Etiket arşivi: ismail aksoy

Kalb

Evet, şu kâinatta insan bir fihriste-i câmia olduğundan, insanın kalbi binler âlemin harita-i ma’neviyesi hükmündedir.( Bediüzzaman, Telvîhât-ı Tis’a)

Bilimsel araştırmalar gösteriyor ki kalp, kan pompalayan bir organdan çok daha farklı fonksiyonlara sahiptir.  İnsan vücudunda en güçlü ritmik elektromanyetik alan kalbe aittir.

kalp ve allah - animasyon insanYapılan araştırmalarda Kalbe gelen sinyallerin düzenli ve devamlı  olmasının önemi vurgulanmaktadır. Halimizin, taşıdığımız duyguların  ve davranışlarımızın kalbe tesiri kaçınılmazdır. Öfke, ümitsizlik, panik gibi hisler kalp atışlarında düzensizliğe sebep oluyor.  Allah ile bağlantımızı koparan her şey kalp için problemdir. Kalpte sıkıntıya sebep olan haller pek çoktur. Çok konuşma, çok uyuma, çok kazanma hırsı, kıskançlık, nefret, kin, kibir, su-i zan, dünyevî meşguliyetlerin çokluğu ve  dert edinilmesi gibi hususlar kalbi etkilemekte ve mânevî imkişâfına engel olmaktadır.  Bunlar kalbin manevi hastalıklarıdır. Kabin tasaffi ve arınması  için bu kötü hasletlerden uzaklaşılması gerekir.

İnsan bedeninde ”kalb, rûh, sır, hafî, ahfâ” denilen mânevî latifeler vardır. Bu latifelerin tamamı ‘kalb’ ekseninde bulunmakta ve onunla  ifade edilmektedir. ‘İnsanın kalbi’ dediğimizde, bu latifeler kastedilir.

Âlemde var olan her şeyin insanda karşılığı vardır. Meselâ; âlemde ”Levh-iMahfûz” var, insanda ”hâfıza” vardır. Âlemde ”Ay”, insanda ”akıl”; bir başka ifade ile, âlemde ”Arş” var, insanda ”kalb” vardır. Kalb ile aklın muvâzenesi yapılırsa, Arş ile Kürsî, veya Güneş ile Ay gibi değerlendirilir. Çünkü akılda bağımsız bir idrak kabiliyeti yoktur. Akıl, nurunu kalbin ziyasından alır. Yani bir başka ifade ile, insan kalbi Arş’a benzer, akıl ise Kürsî’ye. Zaten emirler Arş’tan Kürsî’ye inmektedir. Kürsî, Arşla varlıklar arasında bir köprü görevi yapmaktadır. Tecelliyât  Arş’da gerçekleşmektedir. Tıpkı Güneşin ziyasının kendisinden olması ve Ay’ın nurunu ondan alması gibi. Kalb de doğrudan doğruya İlâhî ilhamlara mazhar olurken, akıl da dersini ondan almaktadır.

İnsan bu âlemin kapsamlı bir fihristesidir. Yani maddeten binlerce âlemin özüdür,  özetidir. İnsan kalbi de binlerce âlemin mânevî haritası, navigasyon cihazıdır. Âlemde tecelli eden binbir isim, aynı anda kalb üzerinde de tecellisini göstermektedir.

Madem insan hem kâinata fihriste, hem de binbir İlâhî ismin tecelli yeridir. Böylesine mükemmel ve donanımlı bir cihazın çalıştırılması, işletilmesi, fonksiyonlarının tam ve mükemmel bir biçimde harekete geçirilmesi gerekir ki, bir ayna ve tecelligâh olduğunun farkına varsın.

İnsan kalbi, sonsuz hakikatların mazharı, medarı, çekirdeği olabilecek kabiliyette yaratılmıştır. Kalb cüzdanında bulunan on letâif inkişâf ettirilse, enfüsî ve âfâkî dairelerde tecellî eden bin bir isim ve sıfat-ı İlâhiyeyi anlayabilir, keşfedebilir, tartabilir. Tasavvuf ehlinin yazdıkları kitaplarda bu dünyanın sırlarını görmek mümkündür.

Cenâb-ı Hak, on tane cihazı kalbe yerleştirmiştir. Bunlar; ”kalb, rûh, sır, hafî, ahfâ, nefis” ve insan bedeninde bulunan ”su, hava, toprak ve nûr” denilen dört unsurdan o unsura münâsip bir latife-i insaniyedir. Bunlar mülk âlemine, beşi de (kalb, rûh, sır, hafî, ahfâ) Melekût âlemine bakar.

Kalbin on letâifini inkişâf ettiren bir mü’min, bu on cihazla imkân âlemini aşarak, mâsivâyı (Allah’tan gayri her şey) terke muvaffak olur. Ve bu âlemin arkasındaki âlem-i vücûba ulaşır, tecelliyâtı seyreder. Kalbi tam anlamıyla gelişmiş Nebîler, asfiyâ ve evliyâ kesimi Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâ-kemâl-i İlâhsiî ile müşerref olmuşlardır.

İnsanın mahiyetine konulan ve bütün âlemleri açacak olan cihazâtın gayesine uygun bir tarzda  çalıştırılması ve geliştirilmesi halinde, hem âlem-i imkân, hem de âlem-i vücûb birden açılır. Aksi takdirde bütün âlem kapalı kalır.

Çekirdek mahiyetinde olan kalb, ”iman, İslâm ve ubûdiyyet” le çalıştırılsa, hem âlem-i vücûbun keşfine erişir, hem de Cennet gibi bâkî bir meyve verir.

”Ubûdiyyet toprağı” altında, ”imân ziyâsı”yla, ”İslâmiyet suyu”yla, ”kelime-i tevhîdin nesîmi”yle buluşan kalb, gerçek gayesini, vazifesini ve mahiyetini anlamış/kavramış olur.

Bu hakîkatı; Gavs-ı Geylânî, İmâm-ı Rabbânî, Bediüzzaman gibi zatlar eserlerinde ve hallerinde isbat etmişlerdir.

”Lâ ilâhe illellah” kelimesi, kalbi harekete geçiren bir başlangıçtır. Bir kısım kudsî kelimeler de anahtar görevi ifa ederler.

Bediüzzaman Hazretlerinin ve mesleğinin evrâdı ise; ” namazı ta’dîl-i erkân ile kılmak, namazın arkasındaki tesbîhâtı yapmak, Besmele ile beraber salevât-ı şerîfeye devam etmek, akşam ile yatsı arasındaki evrâdı okumak, Risâle-i Nûr’u mütefekkirâne mütalaa etmek, Hakîm ve Rahîm isimlerine mazhar olmak”tır. Kısaca, ”kurb-i ferâiz”dir. Bu mesleğin şiârı ise; ”Lâ Ma’bûde ve lâ Maksûde illâ Hû”dur.

Kalplerimizin, kalbin hakiki sahibi için ve Onun adına atması niyazıyla…

İsmail Aksoy

www.NurNet.Org

Muharrem Ayı / Aşure Günü ve Düşündürdükleri

Âşûre Günü bizi bekliyor. Muharrem’in onuncu gününe yaklaşmaktayız. 24 Kasım 2012 Cumartesi günü 10 Muharrem 1434. Hicrî yılın Âşûre Gününü karşılıyoruz. Âlem-i İslâm için hayır ve bereketler ile İttihad-ı İslâm’ın muştusunu beraberinde getirsin inşâallah…

Bu kutsal Muharrem ayının müslümanlar için önemi ve değeri oldukça dikkate değer bir aydır.

İçinde barındırdığı olaylar ve zamanımıza kadar İslâm Ümmetinin ciğerini dağlayan tarihî olaylara şahitlik yapması açısından da önem arz etmektedir.

O, Hicri takvimin ilk ayı ve Allah (c.c)’ın Tevbe suresinde bahsetmiş olduğu dört kutsal aydan birisidir. (1)

Şehrullahil-Muharrem” olarak meşhur olan, yani Allah’ın (c.c.) ayı Muharrem diye bilinen Muharrem ayı, İlâhî bereket, bağış ve feyzin, Rabbânî ihsan, cömertlik ve keremin coştuğu, zulüm, vahşet ve dehşetin dünyayı sardığı, mazlûmiyet ve mağduriyetin kol gezdiği bir atmosferde, rahmetin bollaştığı bir aydır.

Bütün zaman ve mekân Allah’a aittir ve Rahmeti de ezelden ebede her yeri kuşatmıştır. Ancak Allah Teâla’nın rahmetine ermenin önemli bir fırsatı olduğu için Peygamberimiz tarafından bu şekilde ifade edilmiştir.

Âşûre Günü ise Muharrem’in 10. günüdür. Âşure Gününün Allah (c.c.) katında ayrı bir yeri ve değeri vardır. Bu önemli günde Cenâb-ı Hak peygamberlerine çeşit çeşit nimet ve ikramlarda bulunmuş ve bu günün kudsiyetine değer atfetmiştir. Bu günlerde oruç tutmak çok faziletli ve sevaptır.

Bugüne Âşûra denmesinin sebebi, Muharrem ayının onuncu gününe denk geldiği içindir. Cenâb-ı Hakk’ın bu günde bol ikramı vardır.

Bu ikramların aşağıdaki hususlardan kaynaklandığı belirtilmektedir:

1.Allah, Hz. Musa’ya (a.s.) Âşûre Gününde bir mu’cize ihsan etmiş, denizi yararak Firavunun takibinden O’nu ve inananları kurtarmış, düşmanını sulara gömmüştür.

2. Hz. Nuh (a.s.)’ın gemisi Cûdi Dağının üzerine Âşûre Gününde demirlemiştir.

3. Hz. Yunus (a.s.)’ın balığın karnından kurtuluşu Âşûre günü gerçekleşmiştir.

4. Hz. Âdem’in (a.s.) tevbesi Âşûre günü kabul edilmiştir.

5. Hz. Yusuf (a.s), kardeşleri tarafından atılmış olduğu kuyudan Âşure günü çıkarılmıştır.

6. Hz. İsa (a.s) o günde dünyaya gelmiş ve o gün semâya yükseltilmiştir.

7. Hz. Davud’un (a.s.) tevbesi o gün kabul edilmiştir.

8. Hz. İbrahim’in (a.s.) oğlu Hz. İsmail o gün doğmuştur.

9. Hz.Yakub’un (a.s.), hasretinden dolayı kapanan gözleri o gün görmeye başlamıştır.

10. Hz. Eyyûb (a.s.) hastalığından o gün şifaya kavuşmuştur.(2)

11. Ayrıca, Hz. İbrahim’in bugünde ateşten kurtulduğu

12. Hz.Yakub’un, oğlu Hz. Yusuf’a bugünde kavuştuğu kaynaklarda kaydedilen rivayetler arasındadır.

İşte bu kadar anlamlı ve kudsî hâdiselerin yıldönümü olan bu mübarek gün ve gece, Saâdet Asrından beri Müslümanlarca hep güzel bir tarzda değerlendirilmiş ve kutlana gelmiştir. Bugünlerde ibadet cihetiyle daha çok yoğun mesai harcamışlar, daha müteyakkız ve şuurlu bir hayat geçirmeye, derûnî alemlerini zenginleştirmeye daha çok gayret sarfetmişler, hasenat hanelerini zenginleştirmeyi bir mânevi kazanç olarak görmüşlerdir. Daha çok tefekkür, tezekkür, tevbe/istiğfar, okuma/anlama gibi faaliyetlerini artırmışlardır. Çünkü, Cenab-ı Hakkın bugünlerde yapılan ibadetleri, edilen tevbeleri kabul edeceğine dair hadisler ve rivayetler mevcuttur.

Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm Medine’ye hicret buyurduktan sonra orada yaşayan Yahudilerin oruçlu olduklarını öğrendi.

Bu ne orucudur?” diye sordu.

Yahudiler, “bugün Allah’ın Musa’yı düşmanlarından kurtardığı, Firavun’u boğdurduğu gündür. Hz. Musa (a.s.) şükür olarak bugün oruç tutmuştur” dediler.

Bunun üzerine Resûlullah Aleyhissalâtü Vesselam da, “Biz, Musa’nın sünnetini ihyaya sizden daha çok yakın ve hak sahibiyiz” buyurdu ve o gün oruç tuttu, tutulmasını da emretti.(3)

Tirmizî’de de geçen bir hadiste Peygamberimiz şöyle buyurmuşlardır:

Âşure Gününde tutulan orucun Allah katında, o günden önce bir senenin günahlarına keffaret olacağını kuvvetle ümit ediyorum.”(4)

İslâm bilginleri aşûre orucunun vacip değil, sünnet olduğunda görüş birliği etmişlerdir. Yalnız İslâm’ın başlangıcındaki hükmü konusunda, Ebû Hanîfe vacip derken, İmam Şâfiî müekked bir sünnet olduğunu söylemiştir. Ramazan orucu farz kılındıktan sonra, bu oruç müstehap olmuştur. Ayrıca Yahudiler’e benzememek için Muharrem’in 9,10 ve 11’nci günlerinde oruç tutmak güzel görülmüştür.

Bu mânâdaki bir hadisi İbn-i Abbas rivayet etmektedir. Bunun için, müstehap olan, aşure gününü ortalayarak, bir gün önce veya bir gün sonrasıyla oruç tutmaktır.

Bu günler bize bir de Musa (a.s)’ın Firavun’a karşı mücadelesinin hikâyesini hatırlatıyor. (5) Ve yaşanılan zamanın Firavunlarıyla mücadele yollarını anlatıyor.

Yine Allah (c.c) bize Firavun’ın nasıl insanlara zulmettiğini, insanları baskıyla küçük gruplara böldüğünü, insanların yeni doğmuş erkek evlatlarını öldürdüğünü , insanlara nasıl baskı uyguladığını, inanç hakkı tanımadığını, zorbalık ve zulümle tek adam olarak hükmettiğini anlatmaktadır. Her devirde o devrin mütegallibeleri/baskıcı güçleri/güç odakları tarafından Tevhîd ehline uygulanabilecek işkence, zulüm, sürgün, hapis ve entrikaların zındıka komitasıyla işbirliği içinde ve Hamanların desteğiyle yapılacağına işaret edilmektedir.

Çünkü Firavun o ülkede son derece despot (ululuk taslıyan) ve çok aşırı gidenlerdendi”(6) âyetiyle nice diktatörleri feci ve acı âkibetlerin beklediğini vurgulamaktadır.

Günümüzde de bir çok modern Firavunlar, müsrifler/haddi aşanlar, hak/hukuk tanımayan zalimlerle karşı karşıyayız. Süfyanizmin kalıntıları ve O’nun tahribatını/saltanatını koruma çabaları, rejim/sistem baskısına dönüşerek nice mazlumların göz yaşlarını sel haline getirmiştir.

Bu gün dünyanın küstah ve kibirli Firavunları ve süper zalimleri Musaları yok etmek, diriliş ve iman hareketinin önünü kesmek, nûrânî muştularını söndürmek için gaddarâne ve orantısız bir güç kullanmaktadırlar. Rabbânî kafilelerin, nur kervanının seyr u seferini, firavunvârî taktik ve engeller durduramıyacaktır inşallah.

Musa (a.s) İsrailoğullarını Firavun’dan kurtardı. Hak’da sebat edenler de inşâallah Muhammed (s.a.v) Ümmetini ve tüm insanlığı şirkten, sanemperestlikten, izmlerden, küfür ve delâletin dehşetinden, Kapitalizmin sömürü düzeninden, ahlâksızlıktan, ebedî idam ve yokluktan, ihtilaf, cehâlet ve fakirlikten kurtarıp huzura, nura, ilme/ümrana, hakiki medeniyete, ebedî saâdet ve dirilişe kavuşturmak zorundadır.

Firavun’ın saltanatı, tüm güçlerin elinde olduğuna inandığı halde feci bir şekilde son buldu. İnşaallah devrimizin Firavunları, süfyan ve deccal ruhlu ergenekonvarî karanlık mihrakları da zaman gelecek ki, Müslüman dünyasında akıttıkları kan gölünde ve kustukları küfür deryalarında Muharrem ve âşûre hürmetine, aynı Firavun ve adamlarının okyanusta boğulduğu gibi boğulacaklardır.

Tıpkı Müslümanları terörist ilân eden bu günkü siyonist ve terörist İsrail’in yandaşlarıyla birlikte mazlumların “ah” larında boğulacağı gibi.

İsmail Aksoy

www.NurNet.org

Dipnotlar:
1-Tevbe: 9/36
2-Sahih-i Müslim Şerhi, 6:140
3-İbn Mâce, Siyam: 31.
4-Tirmizî, Savm, 47.
5-Kasas: 28/1-6
6-Yunus: 10/83

Hicretiniz Kutlu Olsun!

İman edip de hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla,canlarıyla cihad edenler,rütbe bakımından Allah katında daha üstündürler.Kurtuluşa erenler de işte onlardır.”(1)

İnsanlık tarihinin en büyük, en muazzam olayı, Mü’minlerin geçmişte vazife olarak yerine getirdikleri ve hayat devam ettiği sürece yapmaktan kaçınmayacakları bir iş, amel ve aksiyon süreci hicret.

İmandan sonra en önemli bir vazife olarak Müslümanların gündeminde yer almıştır bu tarihi hicret.

İslâm’ın sistematiği açısından büyük bir öneme sahiptir.Fevkalâde bir tesir icra eden ve yankı uyandıran bu olayın kahramanlarına Kur’ân muhacir ünvanını lâyık görmüştür. O günden bu güne mânevî pâyeleri en yükseklerde seyreden bu kutlu kesim, Muhammed (s.a.v) ümmetinin başında takdirle anıla gelmişlerdir.

Hz.Ömer’in (r.a) tarifiyle hicret; Hakla bâtılın ayrılış noktasıdır.

Hicret, elmas ruhlarla kömüre dönüşmüş ruhların ayrışmasıdır.

Hicret, küfrün karanlarından imanın aydınlığına koşmaktır.

Hicret, fâniden ve fena şeylerden Bâkî’ye ve bekaya sığınmaktır.

Hicret, İsyan ve tuğyânı terk ederek kâinat Hâlıkına kaçmaktır.

Hicret, her yönüyle Hakk’a teslimiyet ve inkıyattır.

Hicret; fedâkârlık, feragat ve menfaat-ı şahsiyeyi terktir.

Hicret; ye’sin, meskenet ve ataletin terkidir.

İmân ve Kur’ânın gereğini yaşayabilme adına kendisi için müsait zeminlerin hazırlanmasıdır. Ve bu çalışmanın içerisinde bulunanlara yardım ve destek olmaktır.

Hicret, büyük fütûhatların başlangıcıdır.

Hicreti, sadece Mekke-Medine boyutuna değil, o günün Müslümanlarına münhasır (özgü) bir fazilet gibi algılamak değil, bütün çağlara ve gelecek asırlara yayılmış, kalıcı ve sürekli bir ibâdet olarak algılamak gerekir.

Allah Resulü (s.a.v)’in ifade buyurdukları mâna derinliğini yakalayabilmektir :”Gerçek muhacir,”Allah’ın yasakladığı şeylerden kaçan, onları terk eden kimsedir.” (2) “Hakiki muhacir, hata ve günahları terk edendir.” (3)

Anlaşıldığı gibi hicret, mü’minlerin hayatında belli bir tarihî olay olarak değil, aynı zamanda bir irşad, tebliğ, iletişim, ulaşım, gönüllerin/ruhların fethi, hizmetin ve Kur’an Nurlarının yaygınlaştırılması, en ücra yerlere kadar bu mesajların iletilmesi, Hakk’ın/Hakikatın hâkim kılınması için meşrû yolların tâkip edilmesi, tekniğin ve teknolojinin ve buna bağlı olarak usûl ve metodların yerinde ve zamanında tatbik edilmesi gibi pek çok kavram ve mânaları içinde barındırarak varlığını devam ettirmesi gereken bir şuurlanma ve idrak odaklı bir dönüm noktasıdır.

Şu Hadîs-i Şeriflere dikkatinizi çekmek isterim :” Mekke’nin fethinden sonra hicret yok, ancak (aynı derecede sevap olan) cihad ve iyi niyet vardır. Cihada çağırıldığınız zaman (severek) hemen koşun.”(4) “Bozgun ve fitne-fesad döneminde ibadet etmek, benim yanıma hicret etmek gibi (faziletli) dir.”(5)

Evet, helâket ve felâket asrının fitne ve fesat odakları boş durmuyor. Delâlet ve ifsat şebekeleri, ihtilal ve Ergenekon çeteleri kol geziyor etrafımızda. Mâsûm ve günahsız insanlar hunharca katlediliyor. Maddî/mânevî yangınlar devam ediyor.

Böyle bir dönemde Kur’âna ve Sünnet-i Seniyyeye sarılmak, Resûl-i Ekrem (s.a.v)’in yanına hicret etmek gibidir. Tevhîd mücadelesinin önder ve rehberleri, başta peygamberler olmak üzere dâvâlarından aslâ tâviz vermemişler, hayatları boyunca onca ezâ ve cefaya rağmen hicreti hayatlarının bir parçası haline getirmişlerdir.

Hicret; Üstad Bedizzaman Said Nursî’nin ;

Pek çok münevver müçtehidleri ve nuranî muhaddisleri, kudsî hafızları, asfiyaları, aktabları âlem-i İslâmın aktârına uçurdu, hicret ettirdi. Şarktan garba kadar ehl-i İslâmı heyecana getirip, Kur’ân’ın hazinelerinden istifade için gözlerini açtırdı.” (6) veciz ifadesiyle topyekûn bir hizmet seferberliğidir,”bir medeniyet hamlesidir, bir aydınlanma sürecidir.”

Hicretin önemini kavrayabilmek için, onu hazırlayan sebep-sonuç ilişkilerini çok iyi anlamak gerekir.

Yesrib’i Medine-i Münevvere yapan ve İslâm Devleti’nin başşehri kılan bir çağın açılmasıdır hicret.

Hicret; bütün sahâbenin icmâ ve ittifakıyla hicrî yılın başlangıcı kabul edilmiştir. Hicrî Takvimin ilk ayı da Muharrem ayıdır.

Hicretiniz mübarek olsun.

İsmail Aksoy

www.NurNet. Org

Dipnotlar :

1-Tevbe, 9/20

2-Zübetü’l-Buhârî,1/6.H.No:4

3-İbn Mâce, Sünen,10/141.H.No:3934

4-Müslim, İmâret,85;İbn Mâce,a.g.e.,7/486.H.No:2773.

5-İbn Mâce,10/203 (3985)

6-Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat,19.Mektup

Geleceğin Yıldızları

O, yerdeki yıldızlarla meşguldü. Göktekiler yüksekte olsalar da, önemli olan yerdekileri yüceltmek değil miydi?

Kırpılıp kırpılıp yere atılan, çöp yığınları haline getirilmeye çalışılan bu yıldızlara yazık oluyordu, yazık!..

Anne ve babalar adeta yalvarıyordu: “Hocam, ne olur kurtarın evlatlarımızı, onların ellerinden de, gönüllerinden de tutun. Kur’anla tanıştırın, İslâmla barıştırın. Biz başa çıkamıyoruz, bari siz eğitin…” Mânevî değerlerden yoksun bir gençliğin geleceğimiz adına ne felaketlerin habercisi olduklarını görmemesi mümkün müydü? Hey!.. Edipler, eğitimciler, öğretmenler!

Âciz kalan, çaresizliğini haykıran bu insanlara ne demeliydi acaba?

Hangi sistemin, hangi zor şartların boyunduruğu altında olduğunun farkındaydı. Çareler tükenmezdi asla…Doksan dokuz pencere kapalı olsa da, yüzüncü pencereden giren bir güneş gibi ısıtabilirdi gönülleri, okşayabilirdi yüzleri.

Herkes görevini yapıyordu. Onun misyonu çok başkaydı. Gönüller fethetmek, kıtalar fethetmekten zordu belki, ama olsun. Değil mi ki, İlâhî yansımanın akisleri orada kendini gösteriyordu. Rahmet esintileri, o kıyılardan eserek okşuyordu duygularını. Mevlânalar, Yunuslar, Bediüzzamanlar hep oraya talip olmuşlardı. Cisimlerden önce kalplerin fethi gerekiyordu. Öteden beri yaptığı iş bu değil miydi zaten? Öyle ise tasalanmaya ne gerek? Mülkün sahibi vardı işleyip süsleyen, gönülleri Esmanın nakşıyla evirip çeviren. Ve kendisine yönelen kalpleri hidayet üzere sabitleyip rotasını rızaya ve Cennet’e endeksleyen sonsuz kudret, nihayetsiz rahmet, engin bir şefkat sahibinin emir ve iradesiyle işler yürümüyor muydu?

Ruhları karartan, gönülleri bunaltan menhus zihniyetin çirkin yüzünü görememiş, Süfyanizmin kâbus gibi çöken kara bulutlarının farkına varamamış, iyi ile kötüyü, şer ile hayrı, tahrip ile tamiri, siyah ile beyazı birbirinden ayırt edememiş olabilirlerdi.

Bunlar yerdeki yıldızlardı. Geleceğin yıldızları… Hakk’ın hâkimiyetini kuracak, küfrün kalelerini bir bir yıkacak, gönüller ülkesinin fatihleriydiler. Ama Fatihler kolay yetişmiyordu. Önce akideleri, inançları sağlam olmalıydı. Peygamber ahlâkı öncülük etmeliydi onlara. Sünnetin hayatla, hayatın Sünnetle bağdaşması, kaynaşması ve anlaşması gerekiyordu. Ki; taze fidanlar savrulmasın kasırgalarla, zihinler bunalmasın Şeytan ruhluların üfürmesiyle, inançlar sarsılmasın şirk ve küfrün fısıltılarıyla…

Üzülmemek elde değildi. Baksanıza hâla, belli gün ve haftalarda aynı teraneler, ithamlar, uyduruk masallar, hayali uydurmalar, suçlamalar, ve de asılsız, boş, sıkıcı bir sürü laf ve bilgi kirliliği…Yok kara çarşaflar yırtıldı (!), örümcek kafalılar temizlendi (!) , şuralar kapatıldı, bunlar hayata geçirildi, bilmem daha ne herzeler!..

Milleti ve milletin inançlarını, kutsallarını, köklü mazisini, haşmetli tarihini, mânevî değerlerini yok sayarak nereye varılabildi ki, bundan sonra da varılabilsin.

“Havamızı kirletmeyin, tarihe iftira etmeyin, olayları saptırmayın, insanların haklarına saygılı olun, inançsızlıklarınızı inançlara hakaretle sergilemeyin, dürüst olun, hakperest olun, yanıltmayın, yalan söyleyip iftira etmeyin. Birilerini yüceltme adına birilerini karalamayın, tarihi doğru okuyun, doğru okutun. Allah aşkına; yağcılık, yaltakçılık yapmayın. Doğruları haykıramıyorsanız bile, bari susun. Susun ki; melekler sizi müfteri, yalancı, riyakâr ve ayrılıkçı olarak kayda geçmesin!” diye tam haykıracakken, birden bir ses: “Sen işine bak, onlar işini yapıyor… Zamanı gelince… Sen şimdi gönüller fethine dön, patlamaya ve tahribe hazır mayınları ayıkla, bilgi kirliliğini temizle ve görevine devam et!..”

Kulaklarında o ses yeniden yankılandı:”Allah için yavrularımızı kurtarın, onları manen ve ahlâken öldürmek isteyenlere fırsat vermeyin. Zamanın cazibedar fitnelerine karşı iman hakikatlarıyla onları korumaya alın. Alevleri göklere yükselen, evlatlarımızın da içinde bulunduğu yangını söndürün, lütfen söndürün, ne olur Allah rızası için, Peygamber aşkı için söndürün!”

Gözünü sonsuz ufka dikmiş, derin düşüncelere dalmıştı. Parmakların kalktığını gördü.

Hocam, anlattıklarınızı özetleyeyim mi?”

Elbtte evlâdım, buyur, dinliyorum

İman, bir çeşit Cennet Tûbâsının çekirdeğini taşıyor. Küfür ise mânevî bir Cehennem Zakkumunun tohumunu saklıyor, barındırıyor. Demek ki, selâmet ve emniyet/güven, sadece İslâmiyette ve imandadır. Öyle ise biz dâima, İslâm dinini ve mükemmel imanı ihsan ettiği için Allah’a hamd olsun, demeliyiz.”

“Teşekkür ederim. Çok güzel ifade ettin evlâdım. İnancım ve kanaatim odur ki; Yerdeki yıldızlar nurlanacak, yükselecek ve geleceğin yolunu aydınlatacak inşallah…”

Nurlu rehber ve şaşmaz önderimiz olan Peygamberimiz (s.a.v) için çek bir salavât:

“Allahümme Salli alâ Seyyidina Muhammadin ve alâ âli Seyyidina Muhammed.”

 İsmail Aksoy

Kurbanınız mübarek olsun

Kurban lügatte: Arapça; k-r-b harflerinden türeyen bir kelime olup; yakınlık, yaklaşmak, yakınlık kazanmak, bir işi yapmak, işlemek demektir. Hayat rehberimiz Kurân’da bu kelime doksan altı ayette geçmektedir.

Dinde kurban: Allah’a ibadet niyetiyle ve manen yaklaşmak (kurbiyet) için,  hususî bir vakitte, belirli şartları taşıyan hayvanları usulüne uygun olarak boğazlamaya denir. Allah’a yaklaşmaya vesile olan ve bu maksatla kesilen hayvana da “kurban” veya “kurbanlık” denir.

Allah’a yakın olmak, O’nun rızasını elde etmek için kan akıtmak, kurban bayramının ilk üç gününde kurban niyetiyle koyun, keçi, sığır ve deve cinsinden birisini kesmek demektir. Mecazî olarak; bir inanç, ideal, dâva ve amaç uğrunda feda edilen veya kendini feda eden kimseye de kurban denir.

Kurban, Müslümanların zengin olanlarına emredilen malî bir ibadettir. Kişinin kurban kesmekle yükümlü (mükellef) olabilmesi için aranan şartlar şunlardır:

1-Hür ve Müslüman olmak (Aslında bu şart bütün ibadetleri yerine getirmek için gereklidir. Bir kişi kurban bayramının üçüncü günü güneş batmadan önce Müslüman olursa ve diğer şartları da taşıyorsa, bu kişinin kurban kesmesi gerekir.)

2-Akıllı ve buluğ çağına ermiş olmak (Çocuk olmamak). Çocukların ve delilerin mallarından kurban kesilmesi gerekmez  Fetva da buna göredir  Bununla birlikte bir kimse kendi malından çocuğu için kurban kesebilir. Bu da güzel bir davranıştır (müstehaptır).

3-Mukim olmak (seferi/yolcu olmamak)

4-Belirli bir malî güce (nisap miktarına) sahip olmak. Hanefî mezhebine göre, kurban kesmeyi vacip kılan zenginliğin ölçüsü zekâtta ve fıtır sadakasında aranan zenginlik ölçüsüyle aynıdır. Zekât ve fıtır sadakası için nisap miktarı 85 gram altın ile 595 gram gümüş veya bu miktarın değerine eşit mal veya paraya/ Fıtır sadakasını vacip kılan zenginliğe sahip olması. Yani borçları ve aslî ihtiyaçları dışında 20 miskal (85 gram) altın veya 200 dirhem gümüş veya değerine kurban bayramının ilk üç gününde sahip olan kadın-erkek her müslümana kurban bayramında kurban kesmeleri vaciptir.(Vacip, lüzumlu, mecburi olan demektir.)

Kurban kesmek, hicretin 2. yılında meşrû’  kılınmıştır. Meşruiyeti, Kitap, Sünnet ve İcma’ ile sabittir. Kurban kesmeyi şiddetle emreden pek çok hadîs-i şerifler vardır.

Kurban denince aksine bir kayıt olmadığı sürece genelde Kurban Bayramında kesilen kurban ve onun hükmü anlaşılır  Kurban bayramında dinen aranan şartları taşıyan kimselerin kurban kesmeleri Hanefî mezhebine göre vacip, diğer mezheplerde ise terk edilmesi istenmeyen müekked bir sünnettir  Maliki mezhebinde de bunun vacip olduğunu savunanlar vardır

Kurbanın sünnet olduğunu ileri sürenler de onun önemine ayrıca dikkat çekerler.  İmam-ı Şafii “Kurban sünnettir” cümlesinin hemen arkasından “Onun terk edilmesini istemem (sevmem)” der. (1) Bu itibarla Şafii mezhebinde, sünnet-i müekkede olan hüküm, Hanefilerde vacip bir hüküm ifade etmektedir

Kur’ân-ı Kerimde Peygamber sallallahu aleyhi ve selleme hitaben şöyle buyrulmuştur: Rabbin için namaz kıl ve kurban kesiver. (2). Hanefî mezhebine göre; Peygambere vacip olan, aksini ispat eder bir delil, bir kayıt olmadıkça ümmetini de kapsar, dolayısıyla onların da kurban kesmeleri gerekir  Zira peygamber, ümmeti için bir rehberdir.

Ayrıca Peygamber Efendimiz tarafından bir çok hadis-i şerifte, hali vakti yerinde olanların kurban kesmesi gerektiği bildirilmiştir:
“Kurban kesecek güçte olup da kesmeyen, namazgâhımıza yaklaşmasın.”(3) “Her hane halkının senede bir kere kurban kesmesi gerekir.”(4) Bayram namazından önce kurbanını kesen birisine Allah Resulü, yeniden kurban kesmesini emretmiştir  Peygamberimizin yeniden kesmesini emretmesi, kurban kesmenin vacip olduğunu gösterir.

Kurbanın fazileti hakkında Hz. Aişe Hz  Peygamberin (s a s) şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Hiçbir kul, kurban günü, Allah indinde, kurban kanı akıtmaktan daha sevimli bir iş yapamaz  Zira kesilen hayvan, kıyamet günü boynuzlarıyla, kıllarıyla tırnaklarıyla gelecektir  Kesilen kurbanın kanı yere düşmeden, önce Allah nezdinde yüce bir mevkiye ulaşır O halde, gönül hoşluğu ile kurbanlarınızı kesin. “(5)

Sahibinin günahlarını temizleyen ve Allah’a yaklaştıran kurbanın mühim bir faydası da, geçilmesi çok güç olan Sırat Köprüsünde kesen için burak gibi bir binek vazifesi görmesidir. Bediüzzaman Hazretleri bu hususu veciz bir şekilde ifade eder :Hem o Rahmân’ın nihayetsiz rahmetinden uzak değil ki, nasıl vazife uğrunda mücâhede işinde telef olan bir nefere şehâdet rütbesini veriyor ve kurban olarak kesilen bir koyuna, âhirette cismânî bir vücud-u bâkî vererek Sırat üstünde sahibine burak gibi bir bineklik mertebesini vermekle mükâfatlandırıyor; öyle de, sâir zîruh ve hayvanâtın dahi, kendilerine mahsus vazife-i fıtriye-i Rabbâniyelerinde ve evâmir-i Sübhâniyenin itaatlerinde telef olan ve şiddetli meşakkat çeken zîruhların, onlara göre bir çeşit mükâfat-ı ruhâniye ve onların istidadlarına göre bir nevi ücret-i mânevîye, o tükenmez hazîne-i rahmetinde baid değil ki, bulunmasın. Dünyadan gitmelerinden, pek çok incinmesinler; belki memnun olsunlar.(6). Ayrıca, adakta (nezirde) bulunan kimseye de, kurban kesmesi vaciptir.

Hacıların, haccın vaciplerinden birini mazeretsiz olarak terk etmeleri, zamanında yerine getirmemeleri veya ihram yasaklarından birini ihlal etmeleri sebebiyle ceza olarak kurban kesmeleri vaciptir.(7)

Kurban kesiminin tarihi; ilk insan, ilk peygamber ve ilk Müslüman olan Hz. Adem’in çocukları (Habil ve Kabil)’e kadar uzanıyor…(8) Ve bütün ümmetlerden yapılması gerekli olan bir ibadet olarak isteniyor.(9)
Habil ile Kabil arasında çıkan ihtilafta hangisinin haklı olduğunu anlamak için, Cenâb-ı Hakk’a kurbanlarını arz ettiler. Kabul olan Habil’in kurbanıydı. Bunu çekemeyen Kâbil, kardeşi Habil’i öldürmüştü.

İnsanların uydurduğu çeşitli inançlarda da, tapındıkları putlar için kestikleri hayvanlara kurban adı verilmiştir. Bu inanç sahipleri, eski çağlarda putları için hayvanların yanı sıra çeşitli yiyecekleri ve hatta insanları, çocukları da kurban etmişlerdir.

Kurbanın sadece bizim dinimizde olmadığını, bilakis bütün dinlerde bulunan bir ibadet olduğunu Kur’ân bize haber vermektedir  ” Her ümmet için, Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerine ismini ansınlar diye kurban kesmeyi meşru kıldık “(10)

Neden kurban? Neden “kesmek”, “kan akıtmak”, “sadaka”, “sevinç” ifade eden bir başka kelime değil de; özellikle “kurban” kelimesiyle ifade edilmiş bu müstesna gün? Ya da bir kısım çevrelerin (kasıtlı veya bilmeyerek) et bayramı dediği gibi İdi-i lehm olarak isimlendirilmemiş? Öyleyse kurban kesmekle kulu yaratanına yaklaştıran sır nedir?

Yüce Yaratıcı bütün mülkün sahibidir. Her şey O’nun mülkü..Biz,hem Onun mülküyüz, hem de O’nun mülkünde çalıştırılıyoruz.Ona aidiz, Ondan geldik ve Ona döndürüleceğiz. O Samed’dir. Hiç bir şeye ve kimseye ihtiyacı yok, herkes ve her şey Ona muhtaçtır.

Yalnız kendisine ibadet edip ve yalnız kendisinden yardım dilediğimiz /istiane ettiğimiz Hak Teâlâ, bütün ibadetlerde olduğu gibi, Kurbanda da işin şekli ve görünür yanından öte, asıl amacın Allah’ın rızası olduğuna, takva ve ihlâsın ön plana çıkması gerektiğine işaret ederek kullarına hatırlatmada bulunuyor:
“Onların (kurbanların) ne etleri, ne de kanları Allah’a ulaşmaz; fakat sizin takvanız Ona ulaşır. Böylece size yol(unu) gösterdiği için Allah’ı tekbir edesiniz diye Onları bu şekilde size boyun eğdirdi.(Ey Muhammed !) Güzel davrananları müjdele…”(11)

Habil’in, Kabil’e cevabı da dikkatleri takvâya çekmesi açısından ilginç. Kurbanın Allah tarafından kabul edilmeyişini takvasızlıkla açıklıyor: “Allah, (kurbanı) sadece takva sahiplerinden kabul eder, dedi.”(12)

Takva: Allah’ın yasakladığı, hoş görmediği bütün eylemlerden, işlerden, haramlardan ve günahlardan sakınmak; Allah’ın (c.c.) emrettiği hoş gördüğü, beğendiği, sevdiği fiillere yönelmektir… İbadetleri sadece buna vesile kılmaktır. Ve inanışta, düşünüşte, konuşma, hal ve davranışta gösteriş ve başka menfaatler gözeterek değil, Allah için yapmaktır bütün ibadetlerimizi.

Takvâ, menhiyattan ve günahlardan içtinap etmek ve amel-i Salih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır.(13). şirkten takvâ; kebâirden, mâsivâullahtan kalbini hıfzetmekle takvâ; ikapdan içtinap etmekle (azaptan kaçınmakla) takvâ; gazaptan tahaffuz etmekle (kendini korumakla) takvâ. . .Ve keza, ibadetin ancak ihlâs ile ibadet olduğuna ve ibadetin mahzan vesile olmayıp maksudu-u bizzat olduğuna ve ibadetin sevap ve ikap için yapılmaması lüzumuna işarettir.(14). Onun için kalb, takvâ ile seyyiattan temizlenir temizlenmez, hemen onun ardında imanla tezyin edilmiş ve süslendirilmiştir. (İ.İcaz,s.45)

Kurbanlığı keserken söylediğimiz dua da bunu ifade ediyor zaten:
“Allah’ım, bu sendendir ve yine sanadır. Benim namazım, ibadetim (kurbanım), hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi Allah içindir. Onun ortağı yoktur. Bana böyle emir olundu.’ Ve ben Müslümanlardanım. Rabbim, bu kurbanı benden kabul buyur.”(15)

“Sizin takvanız ulaşır.” buyurmakla; Rabbimiz, kurbanlığı keserken tefekkür boyutumuzu, niyet çizgimizi, nelere söz verdiğimizi ve hangi ahitlerde bulunduğumuzu ve neler yapmamız gerektiğini sorguluyor ve takvayı istiyor bizden? Kurban kesmekle, bu temsili ibadetle hangi ahitlerimizi yeniliyoruz Kâinat Hâlıkına karşı?

Ayette geçen “nusiki” kelimesi, özel anlamıyla kurban, genel anlamıyla ise bütün ibadetlerin yerine getirilmesini ifade etmektedir. Çünkü kurban, bütün ibadetlerin temsili bir ifadesi, tezahürü ve açıklamasıdır. Sahip olduğum her şeyimi Onun Mâlikine kurban edebilirimin ifadesidir. Tüm hatalarımı, isyanlarımı, yanlışlarımı tövbe ve pişmanlık duygularımla kurban ediyorum demektir.

Âlemlerin Rabbine dehalet ediyorum, Onu arıyorum, Onu istiyorum, Ondan istiyorum, Onun rızası dâhilinde işliyor ve Ona yaklaşmak için koşuyorum, yoruluyorum, demektir. Hayatı ve ölümü Allah Azze ve Celleye adamaktır kurban. İbrahim ve İsmail’in (aleyhimesselâm) rollerini üstlenmektir… İbrahim’in gönlüyle iman etmek, İsmail’in teslimiyeti gibi teslim olmaktır…

Allah (c.c) kendisinden uzaklaşanı uzaklaştırıyor, yaklaşmak isteğinde ve iradesinde  bulunanı da kendisine ve rahmetine yaklaştırıyor, affediyor, seviyor, sevdiriyor, her iki cihanda huzur bahşediyor, hayatını cennetlere dönüştürüyor. İşte bunun için hayatın her anını ibadetleştirmek, tefekkür ve tezekkür nakışlarıyla süslemek, İlâhî Rahmet tecellilerini bayramlarda ve ömrün her zerresinde seyredebilmek bahtiyarlığına erişebilmek… Tazim, tesbih, tekbir, telbiye ve tehlillerle aktâr-ı âlemi cûş u hurûşa getirmek…

Halen yeryüzünde inançlarından, yaşantılarından, kılık-kıyafet, düşünce ve fikirlerinden dolayı imha edilen, yok edilen/yok sayılan genç, ihtiyar, çocuk, kadın-erkek binlerce kurban seçilirken, toplu hayvan katliamlarına zevkleri ve eğlenceleri uğruna seslerini çıkarmıyanların, kurban bayramı yaklaştığında çeşitli propaganda ve saptırmalarla Müslümanların zihnini karıştırma çabaları hep sonuçsuz kalmaktadır ve kalmaya da mahkûmdur. Allah yolunda, Ona yakınlık için şu imtihan meydanında kurban sınavını veremeyenlerin başlarına değişik kurban belaları musallat kılındığını insanlık ibretle seyretmektedir.

Çağımızda o kadar kurban var ki!  Nefsinin, ırkının, şehvetinin, kibrinin, enaniyetinin, şımarıklığının, zenginliğinin, süper güç olma hayalinin, başkalarını yutmakla beslenme ve zulümle/baskı ile üstün çıkma çabalarının kurbanları o kadar çok ki!.. Mahkeme-i kübrada kesin çözümü bekliyorlar!..

Yüzümüz, gönlümüz ve ruhlarımızla Kâbenin Rabbine yönelişimizin bu kutsal günü kutlamalı, tebrikleşmeli, muhabbetle birbirimize sımsıkı sarılmalı ve bayramlaşmalıyız.

Her müminin hakkıdır kurban gününü bayram olarak kutlamak. Dünya Müslümanlarının, mazlum ve masum kardeşlerimizin haline ağlasak da, içimizde onların acısını hissetsek de.  Değil mi ki amaç, bütün dünyadan, hatta cennetten daha güzel (16)  olan kurbiyet-i İlâhiye ve rızâ-yı İlâhî, insan buna sevinmez mi? Bu sebeple mağdur, mahzun, mükedder, mazlum, mahkûm İslâm ümmetiyle birlikte kutlamalıyız bu güzel günü.

Mübarek olsun, barış, huzur, sükûn, esenlik, rahmet ve bereket olsun bayram size; ey bayramı hak edenler!

İsmail Aksoy

Dipnotlar:
1-eş-Şafii, el-Üm, II, 287.
2-Kevser sûresi, 108/2.
3-İbn Mace, Edahi, 2; Müsned, 2/321.
4-Tirmizi, Edahî, 18; Ebu Davud, Edahî, 3.
5-Tirmizi; Edahi, 1.
6-Bediüzzaman Said Nursî, Sözler,17.Söz,186.
7-Mutlu, İsmail, Yeni İslâm İlmihali, s.485.
8-Maide:5/27.
9-Hac, 22/34.
10-Hac, 22/34.
11-Hac, 22/37.
12-Maide, 5/27
13-Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lahikası, s.110.
14-B.Said Nursî, İşaratül-İ’caz, s.154.
15- Bkz. En’âm, 6/162,163.
16- Tevbe, 9/72; Âl-i İmran:3/15