Kategori arşivi: Risale Çalışmaları

Hutbe-i Şamiye’ye Sosyolojik ve Eleştirel Yaklaşım ve Bir Bediüzzaman Sosyolojisine Doğru

Hutbe-i Şamiye Ekseninde İslam Birliği ve Küresel Barış Konferansı Tebliğidir.

Dünyada büyük gelişmelerin olduğu dönemlerde bilim ve sanatın gereken önemi gördüğünü müşahede ediyoruz.

Bediüzzaman’ın bütün eserlerinde, burada ise Hutbe-i Şamiye’de genel bir perspektifi var, yani her olayda onu yöneten temel bir prensibi var. Nereye baksa o temel noktadan hareket ediyor. Bilim ve sanata dayanmayan değişmeler kabukta kalmış ve toplumlara bir şey getirmemiştir. Son yüzyılda izmlerin toplum hafızasındaki kalıcı izleri ile dinlerin mükemmel eylemlerle temsil edildiği tarihi dönemlerdeki sanat ve ilim tesirleri kıyaslanamaz. Bediüzzaman medeniyet tarihini okumuş demiyorum, okumanın ötesinde medeniyetin neler üzerinde gerçekleştiğini görmüş. Bu yüzden temel argümanları her zaman her konuştuğunda veya yazdığında çeşitli şekillerde hissettirir, gösterir, hatta bazen ona ikazda bulunur.

GÖZLEMLERE DAYANAN KONUŞMALAR

Bediüzzaman bizde ayrıntısı verilmeyen şablon cümlelerden kaçınır. Onun siyasetnamelerinde yani toplumu reorganize etmeye yönelik toplumsal, sosyal eserlerinde kendisine gelinceye kadarki gelenekten ayrıldığı yön, gözlemlere ve ayrıntıya dayanarak konuşmadır.

Hutbe-i Şamiye’de değişimin sağlanması için iki ana bakış açısı ile bakar her şeye:
Birisi fenni diğeri ise sanatlı bakış.

Çünkü fenlerin ve sanatın bakış açısı ile evreni ve insanı yorumlamayan bir düşünceden insanın melekat birliği doğmadığı gibi toplumların devletlerin de birlikte olması imkânsızdır.

Osmanlı kültürünün hükmettiği coğrafyalarda sadece siyasi bir birliktelik değil edebi ve kültürel bir birliktelik üzerinde durduğu görülür. O siyasi anlamda bittikten sonra da onun asıl yıkılması kültürel ortaklık ve birlikteliği sağlayan eserlerin ve felsefenin yok edilmesi olmuştur. Onun yerine konan kültürün ve sanatın, bilimin ve fennin toparlayıcı bir yapısı olmadığından dolayı sonraki inhitatlar yaşanmıştır ve yaşanmaktadır.

Onun fenni ve sanatsal bakış açısı her cümlesinde hissedilir.

Fenlerin casus gibi tetkikatıyla ve hadsiz tecrübelerle sabit olmuştur ki kâinatın nizamında galib-i mutlak ve maksud-ı bizzat ve Sani-i Zülcelal’in hakiki maksatları hayır ve hüsün ve güzellik ve mükemmeliyettir.” (Hutbe-i Şamiye, s. 41)

Burada iki büyük birliktelik sağlanmıştır.

Tarih boyunca ilimle din bir türlü bir araya gelmemiş, birinden dinsizler diğerinden mutaassıp insanlar ortaya çıkmıştır.

DİN İLİM ve SANAT PARALEL

Burada Bediüzzaman hem dinler tarihinin hem bilim ve fen tarihinin göremediği bir yorum yapıyor. Allah’ın esas maksadı ile fenlerin maksadı arasındaki göreceli olmayan ilişkiyi ortaya koyuyor. Sanatın maksadı: Güzellik ve hüsün ve mükemmeliyet.

Ama burada oraya gidiş yolu fenlerin araştırmalarıdır, Allah’ın da maksadı nihai noktada sanatın hedeflediğidir. Ama sanat bu sonuçlara varmak için dini göz ardı etmiş, Bediüzzaman ise olayın özünde fenlerin araştırmaları ile Allah’ın hedefi arasında birlikteliği yakalamış, bu da sanatın hedefidir. Burada din, ilim ve sanat arasında bir paralellik kurulmuştur.

SELAHADDİN-İ EYYUBÎ – FATİH – YAVUZ SULTAN SELİM

Bediüzzaman’dan önce Osmanlı’nın yıkılışa doğru gittiğini gören siyasiler ve üdeba siyasetnameler yazmışlar.

Namık Kemal Evrak-ı Perişan isimli eserini padişahları ataları gibi davranmaya ve onlar gibi misyon ifade etmeye çağırır. Büyük Osmanlı ve İslam hükümdarlarını örnek gösterir. Bunlardan biri Selahattin Eyyübi’dir. Diğeri Moğolları Müslüman eden Emir Nevruz, biri Fatih biri de Yavuz Sultan Selim’dir.

Devletin toparlanmasını yukarıdan bir mantıkla düşünür. Padişahın değişmesi ile ataları gibi yönlendirmesi ile imparatorluğun kurtulacağını örgütler.

Bediüzzaman ise böyle yukardan bir reçete ile değil, bizzat çözülmenin kaynaklarına nerede battığımızı gösterir, nereden hareketle yukarı çıkacağımızı birlikteliğimizi sağlayacağımızı anlatır.

Tanpınar bu biyografileri anlatır. “1872 ile 1873 arası ilk üç cüzü Selahattin-i Eyyübi, Fatih, Sultan Selim yazılan ve Devr-i İstila ile beraber Evrak-ı Perişan adı altında neşredilen bu biyografilere Kemal, Magosa’da ayrı bir mukaddeme ile Emir Nevruz’u ilave etmiştir. Söylemeğe hacet yok ki bu dört insanda Kemal, kendi fikirlerinin kahramanlarını görmektedir.

Mücadeleleriyle Haçlılar istilasını karşılayan Selahattin-i Eyyübi İslam birliğinin bir kahramanıdır.

Fatih ‘in dehası ona göre bir istilanın kazançlarını bir vatan haline getirir.

Sultan Selim safevilerle olan mücadelesiyle Mısır’ın ve Arabistan fethiyle Hilafetin İstanbul’a nakli ile yine i s l a m b i r l i ğ i n i n kahramanıdır. (Tanpınar, s. 400)

Bediüzzaman İslam birliği fikrinde Namık Kemal ile halef seleftirler, o da İslam birliği idealine çalışmış bu uğurda mücadele etmiş, eserler yazmış, tarihi eserler kaleme almıştır.

Dikkat edilirse onun sevdiği şahısları Bediüzzaman da sevmekte ve fikirlerini takdir etmektedir. Namık Kemal’in ileri sürdüğü iddialar bugün Bediüzzaman tarafından sahayı tatbike konulan düşüncelerdir. Evrak-ı Perişan bizi muharrirlerimizin kahraman ve vazife fikrine getirir.

O sade fertlerin değil cemiyetlerin dahi bir misyonu olduğuna kanidir.

Türk milleti onun nazarında ila-yı kelimetullaha memur olan bir millettir.

İslam ise ittihatla mükelleftir.

Dostoyevski’nin Tanrısını taşıyan milletine çok benzeyen bu düşüncenin Şinasi’den geldiği görülür. Kahraman topluma ait bu vazifeyi nefsinde en kuvvetli duyan ve duyuran adamdır.

Selahattin-i Eyyübi başa geçmekten o kadar çekinmesine rağmen emirliğe ve hatta hükümdarlığa muayyen bir işi yapmağa memur olduğunu anladığı için razı olur.

Yavuz tıpkı Selahattin gibi cemiyet hayatının kendisinden istediği şeyi yapmakla mükelleftir.
Fatih keza yukarda söylediğimiz gibi imparatorluğu tabii hudutlarına Anadolu’yu milli Rumeli’yi coğrafi birliğine kavuşturacaktır. O da misyona sahiptir.

Emir Nevruz misyon sahibidir Moğollar onun zamanında Müslüman olacaktır. Celal misyon sahibidir, Moğollara karşı İslam alemini muhafaza edecektir.” (Tanpınar, s. 403) Bediüzzaman zorunlarla İslam birliğini Namık Kemal ise şahıslarla, örnek şahıslarla savunur.

MADDÎ MANEVİ BATARYALARI GEREKENİ YAPAMAYAN İNSAN

Bediüzzaman Hutbe-i Şamiye’de insandan hareketle çözülmüş hayata bakış açısı karartılmış, maddi manevi bataryaları gerekeni yapamayan insandan hareket eder. Bediüzzaman toplumun birlikteliğine giderken bu güne dek geri kalışı “bizi maddi cihette kurun-ı vustada durduran” nedenleri anlatır. Bu eserin başlangıç noktasıdır, buradan hareketle ileriye doğru gider. Bu özellikleri kendinde taşımayan bir insan ve cemiyet elbette ne kendi birliğini ne de toplumun birliğini bunlardan ötesi İslam birliğini nasıl gerçekleştirsin.

Ümitsiz, sadakat hissini kaybetmiş, özellikle bu ikincisini söylerken üstü kapalı o dönemde İngiliz siyaseti ile Osmanlıyı arkadan vuran Müslüman ve Arap ülkelerini ikaz eder, çünkü burada sıdk ferdi bir arıza olmanın ötesinde siyasi bir hastalıktır. Çünkü yüzyıllarca birbiri ile birlikte yaşamış millet birbirini arkadan vurmaktadır.

Yemen de kaleye hapsedilen Osmanlı askeri acından ölmektedir, kumandan Molla olan yemen kumandanına bunların Müslüman olduğunu, acından öldüğünü hatırlatır, onun söylediği ise “Osmanlı burayı terk etsin, daha ötesini istemiyoruz” der zulmüne ve lakaytlığına devam eder.

Bediüzzaman “Sıdkın hayat-ı ictimaiye-i siyasiyede ölmesi” ile bunu kasteder.

Adavete muhabbet, nurani rabıtalara kayıtsızlık, istibdad, şahsi menfaat fikri.

Şimdi bu altı özellik bir ferd için gerekli olduğu gibi toplumlar için de gereklidir. Bediüzzaman birlikteliği bu psikolojik, dini ve psikanalitik değerlere bağlarken, eleştirisini insan merkezli yapar.

Namık Kemal ve benzeri Tanzimat üdebası daha sonraki dönemlerdeki yazarlar ve siyasiler hep yukardan inme bir eleştiri yaparken Bediüzzaman insandan başlar önce onun kurtarılmasını ve bazı yapıcı özelliklere sahip olmasını düşünür ve fikirlerini insan üzerine kurar.

TARİHTEN HABERSİZ OLMAK

Bediüzzaman ferdi ve toplumsal anlamda eleştirisinin bir öğesi de tarihten habersiz olmaktır. “Hakiki vukuatı kaydeden tarih hakikate en güzel şahittir” diyerek tarihin insanlar için zorunlu bir mukayese ve gelişme unsuru olduğunu en güzel şekilde ifade eder. Japon başkumandanının tarihi tespitini kendi onaylar.

“Hakikat-i İslamiyet’in kuvveti nispetinde Müslümanlar o kuvvete göre hareket etmeleri derecesinde ehl-i İslam temeddün edip terakki ettiğini t a r i h gösteriyor. Ve ehl-i İslamın hakikat-ı İslamiyede zafiyeti derecesinde tevahhuş ettiklerini vahşete ve tedenniye düştüklerini ve hercümerc içinde belalara mağlubiyetlere düştüklerini tarih gösteriyor.” (Hutbe-i Şamiye, s. 24)

Metnin devamında tarih bize gösteriyor ki, tarihler bize bildiriyorlar gibi tekrarlar ile tarihe dikkat çeker. Bir ideal insan ortaya çıkarmak gerekiyor ve onunla toplumun ve İslamın birlikteliği sağlanacaksa o kişinin fikirlerini tarih ile müşavere etmesi gerektiğini anlatır.

ONARMAK İÇİN ELEŞTİRİ

Eleştirilerin zeminine aklı ile düşünen, Kur’an’ın akla hitab eden hitaplarını hesaba katan, ilim ve fennin verileri ile olayları yorumlayan bir insan istemektedir. Camii Emevi’deki insanlara ve ehli ilme bütünlük kazanmış bir insan, doğru düşünmek ve fikretmek için ideal bakış açıları ile cihazlanmış bir insanın bizi ve hepimizi kurtaracağını salık verir. Eleştirmek için değil, tamir etmek onarmak için eleştirir. Bediüzzaman’ın gözlem gücünü insanımızın nerelerden kaybettiğini uzun süreli takiplerle elde ettiğini göstermektedir.

KENDİ GELENEĞİNDEN KOPAN AYDIN

Türk sosyologlarının bugün tartıştığı bir mesele batıya bağımlı düşünmektir. “Eleştiri ve tartışma fikre büyük değer katar, katkı sağlar. Ülkemizde bağımsız düşünme ve birlikte harekete geçme olanaklarının kısıtlı oluşu geliyor. Türk düşüncesi 200 yıldır batıya göre biçimlenmiştir. Kendi geleneğinden bağını koparmıştır. Türk aydını entelektüeli dünyayı kendi gözleriyle görmüyor, referansları farklıdır. Bir ülkenin aydını ve entelektüelinin bağımsız düşünme alışkanlığını kazanması gerekir. Gerçek anlamda bağımsız entelektüel etkinliğin yolu da bağımsız ipoteksiz düşünmekten geçer.” (Sosyoloji Yıllığı 20/57)

Bediüzzamanın sosyal organizasyonları, cemiyeti ve dini yeniden toparlamaya dayanan fikirleri tamamen ülkenin kendi insanı ve şartlarına göre yapılmıştır.

Münazarat da aşiretleri masaya bir anatomist gibi yatırmış oradan bakmış.

Muhakemat da din, edebiyat ve sanat, kelam ve daha başka konulardaki mutadı eleştirmiş,

Hutbe-i Şamiye’de ise İslam milletlerini oluşturan insanları ve toplumları bir Caminin penceresinden görmüş ve eleştirmiş ideal olan duruş ve davranışları belirlemiştir. Onun farklılığı sosyal bakışının harikalığı buradadır.

Sosyolojimiz Bediüzzaman’a özel bir sayfa açmalıdır, bugün olmasa yarın bu muhakkak olacaktır. Çünkü onun bütün eserlerinin sosyolojik yanları vardır, hepsi yerinde yorumlanacaktır. En büyük sosyolojik yönü dinin toplumda algılanma ve değerlendirme tarzındaki yanılgıları ülfet, gaflet ve dalaletleri tamir etmektir, bunu yapmıştır, diğerleri de buna ilave edilebilir.

Bir Bediüzzaman Sosyolojisi oluşturulmalıdır. Türk aydınının körlüğü gittiği gün bunu bütün çıplaklığı ile görecektir. İbni Haldun’dan Ahmet Rıza’ya sonra Cumhuriyetin kültürel yapısını oluşturan Ziya Gökalp’a kadar bütün sosyologların bakış açıları ve toplumu etüd etmeleri ile Bediüzzaman’ın fikirleri karşılaştırılmalı ve yeni bir toplum ortaya çıkarma veya düşüş ve çözülme dönemlerindeki toplumu sağlıklı bir yapıya kavuşturma konusunda onun fikirlerinin fevkaladeliği ortaya konmalıdır ve konacaktır.

İDEAL İNSAN VE MÜSLÜMAN PORTRESİ

Bugün Mustafa Kemal ve onun arkasında Ziya Gökalp’ın görüşleri ile Bediüzzaman’ın görüşleri sosyolojik açıdan karşılaştırılmalıdır. Çünkü şu an Anadolu sahnesinde olan onların görüşleridir. Yüzeydeki kavgaların ve çekişmelerin aslında bu ikili duruş ve hareket vardır. Bu yüzden bir adamın kabul edilmemesi reddetmek tarzında değil de onun karşısındaki en makul duruşa revaç vermekle ve onun fikirlerini avami bir din hareketi gibi değil, entelektüel bir birikim tarzında yorumlamak ve Türk ve dünya aydınına onun görüşlerini akademik ve ilmi bazda anlatmak gerekmektedir.

Müslüman Anadolu toplumu ruhsal telakkileri ve iştiyakı ile hangi tür bir toplumsal tedavi mekanizmasını kabul ettiğini ve neyi reddettiğini bugün içinde bulunduğumuz durumda göstermektedir. Bu gün Türkiye bir kültür ve siyaset krizinin çeşitli sancılarını yaşıyorsa bunun nedeni klasik sosyoloji reçetelerinin tedaviyi geçersiz veya bu yapıyı onların ortaya koymasıdır.

Bediüzzaman’ın kendinden önceki büyük sosyologlardan farkı o değişimi fertten başlayarak yukarıya doğru düşünür. Onun gayreti bütün Risale-i Nur da şu anda Hutbe-i Şamiye’de kişiden hareket etmektir. Hutbe-i Şamiye’de bütün anlatılan bahisler eleştirilen ve yerilen bir insan portresi ile onun yerine konan ideal bir insan ve Müslüman portresidir.

İbn-i Haldun, Ahmet Rıza ve Ziya Gökalp yukardan bir mantık ile toplumu düzeltmeyi ve yapıyı organize etmeyi düşünürler. Mesela altı büyük hastalık insana ait arızalardır, bunların yerine hangi olumlu özellikleri yüklemek gerektiğini anlatır. Kötülerin yerine yenileri ikame eder. Yirminci sahifeden başlayan altı arıza ve onların yerine konulan müspet vasıfların izahı elli sahife sürer. Demek Hutbe-i Şamiye toplumsal düzenleme insan üzerine mükemmel bir insan portresi üzerine kurulmuştur. Bütün eleştiriler ve önerilen yeni vasıflar insanı kurtarmak, toplumu kurtarmak, İslamı kurtarmaktır. Ferdi anlatılan özelliklerle donatmadıktan sonra yukardan aşağıya hangi düzenlemeyi getirseniz yeni bir şey yapamazsınız.

Bizim modern dönem dediğimiz batılılaşma serüvenimizde bütün değişim devlet üzerinden yapılır, çürümüş bir ferd ve ondan doğan aile mahalle ve şehir ve ülke nasıl ayağı kalkabilir. Bediüzzaman’ın bu bakışı kendinden öncekilerde yoktur. O mesele ve dejenere olan ile iyi bir empati kurmuştur.

Ziya Gökalp Osmanlıyı yıkmaya çabalayan bir mantık içinde yıkılıştan sonraki toplumun sosyolojisini yapar, Bediüzzaman ise geleceği gören biri olduğundan Osmanlının inhitat döneminde de o yine Osmanlı ve ittihad-ı İslama inanmış bir insandır, şartlar bunu gerçekleştirecek bir boyutta olmadığı halde o yine onları gerçekleştirmenin yorumlarını yapar. Cumhuriyet kurulduğunda dahi batı menşeli bir cumhuriyet fikrinde ısrar eden o günün insanlarının sa’ylerinin heba olacağını söyler, ama onlar artık yollarına girmişlerdir. Bediüzzaman sosyal bir elbisenin ömrünün ne olacağını bildiği için “Demek âlem-i İslam içinde mühim ve inkılab vari bir iş görmek, İslamiyet’in desatirine inkıyat ile olabilir, başka olamaz. Hem olmamış, olmuş ise çabuk ölüp sönmüş” (Mesnevi-i Nuriye, s. 99)

Şimdi o gün daha taze bir devletin ömrünün nereye kadar olacağını ilahi bir deha gözü ile görmüş ve zaman onu haklı çıkarmıştır. Onlardan ayrılmış, ama o Cumhuriyetin eksiği olan mana ambarını telif ettiği eserleri ile doldurmuş, sonra iflas etmiş bir uygulama, mükemmel bir uygulama ile rövanşı ortaya çıkmıştır. Bediüzzaman’ın mecliste okuduğu bahis içinde Ziya Gökalp’ın kültür ve devlet felsefesi vardır. Çünkü da harici düşünür, batılı sosyologlardan aşırma düşünür.

Prof. Dr. Himmet Uç

Hamiyet-i Diniye mi, Yoksa Hamiyet-i Milliye mi?

İnsan birbiri ile uzlaşan ve kaynaşan birçok şeyin bir araya bir tanrısal mantık ile getirilmesinden oluşturulmuş vahiysel bir canlıdır. Çünkü insan vahyin de geliş nedenidir, bu büyük tevhidî canlının madde ve manasının kaynaşması onun bu madde ve manasının hayata ve davranışlara yansıması da tevhidî bir şekilde düzenlemiştir.

İnsanın müfekkiresinde, fikir dünyasında kalbinin denetimindeki duygularında, aklında, sair melekat-ı uzviye ve maneviyesinde bir tevhidin izleri vardır. İnsan maddi ve manevi bir birleşmeden oluşmuş ama ortadan bölünen yumurta gibi geometrisi izlenebilen bir duruş değil bu birleştirmenin nasıl olduğu ve nasıl durduğu konusunda bilimin çok şey bilmediği bir büyük terkiptir.

DİN MİLLİYET VE SERBESTİ FİKİRLER

Gerek batı düşüncesinde, gerek bizde dini hisler ile milli hislerin sınırları konusunda münakaşalar yapılmıştır. Fransız ihtilalinden sonra insanın bu armonik birliği bilinçli olarak çözülmüş milliyet, din ve serbesti fikirleri insan vücudundaki müttehid duruşuna aykırı olarak piyasaya, fikir arenasına sürülmüştür.

Bana göre bu yapılan ortaçağın her ne kadar eleştirilse de din ile milliyet arasında denge kuran yapısını dağıtmak sözde yeni bir modern toplum ortaya çıkarmak içindi. Ama hiç de öyle olmamış, Fransız ihtilali sadece kendi ülkesinde değil diğer milletlerde de bir büyük fikir ihtilaline neden olmuş ve bilinçli olarak fikir arenasına sürülmüştür.

KÜÇÜK HARPTEN BÜYÜK HARBE DÖNÜŞ

Bir kere Peygamberimiz Efendimiz’in hayatına bakınca onda üzerinde yaşadığı toprağı koruma konusunda büyük bir hassasiyet-i fevkaladesinin olduğunu görürüz. Mekke’nin fethinden sonra Hıristiyanların ona saldıracağını duyunca onların üzerine büyük bir orduyla gitmiş, ama onlar sahneye çıkmamışlardır. O durumda çok acele bir karar verilmiş ve bin kilometrelik bir yol yürünmüştür.

Dönüldüğünde çok yorgun olan ashaba milli bir duygu ile gidilen savaş benzeri bir hareket sonrasında kişinin kendi içindeki dini savaşı konusunda mukayese yapmış ve küçük harpten büyük harbe döndüğünü söylemiştir. Demek ki kişinin hamiyeti diniyesi ve milliyesi aynı kalpte ve aynı davranışlardadır. Bunu bıçakla keser gibi ayırmak imkânsızdır. Ama bizde onsekizinci yüzyıldan itibaren milli hisler ile dini hisler karşılaştırılmış, kimisi dini hisler tarafına, kimi de milli hisler tarafına yerleşmiş bir fikir maçı gibi o günden bugüne bu iki düşünce farklı insanları yetiştirmiştir.

DİNİ HAMİYET VE MİLLİ HAMİYET

Mehmet Akif hem dini hamiyet, hem de milli hamiyet konusunda hiç fark göstermeksizin ikisini de aynı anda uygulamış, Anadolu’da milli mücadelenin başlaması konusunda gerekeni yapmış, bu arada da Tefsir-i Celaleyn’i gittiği yerlerde okumuş ve ondan hareketle halka vaazlar vermiş, dini hamiyetini milli hamiyeti harekete geçirmekte kullanmıştır.

Ama bunun yanında Mehmet Emin Yurdakul ve Ziya Gökalp, daha sonra Ömer Seyfettin ve benzeri şahıslar ise ağırlıklı olarak milli hamiyet fikrini almışlar, onun hâkim olduğu bir perspektiften bakmışlardır olaya.

Bu farklı düşünce bizim neslin hayatında da tesirini göstermiş, milliyetçiler ve dindarlar diye iki grubun oluşmasını doğurmuş, birçok mücadele ve çekişmelere neden olmuştur. Aslında din ile milliyetin farklı alınması doğasındaki birlikteliğe uygun olmayan bir ayrıma neden olduğu için kavga ayrımdan sonra toplumsal ayrışmaya neden olmuştur.

Bugün de bunun uzantıları takib edilmektedir, ama bu ayrışmanın yeni dönemde ciddi bir kaynaşma ve birleşme içinde olması gerekir, yoksa milliyet tarafını tutan kavmî ağırlıklı düşünenler dine dolaylı ve tebei baktıkları için zaman içinde dindarlardaki sadece din ağırlıklı düşünmelerle aralarında büyük sürtüşmeler olabilecektir.

Bediüzzaman’ın, “Türk unsurunda kabil-i iltiyam olmayan bir inşikak çıkacak” demesi bu farklı düşüncelerin zaman içinde doğuracağı bir olumsuzluk olabilir. Bu yüzden Türk Kürt, Milliyetçi, Kürtçü, Dindar, Muhafazakâr gibi, ayrı gibi görünen unsurların kaynaşması gerekir. Unsurları savunanlar kendilerinden emin kılıç sallayabilirler, ama bu ayrışma açıların gittikçe uzlaşmaz biçimde büyümesini doğuracak ve kendini güçlü hisseden bu grupların bir çatışmasına neden olabilecektir.

Bu yüzden anayasada bu birlikteliği armonik ve tevhidi birleşimi temin etmek zorunluluğu vardır, hem çok kati olarak vardır.

Bedüzzaman’ın hayatında da Hamiyet-i milliye ve diniye arasında bir ayrışma yoktur. O Ermenilere karşı, Ruslara karşı savaşmış, milli mücadele için gayret etmiş, işgal İstanbul’unda İngilizler aleyhine çalışmıştır, dini hamiyeti gereği olarak da milletinin dini hislerini güçlendirmek için dünyanın en güçlü dini metinlerini meydana getirmiştir.

Ama bu anlayış talebelerine yansımalı ve anayasaya da yansımalıdır. Çünkü bu terkip bu toprakları asırlarca bir arada tutmuş ve Bediüzzaman sosyal eleştiri metinlerinde Muhakemat, Münazarat, Hutbe-i Şamiye’de bu birlikteliğin yeni dönemde de önemli olduğunu vurgulamıştır.

 Prof. Dr. Himmet Uç

Mehdiyyet Meselesi ve İttihad-ı İslâm

Bu meselenin medar-ı bahs edilmesi, başta Peygamber (s.a.v) olmak üzere Sahâbe-i kirâm, evliyâ-i izâm ve ulemâ-i İslâm’ın müjdelediği, maddî-mânevî cihâdı icra edecek, âlem-i İslâm’ın birliğini temin edip Şerîat-ı Garrayı hakkıyla tatbîk edecek bir zât-ı nûrâniyi ve O’nun cemâatini tebşîr etmek, bununla Ümmet-i Muhammediyye (a.s.m)’ın istikbâle ümitle bakmalarını temin etmek içindir.

Mehdî’nin üç mühim vazîfesi:

Birinci vazîfesi: Îmânı kurtarmak

İkinci vazîfesi: Şerîatın tatbîk ve icrâsıdır.

Üçüncü vazîfesi: Hilâfet-i Muhammediyye (asm) ünvânı ile şeâir-i İslâmiyyeyi ihyâ etmek ve âlem-i İslâm’ın vahdetini (ittihad-ı İslâm) istinâd noktası yapıp Îsevî rûhânîleriyle ittifak etmek ve Kur’ân’ı bütün dünyaya hâkim kılmaktır.

Üstad Bedîüzzaman bu üç vazîfeyi şöyle ifade etmektedir:

Ümmetin beklediği, âhir zamanda gelecek zâtın üç vazifesinden en mühimi ve en büyüğü ve en kıymetdarı olan iman-ı tahkikîyi neşir ve ehl-i imanı dalâletten kurtarmak cihetiyle, o en ehemmiyetli vazifeyi aynen bitemâmihâ Risale-i Nur’da görmüşler. İmam-ı Ali ve Gavs-ı âzam ve Osman-ı Hâlidî gibi zatlar, bu nokta içindir ki, o gelecek zatın makamını Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsinde keşfen görmüşler gibi işaret etmişler. Bazan da o şahs-ı mânevîyi bir hâdimine vermişler, o hâdime mültefitane bakmışlar. Bu hakikatten anlaşılıyor ki, sonra gelecek o mübarek zat, Risale-i Nur’u bir programı olarak neşir ve tatbik edecek.

O zatın ikinci vazifesi, şeriatı icra ve tatbik etmektedir. Birinci vazife, maddî kuvvetle değil, belki kuvvetli itikad ve ihlâs ve sadakatle olduğu halde, bu ikinci vazife gayet büyük maddî bir kuvvet ve hakimiyet lâzım ki, o ikinci vazife tatbik edilebilsin.

O zatın üçüncü vazifesi, hilâfet-i İslâmiyeyi ittihad-ı İslâma bina ederek, İsevî ruhanîleriyle ittifak edip din-i İslâma hizmet etmektir. Bu vazife, pek büyük bir saltanat ve kuvvet ve milyonlar fedakârlarla tatbik edilebilir.”(1)

İttihad-ı İslâm olmazsa, içtimai hayattaki ikinci ve üçüncü vazifelerin gerçekleşmesi mümkün olmaz. Bir başka ifade ile, sosyal hayata yapılacak yükleme ile bilhassa avamın ve herkesin İslâmî düşünme, İslâmî amel/hayat ve İslâmî hislere (şuurları olmadan olsa bile) sahip olmalarının teminatıdır. Yani geçmişten tevarüs eden güzel hasletler, ahlâkî güzellikler, toplumsal değerler darbelenerek tahrip edildi, sosyal hayattan soyutlanarak İslâm toplumu dinî değerlerden ve özellikle şeâir denilen İslâmî sembol ve hayat tarzlarından uzaklaştırıldı. O bakımdan İslâm içtimaiyâtı, İslâmî hayat tarzı, Sünneti yaşamadaki , avamın âhireti kazanma hususundaki teminatıdır, güvencesidir.

İşte bu güne kadar bilinçli ve plânlı bir biçimde gerçekleştirilen ve direkt olarak Müslümanları amelî, fikrî ve edebî (sanat adı altında sosyal hayatın her kademesinde uygulanan plânlı, kokuşmuş batı kaynaklı aktiviteler, Yunan kaynaklı, ene merkezli hastalıklı düşünce ile yazılı ve görsel basının bünyede açtığı yaralar, aile ve fertlere yönelik yozlaştırma faaliyetleri, v.b) açıdan darbe vuran inkılâpların tahribatının giderilmesi bu devrelerde gerçekleşecektir.

Gizli zındıka komitesi bu ve benzeri mektupları fasit yorumlarla ele almış, Ümmeti ve Nur câmiasını yanıltmaya çalışmışlardır.

İkinci vazîfeyi; İslâm’ın yeniden yorumlanması, demokrasi ve laikliğin yanlışlarının düzeltilmesi, böylece süfyaniyyetin zulmüne set çekilmesiyle İslâmla demokrasinin barıştırılması, orta bir yolun bulunarak bu ikinci vazîfenin şahıslar tarafından tatbikinin olabileceğini ileri sürmektedirler.

Üçüncü vazîfe; Avrupa Birliğine girmekle Hıristiyanlarla birleşmektir. Bedîüzzaman’ın haber verdiği İsevî rûhânîlerle ittifakın ve Hz. İsa (a.s)’ın nüzûlünün mânâsı budur. Hazret-i Îsâ, beşerî cismiyle nüzûl etmeyecektir.

Türkiye, Mehdî’nin şahs-ı mânevîsini temsil ediyor; Amerika ve Avrupa ise Hazret-i Îsâ (a.s)’ın şahs-ı mânevîsini temsil ediyor. Mehdiyyet cereyânının ikinci vazîfesi olan Âlem-i İslâmda, özellikle Türkiye’de İslâmiyeti yeniden yorumlamak ve demokrasiyi ta’dîl etmek, yani Avrupadaki gibi bir demokrasiyi getirmek vazîfesini ve Mehdiyyet cereyanının üçüncü vazîfesi olan Avrupa Birliğine girip, Hıristiyanlarla, hasseten Amerika ile ittifak etmek vazîfesini, Mehdiyyet cereyânını temsil eden Türkiye yapıyor”

Bu gizli komitenin amacı; İslâm dininde reform yapmak, cihad rûhunu öldürmek, müslümanların ümitlerini kırmak, Kur’ân ve Sünnetin yerine beşerî bir sistemi yerleştirmek ve Müslümanlara bu sistemi dayatmaktır.

Bu sinsî ve bâtıl fikirlerini yerleştirmek için yaklaşık iki yüz seneden beri, İslâm âlemi içerisinde yaptıkları sistemli çalışmalarla bir takım mevkileri ve şahısları elde etmişlerdir.

Üstad Hazretleri eserlerinin değişik yerlerinde, Mehdîlik vazîfesinin ikinci ve üçüncü devrelerinde; Süfyâniyyet rejiminin İslâm Âleminde ilmî, amelî ve edebî felsefeyi yerleştirmesine karşılık; Hazret-i Mehdî’nin siyâsî, hukûkî ve ictimâî sahalarda inkılâb yapacağını, yani maarifte, devlet idaresi ve mahkemelerde ve basın-yayında Kur’ânî düsturları yerleştireceğini bildirmiştir.

Cenâb-ı Hak, kemâl-i rahmetinden, şeriat-ı İslâmiyenin ebediyetine bir eser-i himayet olarak, herbir fesad-ı ümmet zamanında bir muslih veya bir müceddid veya bir hâlife-i zîşan veya bir kutb-u âzam veya bir mürşid-i ekmel veyahut bir nevi mehdî hükmünde mübarek zatları göndermiş, fesadı izale edip milleti ıslah etmiş, din-i Ahmedîyi (a.s.m.) muhafaza etmiş.

Madem âdeti öyle cereyan ediyor. Âhirzamanın en büyük fesadı zamanında, elbette en büyük bir müçtehid, hem en büyük bir müceddid, hem hâkim, hem mehdî, hem mürşid, hem kutb-u âzam olarak bir zât-ı nuranîyi gönderecek ve o zat da ehl-i beyt-i Nebevîden olacaktır. Cenâb-ı Hak bir dakika zarfında beyne’s-semâ ve’l-arz Âlemini bulutlarla doldurup boşalttığı gibi, bir saniyede denizin fırtınalarını teskin eder. Ve bahar içinde bir saatte yaz mevsiminin numunesini ve yazda bir saatte kış fırtınasını icad eden Kadîr-i Zülcelâl, Mehdî ile de Âlem-i İslâmın zulümatını dağıtabilir. Ve vaad etmiştir; vaadini elbette yapacaktır. “(2)

Tâ ahir zamanda, hayatın geniş dairesinde, asıl sahipleri, yani Mehdî ve şakirtleri Cenab-ı Hakkın izniyle gelir, o daireyi genişlettirir ve o tohumlar sümbüllenir. Bizler de kabrimizde seyredip Allah’a şükrederiz.”(3)

Büyük Mehdînin çok vazifeleri var. Ve siyaset âleminde, diyanet âleminde, saltanat âleminde, cihad âlemindeki çok dâirelerde icraatları olduğu gibi…

Evet, yüzer kudsî kahramanları yetiştiren ve binler mânevî kumandanları ümmetin başına geçiren ve hakikat-i Kur’âniyenin mayasıyla ve imanın nuruyla ve İslâmiyetin şerefiyle beslenen, tekemmül eden Âl-i Beyt, elbette âhir zamanda, şeriat-ı Muhammediyeyi ve hakikat-ı Furkaniyeyi ve sünnet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) ihya ile, ilân ile, icra ile, başkumandanları olan Büyük Mehdînin kemâl-i adaletini ve hakkaniyetini dünyaya göstermeleri gayet mâkul olmakla beraber, gayet lâzım ve zarurî ve hayat-ı içtimaiye-i insaniyedeki düsturların muktezasıdır.”(4)

Üstad Bedîüzzaman; “İstikbâl, yalnız ve yalnız İslâmiyyet’in olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur’âniyye ve îmâniyye olacak.” Sözleriyle bir asır öncesinden Kur’ân’ın hâkimiyetini müjdelemektedir. (5)

…Ve hamiyet-i İslâmiyye’nin şiddetli feverânı..”(6) sözleriyle İslâm Âlemi’nin, özellikle seyyidler cemaatinin duyarlılığını nazara vermektedir.

Maddeten dahi İslâmiyet istikbâle hükmedecek.”(7) sözleriyle mehdiyyet devresinde maddî güç ve kuvvetin de Müslümanların elinde olacağı müjdelenmektedir.

Dar ölçekte sadece küresel barışı değil, tüm dünya ve âlemlerde de barışın tesisi, İttihad-ı İslâm sayesinde gerçekleşecektir. “…Zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umûmîyi de temin edecek.” (8)

Hakîkat-ı İslâmiyye’nin güneşi ile, sulh-u umûmî dairesinde hakîkî medeniyeti görmeyi, Rahmet-i İlâhiyyeden bekliyebilirsiniz.”(9)

Zemin yüzünü ve âfâkı şirk ve küfürle mânen kirletenlerin hak ettikleri cezayı bulacaklarını ifade etmektedir:

Elbette beşer bu kadar zulmî küfriyatlarıyla zemin yüzünü mülevves ve perişan ettikleri halde, cezasını görmeden ve kâinattaki maksûd-u hakîkîye mazhar olmadan dünyayı bırakıp ademe kaçamıyacak.”(10)

Son olarak; devrin iktidarına yaptığı “…ittihad-ı İslâm cereyanını kendine nokta-i istinad yapmaktır.” Tebliğinin tüm iktidarlara, özellikle dindar siyâsîlere yönelik bir teblîğ ve tavsiyesi olduğunu, ayrıca hürriyetin başında bazı dindar mebuslara verdiği cevap (11) ile Zeylin Zeylindeki “Yaşasın Şerîât-ı Garra” başlığıyla mebuslara hitabını (27) vurgulamayı önemli bir vazîfe addediyorum.

İsmail Aksoy

Dipnotlar:

1. Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, Risale-i Nur’dan parlak fıkralar ve bir kısım güzel mektuplar,11

2. Mektûbât, 29. Mektup, Yedinci kısım, Beşinci İşâret, İkinci suâl

3. Kastamonu Lâhikası, Birden İhtar Edilen Bir Mesele,76

4. Şuâlar, Beşinci Şuâ

5. Hutbe-i Şâmiye, s, 21

6. Hutbe-i Şâmiye, s, 28

7. Hutbe-i Şâmiye, s, 33

8. Hutbe-i Şâmiye, s,36

9. Hutbe-i Şâmiye, s, 38

10. Hutbe-i Şâmiye, s, 39

11. Hutbe-i Şâmiye, s,74-80

12. Hutbe-i Şâmiye, s, 81

Bedeli en yüksek para: İsraf

Bu zamanda israfta harcanan para çok pahalıdır. Karşılığında bazen haysiyet, namus rüşvet olarak alınabiliyor. Bazen de dinin kutsal değerleri alınıyor, sonra değersiz bir para veriliyor.

Nasıl ki, içki ve uyuşturucu gibi haram olan israflara girmek beden sağlığını bozuyorsa, ihtiyaç fazlası tüketim de kainatın dengesinin bozulmasına sebep oluyor. Gereksiz yere tüketilen her litre su, alınan fazladan her kıyafet, küremizi daha fazla ısıtıyor ve hem onda yaşayanlara hem de o yaşayanları Yaratan’a karşı büyük bir zulüm oluyor. Efendimiz’in (a.s.m.) lüks içinde yaşadığı için bir sahabenin namazını kılmayacak kadar önem verdiği israf hem Kur’an’da hem de hadislerde katî bir şekilde yasaklanmıştır.

İsraf, “yeme, içme, giyim kuşam, alış veriş, uyku ve istirahat, hatta konuşup yazmak gibi her türlü hâl ve davranışta sınırı aşmaktır” diye tarif ediliyor. Âyet ve hadislere baktığımızda, bütün israfların yasaklandığını, bazılarının haram, bazılarının da mekruh sayıldığını görüyoruz.

Peki, israf neden yasaklanmış ve bu yasağın hikmetleri nelerdir? Başta Üstad Bediüzzaman’ın İktisat Risalesi olmak üzere İslâmî kaynaklarda özetle şu cevaplara rastlıyoruz:

İsraf, öncelikle kâinattaki hikmete zıttır. Çünkü kâinat tam bir hikmetle yaratılmış ve hiçbir şeyde asla israfa yer verilmemiştir. Meselâ, kafamıza o kadar çok organ ve parça yerleştirilmiş ki, sayısız görevleri başarıyla görüyorlar. Şayet her birine tırnak kadar bir yer verilseydi, kafamız Ağrı Dağı gibi büyük olurdu. Hâlbuki öyle olmamış, her biri maksada ne kadar yarayacaksa, ona o ölçüde yer verilmiş. Hiçbir şekilde israfa gidilmemiştir.

İşte bizden istenen de, kâinata konan bu hikmete uymak. Meşru maksatlarımızı görecek ölçü ne kadarsa, o ölçüde tüketmek ve sınırı aşmamak.

İsraf nimeti küçümsemektir

İsraf, şükre de zıttır. Bunu vicdanımızla da hissedebiliriz. Meselâ, birine bir hediye verilse, o da verenin gözü önünde onu çöpe atsa; hiç şüphesiz o hediyeyi küçümsemiş olur. Hatta diliyle teşekkür etse bile, bu tavrıyla teşekküre zıt bir davranış sergilemiş olur.

Cenâb-ı Hakkın sonsuz rahmetiyle verdiği nimetleri israf etmek de, o nimetleri küçümsemek anlamını taşır. Hem israf kanaatsizliği doğurduğu için çalışma şevkini kırar. İnsanı tembelliğe atar. Şükredeceği yerde devamlı şikâyetçi olur.

Ayrıca israf, Cenâb-ı Hakkın ihsan ettiği nimeti küçümseme anlamını taşıdığı için de, o nimetten mahrum olmaya sebep olur.

Sonra israf, nimetlerdeki İlâhî rahmete karşı bir saygısızlıktır. Çünkü insanlar bile, acıdığı muhtaç birisine bir miktar para verse, o da o parayı kumara verse, elbette onlar bundan hoşlanmazlar. “Acıdık, para verdik. O da bizim merhametimizi kötüye kullandı, saygısızlık etti” derler.

İsraf, aynı zamanda bereketsizliğin de sebebidir.

Manevî bir dilencilik

Ayrıca israf, beden ve çevre sağlığını da bozan sebeptir. Nasıl ki, fazla yiyip içmek, içki ve uyuşturucu gibi haram olan israflara girmek beden sağlığını bozuyorsa, ihtiyaç fazlası tüketim de çevre dengesinin bozulmasına sebep olur (Aşırı tüketimin çevre dengesini ne kadar bozduğunu, artık ilim adamlarından sıradan insanlara kadar herkes tartışıyor).

Hem israf, manevî dilencilik zilletine düşüren bir sebeptir. Yani insan, gelenek görenek gibi sebeplerle zorunlu ihtiyaç olmayan şeyleri alıp tüketmeye başlarsa, gelir gider dengesi bozulur. Başkalarından borç para almaya kendini mecbur hisseder ve manevî dilenciliğe ve sefalete düşer.

Efendimiz müsrifin namazını kılmadı;

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir süre, zorunlu ihtiyaçların üstüne çıkarak tereffüh (lüks) için borç alan ve bu borçla ölen kimselerin cenaze namazlarını kılmamış, Sahabelere “onun namazını siz kılın” buyurmuştur.

Özellikle bu zamanda israfta harcanan para çok pahalıdır. Karşılığında bazen haysiyet, namus rüşvet olarak alınabiliyor. Bazen de dinin kutsal değerleri alınıyor, sonra değersiz bir para veriliyor.

  • İsraf, sefahatin, sefahat de sefaletin kapısıdır.
  • İsraf, nimet içindeki lezzetleri hissedememenin sebebidir.
  • İsraf, nimetlerdeki lezzetin tadını alamamanın da sebebidir.

Daha bunlar gibi pek çok sebep ve hikmet sıralanmıştır ki, bunlardan israfın ne kadar şer olduğu ve insanı şerre götürücü önemli bir sebep olduğu açıkça anlaşılıyor. Kur’ân ve Sünnet her türlü şerri yasakladığı gibi şeytanların at kişnettiği israf alanını da yasaklamıştır.

İsraf şeytanların kardeşidir

Kur’ân şöyle buyuruyor:

Ey âdemoğulları! Yiyin için fakat israf etmeyin. Allah israf edenleri sevmez.” Çünkü “israf edenler şeytanların kardeşleridir.

Peygamber Efendimiz de (a.s.m.) şu sözlerle israfı, ihtiyaç fazlası tüketimi yasaklamıştır:

Yiyiniz, sadaka veriniz, giyiniz. Fakat bunları yaparken israfa ve tekebbüre kaçmayınız.

Bu hadis-i şerifte sadakada bile israf olabileceği belirtilmiştir. Şayet insan başkasına muhtaç olacak ve sefalete düşecek kadar sadaka verirse, bunun da israf olabileceği belirtilmiştir.

İnsan ne kadar zengin olursa olsun ve ne kadar bol nimetler içinde bulunursa bulunsun, yine de ihtiyacını giderecek kadar harcama yapmalıdır. Peygamber Efendimizin (a.s.m.) şu uyarısı, israf alanının ne kadar geniş olduğu konusunda oldukça dikkat çekicidir:

Resulullah (a.s.m.), abdest almakta olan Sa’d’a uğramıştı. ‘Bu israf da ne?’ buyurdular. Sa’d, ‘Abdestte de israf olur mu?’ dedi. Aleyhissalâtu vesselâm, ‘Evet! Akan bir nehir üzerinde olsan bile!’ cevabını verdi

İsraf hem candan hem maldan ediyor

İmam Nevevi’nin de ifade ettiği üzere, İslâm âlimleri bu ve benzeri hadislerden hareketle, abdest alırken fazla su kullanılmasını, deniz kenarında bile olsa “mekruh” saymışlar ve bu konuda görüş birliğine varmışlardır.

Hanefî mezhebinde, kişinin kendisine ait olan veya kullanılması mubah olan suda israfın tahrimen mekruh, mescitlere vakfedilen sularda ise, israfın haram olduğuna hükmetmişlerdir. Bu yasakta İslâmiyet’in başka maksatları bulunduğu için, suyun nehirde bedava akması gibi fevkalâde bolluğu, ondan ihtiyaç fazlası harcamanın mekruh olmasını ortadan kaldırmıyor. Buradaki İlâhî maksatlardan biri, kişiye, günde beş defa israfın kötülüğünü hatırlatmak, bir değeri de tabiata olan saygıyı gönüllere yerleştirmektir diyebiliriz.

Günümüzde bu saygının gönüllerden silinmesi sebebiyle çevreye ne kadar zarar verildiğini, yaşanan çevre felâketleriyle artık daha iyi anlıyoruz. İhtiyaç fazlası tükettiğimiz her şey bize bütün zararlarıyla geri dönüyor. İklim değişikliğinden hava ve toprağa karışan zehirlere kadar birçok şey hayatı olumsuz etkiliyor. Bazen de hem candan hem de maldan oluyoruz.

Hem varlığa hem de Allah’a karşı zulüm

Şu hadis-i şerif de, israfın bir kötülük, bir haddi aşma ve bir zulüm olduğunu belirtmesi bakımından ibretlidir:

“Hz. Peygamber (a.s.m.), kendisine abdest hususunda soru soran bir bedeviye, organlarını üçer defa yıkamak suretiyle abdest almayı fiilen gösterdikten sonra, ekler, ‘Abdest böyle alınır. Kim buna ilâvede bulunursa kötü yapmış, haddi aşmış ve zulmetmiş olur.’”

Hadiste geçen “zulmetmiş olur” tabiri düşündürücüdür. Bu hadisi açıklayanlar “sevaptan mahrum kalmakla kendine zulmetmiş olur” anlamını çıkarırlar. Bizim de, israfa girdiği için varlığa zulmetmiş, emanete ihanet ettiği için de mülkün gerçek sahibi olan Allah’a karşı bir zulüm işlemiş olur anlamını çıkartmamız mümkündür.

Evet, abdest alırken bile suyu israf etmek kötülük, haddi aşmak ve zulüm olursa, başka şeylerde yaptığımız harcamalar, elbette daha fazla dikkat gerektiren hususlardır.

Kenan DEMİRTAŞ

Zübeyir Gündüzalp’in Sadeleştirmeye Bakışı

1969 yılında Ekim ayında Üstadımızın Hizmetkarlarından Zübeyir Gündüzalp Ağabey’e Abdülkadir Badıllı ağabey tarafından Risale-i Nur’ların sadeleştirmesiyle ilgili sorulan soruya vermiş olduğu cevap elimize ulaştı. Daha önce neşredilmeyen mektubun sadeleştirmeyle ilgili kısmını NurNet.Org ekibi olarak sizlere sunmak istedik.

Rabian: İkinci mübarek ve müjdeli mektubunuzu aldım. (Bugünkü neslin bilmediği fakat ihtiyacına binaen öğrenmek zaruretinde olduğu kelimeleri Üstadımızın harikulade üslup ve belagatini ve hakikatleri ifade sadedinde istimal ettiği lügatleri aynı muhafaza etmekle) hepimiz mükellef bulunmaktayız. Hem merhum ve muazzez üstadımızın sağlığında bu hususlarda:

1- Ya sahife sonlarında bir not halinde veya satır içinde lügatlerin yanına parantez içerisinde yazılıp yazılamayacağına.

2- Veyahut bir Risale-i Nur mecmuasının sonuna lügatçe ilavesine dair istenilen müsaadelere mübeccel Üstadımız izin vermemiştir. Bir defasında şu mealde buyurmuşlardır:

“Bu, Risale-i Nuru tahriftir. Bir zaman biri … yaptı çok zarar verdi.
Biraz da okuyanlar zahmet çeksinler, lügatlerden arayıp bulsunlar.”

Eğer (santral, eczane, şimendifer) gibi lügatler (Nuriye’de) Arabî Risalelerin içinde ise mezkûr vazifemize ve hakikate binaen yine değiştiremeyeceğiz. Okuyan zatlar öğrensinler. Eğer Arapça’yı okuyacak yeni nesil ise, yirminci asrın mevki-i muallâsından hitap eden mübelliğ-i umumînin, hâdi-i Ekberin – kim bilir akılların ermediği ne hikmete binaen yazdığı- mevzuu bahis kelimeler misillü lügatleri merak edip öğrenmek şeref-i manevisine yükselsinler.

Hamisen: Arabîleri başında eğer başlıklar Türkçe ise yine aynen Türkçe olarak kalsın,m adem üstadımız o büyük eseri tekrar tekrar okumuş ve mecmua haline getirmiş olduğu sıralarda o başlıkları aynen bırakmış, bizlerde aynen bırakırız.

El Baki Hüvelbaki

Hasta Kardeşiniz
Zübeyir Gündüzalp

www.nurnet.org