Kategori arşivi: Yazılar

Kerem ve Rahmet Kapıları

Haşir Risalesi İkinci Hakîkat, “Bâb-ı kerem ve rahmettir ki, Kerîm ve Rahîm isminin cilvesidir” (1) şeklinde başlamaktadır.

Kerem ve Rahmet; sarf (Arapça’da kelime yapılarını ve kelimelerde oluşan harf değişikliklerini inceleyen, dili meydana getiren kelimelerin çekimlerinden bahseden ilim dalıdır) ve nahiv (kelimelerin cümle içindeki görevlerini ve cümle yapılarını inceleyen, cümle içinde kullanılmasından bahseden ilimdir) ıstılahınca masdardır.

Kerem lûgat olarak; istemeden vermektir. İhtiyaçlarını peşinen karşılamaktır. Rahmet ise; şefkat ve merhamet demektir. Asıl anlamı, kalp şefkatidir.

Kerem ve Rahmet fiilleri ise; Kerîm ve Rahîm isimlerini gösterir.

Şu kâinatta zerreden Arş’a kadar her bir varlık birer eserdir. Her bir eserde birer kapı hükmünde olan İlâhî fiiller gözükmektedir. Kerem ve Rahmet fiilleri de birer kapı durumundadır. Bu kapılardan iki şey görünmektedir:

Biri: Kerîm ve Rahîm isimleriyle isimlendirilen bir Zât-ı Akdes’in vücûbunun vücûdu ve vahdeti,

Diğeri ise; Haşir gerçeği.

Madem âlemde kerem ve rahmet fiilleri görünüyor. Başka bir âlemde devam etmez, geçici kalırsa, yapılan ikram ve şefkatler boşa gider. O rahmet ve iyilik sahibine düşmanlık ederler.

Bu dünyada o kerem sahibini imân ile tanıyarak ibâdetle hizmetine girenlerle, o rahmeti inkâr edenler mükâfat ve ceza almadan buradan göçüp giderler, ölümle eşit hâle gelmiş olurlar.

Hiç mümkün müdür ki: Gösterdiği âsâr ile nihâyetsiz bir kerem ve nihâyetsiz bir rahmet ve nihâyetsiz bir izzet ve nihâyetsiz bir gayret sâhibi olan şu âlemin Rabbi; kerem ve rahmetine lâyık mükâfât, izzet ve gayretine şâyeste mücâzatta bulunmasın? “(2)

Üstad Bediüzzaman (r.a), Haşir Risalesinin bu ikinci hakîkatinde, öncelikle rahmet ve kerem fiilinin eserlerini nazara veriyor, ardından kerem fiilini dört misâlle açıklıyor, sonra da izzet ve celâl fiillerinin yansımalarını gösteriyor. Rahmet fiili üzerinde üç misalle duruyor ve bu fiilerin arkasında esmâyı isbât ediyor, haşri de bu isimler üzerine binâ ediyor.

Ramet ve kerem fiilleri, mü’minleri kuşatır. İzzet ve celâl fiilleri ise kâfirler hakkında tecelli eder. İlâhî ahlâk bunu gerektirir. Mü’minin görevi Allah’ın ahlâkıyla ahlaklanmaktır. Yani mü’minlere karşı şefkat ve merhâmetli, kâfirlere karşı ise, izzetli (azîz) ve celâlli (celîl) olmalıdır.(3)

Yer küre, bir gemi gibi şu fezâ denizinde Allah’ın izniyle dönüyor. Gaybî bir Zât, o geminin temsilcileri olmak üzere Sevr (öküz), Hût (balık), Esed (aslan) ve İnsan adlarında dört melek görevlendirmiş. Bu muhteşem gemiye dört yüz bin çeşit varlıkları doldurmuş…Her birinin isteği ayrı, rızkı, silahı, elbisesi, ömrü, silahı, yiyeceği,görev pusulası ve terhis zamanı ayrı olduğu halde; karıştırmadan, şaşırmadan, unutmadan yardımına koşar ve koşturur kerîm bir Zâtın vücûb-u vücûdunu akıl sahiplerine göstererek ispat eder.(4)

Bu varlıkları karanlıkta bırakmamak için damlarına bir lamba, ısıtmak için bir soba koymuştur.

Böyle bir ikram, kerîm bir Zâtı gösterir. Ancak ömürlerinin kısa olması sebebiyle burada tam doyuma ulaşmadan göçüp gidiyorlar. Demek bir başka diyarda kalıcı ve devamlı nimetlerle buluşmak üzere bir başka memlekete sevk ediliyorlar.

Rızka muhtaç ve ebed diye haykıran tüm mevcûdât; “Yâ Kerîmu yâ Allah” sesleriyle koro oluşturmuş, O cömert Zât-ı kerîme teşekkür ve minnetdarlıklarını sunuyorlar.

Hiç mümkün müdür ki, bin bir çeşit nimetlerini ve eserlerini üzerlerinde gösteren bu kerîm Zâtın varlığına imân edip O’na itaatle boyun eğenlere ebedî ikramlarda bulunmasın? Burada arının eliyle sofrasına koyduğu gıdayı, bal nehirleri halinde onların hizmetine sunmasın?(5)

Takvâ elbisesine bürünenleri en güzel giysilerle sevindirmesin, en güzel koltuklarda ve tefriş edilmiş salonlarda ağırlamasın, en gösterişli sofralara dâvet edilmesin, ziyafetlerde karşılanmasın?(6) Hâşa ve kellâ.

İşte Rahîm ismi ebedî bir Cenneti ve saâdeti, Azîz ismi ise ebedî bir Cehennemi ve mutsuzluğu gerektirir.

Yâ Rab! Bize küllî bir nazarla bakarak bu hakîkatleri hakkıyla idrak etmeyi müyesser kıl.

Senden başka Kerîm yoktur. Kerîm yalnız sensin Allah’ım!

İsmail Aksoy

Dipnotlar:
1. Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 10. Söz, 2. Hakîkat
2. a.g.y, Sözler, 10. Söz, 2. Hakîkat
3. bkz. Mâide, 54,Fetih, 29
4. Şuâlar, 15. Bkz. Şuâ, 2. Makam; Sözler, 32. Söz, 2.mevkıf, 3. Maksad, 4. Remiz
5. bkz. Muhammed Sûresi, 15
6. bkz.Hac, 23; Kehf, 31; Rahman, 54;Nahl, 80

Esrarengiz Bir Adam: Üstad Bediüzzaman (Şiir)

Bir adam tanıyorum adı Bediüzzaman

Esrarengiz bir adam, hem cesur hem kahraman

 

Cefa ve çilelerin dayanıklı insanı

Dert ve ızdırapların tükenmeyen dermanı

 

İhlâs ile fazilet O’nda abideleşmiş

Asalet ve adalet O’nda ebedileşmiş

 

Kırılmış ve büzülmüş gönüllerin feryadı

Şahsında bütünleşmiş Bediüzzaman adı

 

Yepyeni bir dünyanın mimar ve müessisi

Sevdalı gönüllerin en güzel sevgilisi

 

Düşkün ve şaşkınların sönmeyen hayat nuru

İmanlı müminlerin tükenmeyen gururu

 

Kur’anın müfessiri insanlığın sertacı

Uğrunda çalıştığı İslam’ın şeref tacı

 

Risale-i Nurların mübellğ-i bülbülü

Diken tarlasındaki biten dikensiz gülü

 

Volkanlar gibi coşan, nehirler gibi koşan

Gönülleri okşayan Üstad Bediüzzaman

 

Fikirlerin fatihi vicdanların hamisi

Mücadele adamı ve Hakkın sevdalısı

 

Ebedi kurtuluşun yolunda yön gösteren

Ümitsizlere ümit, çıkmazlarda yol veren

 

Hakkın keskin kılıncı zalimlerin düşmanı

Gönülleri fetheden Nurların Kahramanı

 

Şaşkın beşeriyete deste deste nur saçan

Ebedi kurtuluşa kapanmaz bir yol açan

 

Asrının müceddidi imanları kurtaran

Kâmil, mükemmel insan Üstad Bediüzzaman

 

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR

www.NurNet.org

‘Pencerelerden seyret içlerine girme’

Aslında bütün mesele, evet bütün mesele şu:
Varlıklar kimin? Biz kime aidiz? Şu dalların üzerinde hışırdayarak salınan yeşil ve sarı yapraklar kimin? Rüzgâr kimin? Yer kimin? Gök kimin?

Ya şu biten ömür?

Tırnaklarını kim uzatıyor günbegün? Bedeninin takatini kim söküp alıyor da yaşlılık veriyor sana? Ateşin üzerindeki yemeği kim pişiriyor? Başını kim ağrıtıyor? Sen yürüdükçe bacaklarını kim yoruyor? Kim hayat veriyor kurumuş ağaçlara? Tepeden tırnağa incelik akan bir kedinin yüzü kimin şaheseri?

Kim hayat kadar bir nimet olan ölümün sahibi? Kim ruhlara ceset giydiriyor, kim cesetleri ruhlardan soyuyor?

Kim senin sahibin?

Biz kimin kölesiyiz?

Kimin mülkünde yaşatılıyoruz?

Kimin mülkünde çalışıyoruz?

İnsan hayatını istediği gibi yaşamalıdır; ne safsata…

İnsan kendine aittir; büyük yalan…

Kim yaratıp sofrana koyuyor bir havucu? Marullara o fırfırlı tazeliği yerleştiren kim? Kim bir yıldızı ateş topu gibi alev alev yakarken bir diğerini söndürüyor? Kim pişiriyor fırında mis gibi kokan o simitleri? Ateşi harlayan kim? Dünyayı kim güneşin etrafında pervane ediyor? Güneş patlamaları kimin eseri? Kim rahmet bulutlarını muhtaç olanların imdadına koşturuyor?

Kim şu an binlerce bebeği rahimlerde yaratan, koruyan, kollayan? Kim bazılarına da hayat fırsatı vermeyen? Kim doğar doğmaz bir bebeğe ölümü verip yanına alan ve sonra cennetine koyan, cennette hazır tuttuğu melekleri onlara arkadaş kılan?

Kim bazılarına çocuk vermeyen? Kim bazılarına hastalık veren, bazılarını iyileştiren, bazılarını yanına alan? Kim kıl payı ciddi bir kazadan kurtaran, bazılarının da ölümünde karar kılan?

İnsan kendine yeter düşüncesi: parçalanmış efsane…

Ne karışıyorsun öyleyse, hayatın akışına? Doğuma ve ölüme… Ayrılığa. Gelip gitmeye. Canlılığa ve solmaya.

Sızlanma hakkını nereden alıyorsun? Neden şikâyet üstüne şikâyet biriktiriyorsun?

Yaşarken kullandığın sözcükler de mezarına koyulacak bir gün.

O zaman bu mızmızlık neden?

Sahi ne zannediyorsun kendini? Dünya senin isteklerinin etrafında mı dönecek belliyorsun?

Neden emanet etmiyorsun kendini O’na? Sahibine. Sonsuz kudreti olan Mutlak Varlığa. Kendini, sevdiklerini, çoluğunu çocuğunu ondan daha fazla mı düşündüğünü sanıyorsun? Ondan daha fazla mı seviyorsun sevdiklerini? Sen kendini bile O’ndan daha fazla sevip değer veremezken?

Gölgeyle üzerine serinliği örten kim? Ses tellerini titretip seni konuşturan? Bir akarsuyun dibindeki çakıl taşını saydamlaştıran? Yorulmak nedir bilmez dalgalarla binlerce yıllık bir sabırla o kıyılardaki çetin keskin kayaları yumuşatıp köşelerinden eden? Ya göklerdeki milyonlarca kilometre uzaktaki devasa gezegenlerin ve ateş topu yıldızların ışığını, bize siyah kadifeden bir örtü üzerinde ziyafet diye sunan?

Başını çıkar, daldırdığın o hayal âleminden ve o başı kurtar imgelerden. Pencereden bak. Dışarıdaki âlemi seyret. Bak neler oluyor orada? Oradaki devinimi seyret. İhtişama dik gözlerini. Kendi âlemindeki karanlığın yalancı vehim ve vesveselerin, hakikatsiz kuruntularının eseri. Çık o kasvetli âlemden. Çık ve gözlerinin penceresinden hakiki âlemin hakikatlerine dal.

Bırak kendini, gevşe biraz. O’nun rahmetine bırak geçmişini, anını, geleceğini. Sahibine bırak kendini. İnan senden daha fazla düşünüyor seni, önemsiyor, seviyor, değer veriyor, kaile alıyor, merhamet ediyor, şefkat besliyor, önemsiyor.

O’na güven yeter. O’nun verdiklerine güven. Vermediklerine güven. Verdiklerini alıyorsa, yine güven. Mutlaka ama mutlaka; mutlak bir nedeni, hikmeti, gayesi ve amacı vardır bunun. O hangi şeyi abes, gereksiz, anlamsız, boşu boşuna yapıyor, söylesene?

Aklının ermediği şeylere karışma. Haddini bil. Sahibine güvendiğinde kazançlı çıkacak yine sensin. Yoksa hayatın tepeden tırnağa yorgunlukla dolup taşacak.

Sevdiklerinin mezarının üstünde otları bitiren kim?

Nasıl oluyor da aklına güvenip hayatınla ilgili hükümler veriyorsun bu iyi oldu, bu kötü oldu diye? Nereden biliyorsun karanlığın içinden aydınlığın çıkmayacağını? Bu acele niye? İstediğin ya da istemediğin şeyin senin için hayırlı olduğunu iddia eden benliğinin gururundan başka ne var elinde?

“Beyhude ızdıraba düşüp azab çekme, mülk başkasınındır.”

Ne karışıyorsun ki O’nun mülkünde yaptığı tasarrufa? “Ben her şeyi bilirim,” diye iddia ediyorsan tabii, o zaman başka. Halbuki görünen başka, aslı başka. Gene de tutamayacağım kendimi söyleyeceğim işin aslını, hoşlansan da hoşlanmasan da: Sen sadece O’nunsun, O’na aitsin, O’nun eseri ve mülküsün.

Yorgun dünyanın içine girme. O girdaplı su kimleri yuttu bir bilseydin korkardın. Sen sen ol, âlemin penceresinden seyret yine âlemi. Bir tren vagonundaymışsın misali daya başını cama, akıp giden görüntüler nehrini izle bir seferi gibi…

“Mülkü sahibine teslim et, ona bırak.”

Kendinin üzerinden elini çek, teslim et sahibine yok yere sahiplendiğin ne varsa.

Bir adım geri çekil de bak. Bak gördüğün aynı sen mi, aynı gerçek mi?

“O hem Hakîm’dir, hem Rahîm’dir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder, çevirir. Dehşet aldığın zaman, İbrahim Hakkı gibi “Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler” de, pencerelerden seyret, içlerine girme.”

Ey nefis, inan bu senin de hayrına olacaktır.

Hadi kalk bir yürüyüşe çık. Düşün düşün, bu işin sonu yok. Soğuk sokakların ayazı işleşin içine de, belki çıkarsın biraz muhayyilenin çıkmaz sokaklarından. Kaygılı dudaklarına neşeli bir şarkı konar belki o zaman.

Ha bir de yürürken manasız şeyleri dert edip kara kara düşüneceğine, Zamanın Bedii’nin şu cümlelerinin üzerinde tefekkür et biraz:

“Hem bir misafirhanedir. Öyle ise onu yapan Mihmandar-ı Kerim’in izni dairesinde ye, iç, şükret. Kanunu dairesinde işle, hareket et. Sonra arkana bakma, çık git. Herzekârane (saçmalarcasına) fuzulî bir surette karışma. Senden ayrılan ve sana ait olmayan şeylerle manasız uğraşma ve geçici işlerine bağlanıp boğulma.”

İşte böyle nefsim…

 Mustafa ULUSOY

Kâinatın Sırrını Çözmek

Kâinatın sırları üzerine nice araştırmalar, bilimsel çalışmalar yapıldı, ama yine de Kur’ânın tanımlaması ve ta’rifine denk düşecek bir açıklama ve izah getirilemedi.

Şu kitâb-ı kebîr-i kâinatın tercüme-i ezeliyyesi olan Kur’ân-ı Hakîm ve O’nun muhteşem ve şanlı bir tercümân-ı zîşânı olan Hz. Muhammed (asm), Kitap ve Sünnetten sonra bu helâket ve felâket asrında imânî hüccetlerin parlak delillerini insanın istifadesine sunan Risale-i Nur, bu büyük kânat kitabının ma’nasını gayet net ve açık bir biçimde ve akıcı bir üslûpla cin ve inse Kur’ânî bir ders olarak vermektedir.

Nebevî verâsetin asrımızdaki en güçlü temsilcisi, tesirli nefesi Üstad Bedîzzaman (r.a), Kur’ânın dersi ve Resûl- Ekremin (a.s.m) ta’limiyle kevn âleminin hakîkatini çözmüş, “Tılsım-ı kâinat olan âlem ve insan nedir, nereden geliyorlar, niçin gelmişler ve nereye gidiyorlar?” gibi sorulara ikna edici cevaplar vermiştir. Özellikle Haşir Risalesi, Ene ve Zerre Risalesi gibi Risaleler, bu tılsımı/muammayı çözen eselerin başında gelmektedir.

Hemen aklımıza ‘tılsım’ nedir sorusu gelmektedir. “Tılsım, muamma, hikmet” kelimeleri, Nur külliyatında çok tekrar edilen kelimelerdir.

Tılsım’ın lûgat anlamı; “sırr-ı mektûm, yani gizli sır” demektir.

Avâm dilinde ‘tılsım’ kelimesine yüklenen anlam, hurâfeciliği çağrıştırmaktadır. Yer altında saklı definelere yaklaşmak isteyenlere iyi bir görüntü vermesi ve açığa çıkması amacıyla, gizlenen altın ve hazineler üzerine yapılan muska, okuma, üfleme gibi şeylerle çözülmesi anlamı taşımaktadır. Halbuki gerçekte böyle bir durum söz konusu değildir.

Gökteki faal kuvvelerin yerdeki münfail kuvvelerle birleşmesinden meydana gelen garip eserler, acîb fillerdir.

Âdetâ gökyüzü erkek, yeryüzü dişi konumunda yaratılmıştır. Gökteki ‘faal kuvve’ (etken, tesir eden) kabul edilen su, hava, ziya, hararet gibi unsurların, Ay ve yıldızların, yerdeki ‘münfail kuvve’ (edilgen, etkilenen) kabul edilen toprak unsuruyla birleşmesinden (izdivaç) mâdenler, bitkiler, hayvanlar, insanlar vücûda gelir. Her iki kuvvenin mezcinden, birleşmesinden, etkileşim ve karışımından varlıklarda meydana gelen hârika heler için ‘tılsım’ tabiri kullanılmıştır.

Bu mesele ayrı bir konu başlığıdır. Yedinci sözde bahsi geçen; “Hâ hâ, nedir ağzında gizli okuyorsun? Bir tılsım…” şeklindeki temsilde ‘hikmet’ anlamında kullanılmıştır.

İnsanın görevi, bu tılsımı çözmektir. Bütün akıllar bir araya gelerek tek bir akıl olsa, yine bu tılsımı çözemez. Başta Peygamberimiz (s.a.v) olmak üzere bütün peygamberler İlâhî vahye dayanarak bu tılsımı çözmüşlerdir. Yani Cenâb-ı Hak, irsâl-i rusül (peygamber göndermek) ve inzâl-i kütüb (kitap göndermek) yoluyla bu tılsımı çözerek beşerin eline vermiştir.

Hz. Peygamber (s.a.v), mi’râc gecesinde mebde’ (başlangıç, evvel) ile müntehâyı (son, bitiş, âhir) birleştirerek âlemin tılsımını bilmüşâhede çözmüş, şifrelerini/kordinatlarını insanlığa göstermiştir.

Bu sırlar, insan aklını sürekli meşgul etmiş, filozofları âciz bırakmıştır.

Bu sebepledir ki, Molla Cizirî şöyle demiştir: “Bu âlemin muammâsı okumakla, hocalıkla çözülmez. Bu meseleyi ne icâzetli ve ne de icâzete yakınlaşmış yüz hoca çözer. Ancak bunu mevhibe-i İlâhiyye ile hakîkat ilmine vâsıl olanlar çözer.

Bedîüzzaman Hazretleri bu fıkrayı okurken; “Said gibi yüz tane molla bu muammâyı bilir ve çözer” demiştir.

Mâdem Üstad Nursî kâinatın bu tılsımını çözmüş ve eserlerinde ayrıntısına kadar ikna edici izahlarda bulunmuştur. Zihinlerdeki soruları cevaplandırmış, aklın takıldığı noktaları çözmüştür. Bizler de birer kur’ân talebesi olarak bu asırda en tesirli mânevî bir tefsir olan Risale-i Nurları müdekkikane ve mütefekkirâne okuyarak pek çok muammanın ve esrârın detaylarını yakalayabiliriz.

Yeter ki, şartlarına riâyet edelim. Kur’ân, Sünnet, müçtehid imamların ve ( Hulûsî ağabey, Mehmet Feyzi, Hafız Ali, Hasan Feyzî gibi) Saffı evvel nur şakirdlerinin/taliplerinin akîde, bakış ve nazarları istikametinde, bozmadan/tahrîf etmeden/ta’vîz vermeden murad-ı Üstadânelerine muvafık bir tarzda okumaya, anlamaya, anlatmaya ve hayata geçirmeye gayret gösterelim.

Ve minallahittevfîk…

İsmail Aksoy

Sıkıntılara iman kuvvetiyle karşı konulabilir!

Bu dünyaya gönderiliş gayemize baktığımızda görüyoruz ki, bu âleme gönderilmiş her insan cennete aday olarak gönderilmektedir.

Ancak cennet adayı bu insan, geldiği bu âlemde bazen sıkıntı ve musibetlerle imtihana çekiliyor, bu imtihanda göstereceği sabır ve tahammülle adayı olduğu cennetin faturasını ödeyerek gidiyor öbür âleme..

Ne var ki, imtihanı kazandıran bu sabır ve tahammül olgunluğu, kendiliğinden oluşmamaktadır insanda. Kuvvetli bir imanla kazanılmaktadır bu sabır ve tahammül olgunluğu..

Bundan dolayı aleyhissalâtü ves’selâm Efendimiz yaptığı duasında şöyle niyazda bulunmuştur:

– Yâ Rab, Senden dünyadaki musibet imtihanlarını kazandıracak iman kuvveti diliyorum. Sıkıntı ve zorlukları kolayca karşılayacak iman kuvveti ihsan eyle bizlere!

Demek ki, sıkıntı ve musibet imtihanlarını kazanmak, ancak sahip olduğumuz iman kuvvetiyle mümkün olur.. Gerçekten de imanı kuvvetli insanlarda zorlukların, musibetlerin tazyiki azalıyor, tahammül ve sabır duyguları gelişiyor, musibetler karşısında yıkılmıyor, dimdik ayakta durarak mutlu şekilde hayatlarını sürdürüyorlar..

İnanç bakımından inkişaf edemeyenlerde ise, küçük sıkıntı ve zorluklar dünya başına çökmüş gibi büyük görünüyor, geçici imtihanların tazyikine dayanamayan bu zayıf insan, hemen şikâyete başlıyor, bu da geçer ya hu! deyip de imtihanı kazanma duygusuna yönelmekte zorlanıyor..

İşte burada sıkıntılara iman kuvvetiyle mukabele ederek dimdik ayakta duranların verdikleri sabır ve tahammül örnekleri dikkatimizi çekiyor. Bu örneklerden ikisini arz etmek istiyorum bugün sizlere.

İmam-ı Gazali Hazretleri’nin naklettiği şu iman kuvvetinin verdiği dayanma gücüne bakın lütfen..

Sahabeden Hazreti Huzeyfe’nin azatlı kölesi Salim, savaşta derin yaralar almış, düştüğü kızgın kumların üzerinde susuzluktan dudakları çatlamış halde baygın yatmaktadır.

Arkadaşlarından biri durumunu görünce hemen kırbasındaki suyu uzatır:

– Şurada birazcık suyum kaldı, içiver de rahat bir nefes al!.

Dudaklarını hareket ettirmeye mecali kalmamış Salim, eliyle ağzını kapıyor, kaş-göz işaretiyle:

-Ben oruçluyum, uzattığın suyu içemem!’ diyor.. Israr ediyorlar:

– Sen bu halde iken orucuna devam edemez ölürsün, şu suyu içiver!.. Bu defa da şöyle cevap veriyor:

– Şu kalkanımın içine dökün. İftar vaktine kadar yaşarsam o zaman içerim. Yaşamazsam Rabb’imin huzuruna oruçsuz gitmektense oruçlu gitmeyi tercih ederim!.. diyerek suyu içme gereği duymuyor.

Salim, son anlarını yaşama derecesinde yaralı. Ama bu yaralar bedendedir, ruhta kalpte değil.. Kalpte ve gönülde öyle bir iman kuvveti var ki, bu imanı onu maruz kaldığı kılıç yaralarının tazyik ve tesirinden kurtarıyor, Rabb’inin huzuruna oruçlu olarak varmanın mutluluğunu hissettiriyor, uzatılan suyu içme gereği dahi duymayacak duruma gelebiliyor.

Sıkıntılara iman kuvvetiyle karşı konulacağına ait ikinci misali de büyük müçtehit Ahmed bin Hanbel Hazretleri veriyor..

Devrin yönetimi, isteğine uygun fetva alamadığı için onu zindana atmıştı. Hapishanenin rutubetli bodrumunda bir hayli zayıflamış olan Hazret-i İmam, nihayet mahkemeye götürülürken yol kenarında toplanmış olan sevenlerinden birinin feryadını duyar:

– Eyvah, böylesine zayıflamış bir bedenle bu musibete nasıl karşı koyacak mübarek hocamız?.

Sesin geldiği yana dönen büyük müçtehid, şöyle ikazda bulunur zayıflığına acıyan insana:

– Dikkat et! der, hayatta eksik olmayan musibet ve sıkıntılara, beden kuvvetiyle değil iman kuvvetiyle karşı konulur. İnsanın bedeni zayıf olabilir, yeter ki imanı kuvvetli kalsın. Kuvvetli iman, sahibine karşılaşacağı her türlü musibeti yenme azim ve şevkini verir, zorluklar karşısında pes ettirmez, ümitsizliğe düşürmez..

Evet, büyük müçtehidin sıkıntılara beden kuvvetiyle değil iman kuvvetiyle karşı konulacağı konusundaki bu açıklaması, hep hatırda tutulacak muhteşem bir hatırlatmadır.

Biz de hayatta eksik olmayan sıkıntı ve zorluklar karşısında Efendimiz (sas) Hazretlerinden öğrendiğimiz duamızı vesile kılarak diyoruz ki:

– Rabb’imiz, biz aciz, zayıf kullarız, aczimizi, zaafımızı açıkça itiraf ediyoruz. Bizi ve ülkemizi zorlanacağımız sıkıntılarla imtihan etme. İmtihan edeceğin sıkıntıları da sarsılmadan kolayca karşılayacak iman kuvveti ihsan eyle!.

Ahmed ŞAHİN / 15 Kasım 2011, Salı