı değiştirilmiş ve rektör ataması Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlanmıştır. Türk yüksek öğrenim tarihini “1933 Üniversite Reformu” adı verilen kanunla başlatıp, o yıl Dârülfünûn’un kapatılmasını sanki bir bayrammışçasına ele almak, akıl ve izandan uzak bir yaklaşımdır. Birçok hususta olduğu gibi bu konuda da “öncesi yokmuş” gibi davranma ve sanki bir günde, bir gecede müesseseler tesis edilip hemen meyveleri alınıyormuş gibi bir intiba uyandırma, en azından gerçeklere uygun, ilmî ve ahlâkî bir duruş değildir.

Muhammed Aksoy / Sızıntı

Esnaflara İşyerlerinde Kur’an-ı Kerim Öğretildi!

Gölbaşı Müftülüğü kapsamında yürütülen Camii dışında Kur’an-ı Kerim öğreniyorum projesi ilk meyvelerini verdi. Proje kapsamında işyerlerinde Kutsal kitabımızı öğrenen 160 Kursiyer sertifakalarını aldı.

Törene Gölbaşı Kaymakamı Ali Edip Budan, Belediye Başkanı, Yusuf Özdemir , İl Müftüsü Ali Öztürkçü ile yetkililer katıldı.

Törende konuşan İlçe müftüsü Mehmet Taştan “Biz müftülük olarak camiiye gelemeyen, camiye küstürülen yada işi dolayısı ile meşgul olan insanalrın ayağına giderek Kur’an-ı öğretmek istedik. Projemizin devamı ile daha çok insana kutsal Kitabımızı öğreteceğiz” dedi.

Proje kapsamında en iyi Kur’an-ı Kerim okuyan 3 kişi çeyrek altın ile ödüllendirildi.

‘Allah Yakar’ ifadesi, çocuğun hayatında derin izler bırakıyor!

Hataya düşen çocuğa ‘Allah yakar’ demek, hem çocuk fıtratına hem de Allah’ın merhametine uymuyor!

Çocuğun din eğitiminde doğru zamanda doğru bilginin verilmesi oldukça önemli. Zira Peygamber Efendimiz (sas) “Çocuk konuşmaya başladığında tabii olarak önce anne-baba der. İradî olarak söyleyeceği ilk söz ise ‘Allah’ olmalı.” buyuruyor.

Hatta bir seferinde Abdülmuttalip oğullarından bir çocuğa konuşmaya başladığında, “Her türlü hamd O Allah’a mahsustur ki, asla evlad edinmemiştir.” deyip İsra Sûresi’ndeki ‘Hakimiyetinde hiçbir ortağı yoktur. Acze düşüp de bir desteğe muhtaç olmamıştır.’ ayetini yedi defa okutarak talim ettirmiş, tekbir getirerek Allah’ın büyüklüğünü ilan etmesini istemişti.

Uzman psikolog Farika Teymur Artır da çocuklarda Allah inancı temelinin 3 yaşında atıldığını belirtiyor. Artır, kavramları öğrenmeye başladığı bu dönemde ebeveynin çocuğa yaklaşımının dikkatli olması gerektiğini söylüyor. Psikolog Belkıs Ertürk ise küçük yaşta bir çocuğa ‘Allah yakar’ ifadesini kullanmanın, çocuğu korkutan ve Allah’a karşı ürkerek yaklaşmasını tetikleyen bir davranış olduğunu belirtiyor. Zira aile yeni şeyler öğretme telaşındayken, farkında olmadan çocukta suçluluk duygusunun erken dönemde başlamasına sebebiyet verebiliyor.

Ertürk, “Babanın çocuğa çok sert bir disiplinle dini motifleri aktarması ve dinin öğretilmesini disiplinle eşdeğer tutması Allah fikrini çocukta ‘sert, cezalandıran ve aşırı yasakçı bir otorite’ olarak yerleştirebilir.” diyor. Ebeveynin çocuğa din eğitimi verme sürecinde çocuğun gelişim basamaklarının ve geçirdiği bilişsel sürecin önemli olduğunun altını çizen İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Yard. Doç. Dr. Mehmet Atalay, tehdit duygusuyla hareket eden çocuğun davranışlarını içselleştiremeyeceğini belirtiyor. Atalay, “Çocuğun somut düşündüğü evrede bu gibi ifadelerle karşılaşması, her davranışını Allah’ın cezalandıracağını hatta küçük yaramazlıklarını bile Allah’ın affetmeyeceğini düşünebilir.” diyor.

PEYGAMBER KISSALARI İLE EĞİTİM DAHA KALICI

İlahiyatçı Mehmet Atalay, çocuğa din eğitimi verilirken öncelikle temel değerlerin öğretilmesi gerektiğini belirterek “Bu değerler özellikle kıssalar yoluyla tanıtılmalıdır.” diyor. Herhangi bir dinî hikâyenin çocukların dikkatini daha başlangıç safhasında yakalayacağını vurgulayan Atalay, hikâye bitene dek çocuklarda dikkat kaybının olmayacağını belirtiyor.

Mehmet Atalay, Peygamber kıssalarının bu bağlamda isabetli bir başlangıç olacağına işaret ediyor. Belkıs Ertürk de dinî eğitimde peygamber hayatlarının örnek teşkil edebileceğini ifade ediyor. Bu konuda en iyi örneğin Efendimiz’in çocuklarla kurduğu bağ olduğunu söylüyor.

Ertürk, Peygamber Efendimiz’in çocukların mescitte koşturmalarına izin verip, onları herhangi bir şekilde incitecek bir ifade kullanmadığına dikkat çekiyor. Bu ilişkiyi ise şöyle anlatıyor: “Çocuğun dilinden anlayan, içinde bulunduğu ortamı sevmesini sağlayan bu yöntemle çocuk, oynayarak Allah’ı tanıyor ve ibadetlere yaklaşıyor. Böylece çocuk da kendisine bu şahsiyetleri örnek alarak ve yaşayarak öğreniyor.”

diyanethaber.com.tr