Ailenin Temeli Nasıl Atılır?

Kadın dört hasleti için nikahlanır: Malı için, soyu için, güzelliği için, dini için. Sen dindarı seç de huzur bul.” (Hadis)                                                                                                

Tarih içinde çeşitli nedenlerle evlilikler yapılmıştır. Her devirde öncelikli nedenler kişilere, onların toplumsal statüsüne göre değişebilir. Halktan birinin evliliğiyle kralların, beylerin veya padişahların evlilikleri arasında farklar vardır.

Bir ailenin sağlıklı olabilmesi, ilk baştan onun doğru kurulmasına bağlıdır. Genelde evlenecek çiftlerden her biri kendi kazanımları ve ailelerinden getirdikleri kurallar ile yeni bir yuvanın temelini atarlar. Ailenin idaresinden çocukların terbiye ve eğitimine kadar her şey atılacak bu temele bağlıdır.

Karşılıklı sevgi, şefkat, fedakârlık ve merhamet duygularının suya atılan bir taş misali giderek büyüyen halkaları, yeni kurulacak bu ailenin temelini oluşturmalıdır. Güzellik, zenginlik veya ekonomik güç gibi ölçütlerin ön planda olması sağlıklı aile kurulması için olmazsa olmaz şartlar değildir. Günümüzde yapılan evliliklerde boşanma oranları eskiye göre çoktur. Sürdürülen mutsuz evliliklerin sayılarını ise kimse tam bilemiyor. Onun için ailenin temelini, ta baştan doğru atmak gerekiyor.

İnsanın yaşadığı aile onun için çok önemlidir. Günümüzde anne, baba ve çocuktan oluşan çekirdek aileler eski büyük ailelerin yerini alırken küreselleşme adıyla devam eden modernleşmenin sebep olduğu savrulmadan, aileler de nasibini fazlasıyla aldılar.

İslamiyet düşmanları tarih boyunca kendi şahsi ve ulusal menfaatlerini korumak uğruna, İslam toplumlarına “böl, parçala ve yönet” metodunu uygulamışlardır. Onları bölmek için de “Gençler ve Kadınlar” üzerinde özellikle stratejiler geliştirirler. Çünkü toplumun dinamikleri bu iki grup üzerinden kurulur. Onlara hâkim olan, toplumu şekillendirebilir. Günümüzde bu iki gruba hitap eden yazılı ve görüntülü yayınların çokluğu bunu ispat eder. İnternet aracılığıyla bütün dünya artık yanı başınızda, evinizin içine kadar girmiş vaziyettedir.

*İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyesine ve dolayısıyla din-i İslâma zarar vermek için, gençleri yoldan çıkarmak ve gençlik hevesâtıyla sefahete sevk etmek için bir iki komite çalışıyormuş. Aynen öyle de, biçare nisâ taifesinin gafil kısmını dahi yanlış yollara sevk etmek için bir iki komitenin tesirli bir surette perde altında çalıştığını hissettim. Ve bildim ki, bu millet-i İslâma bir dehşetli darbe, o cihetten geliyor. (LEMALAR, 24.Lema)

*mübarek taife-i nisâiye, fıtraten yüksek ahlâka menşe olduğu gibi, fısk ve sefahatte dünya zevki için kabiliyetleri yok hükmündedir. Demek onlar daire-i terbiye-i İslâmiye içinde mesut bir aile hayatını geçirmeye mahsus bir nevi mübarek mahlûkturlar. Bu mübarekleri ifsad eden komiteler kahrolsunlar! (LEMALAR, 24.Lema)

 Bediüzzaman ailenin temelinde annenin görevlerini çok önemser, birinci rolün onlarda olduğuna inanır ki onları bekleyen tehlikelere karşı önerilerini “Hanımlar Rehberi” isimli kitabında toplamıştır.

*hanımlar tâifesi, gençlerden daha ziyâde bu zamanda öyle bir rehbere muhtaçtırlar. (H.REHBERİ)

Genç kızlar evlilik çağı geldiğinde, bazen evleneceği kişinin ahlaki durumunu, batılılar gibi yaşantısına ve serserice yaşam biçimine bakmadan onun zenginliğine bakarak evlenirlerse onları ilerde tehlikeler bekler. Yoksa boşanmak için mahkemelerin kapısına koşacaklardır.

*Maişet derdi için, serseri, ahlâksız, frenkmeşrep bir kocanın tahakkümü altına girmektense, fıtratınızdaki iktisat ve kanaatle, köylü mâsum kadınların nafakalarını kendileri çıkarmak için çalışmaları nevinden kendinizi idareye çalışınız, satmaya çalışmayınız. Şayet size münasip olmayan bir erkek kısmet olsa, siz kısmetinize razı olunuz ve kanaat ediniz. İnşaallah, rızanız ve kanaatinizle o da ıslah olur. Yoksa, şimdiki işittiğim gibi, mahkemelere boşanmak için müracaat edeceksiniz. Bu da, haysiyet-i İslâmiye ve şeref-i milliyemize yakışmaz. (LEMALAR, 24.Lema)

Erkekler için evliliklerde bazen ilk planda kadının güzelliği gelir, halbuki güzellik geçicidir. Öyleyse o büyüleyici güzellik geçince ne olacak? Eşler arasındaki sevgi yalnızca bu güzellik ve gençlik zamanında kalırsa yaşlılık ve çirkinlik vakti gelince bu evlilik nasıl sürdürülecektir? Kadın da kendi gençliğindeki güzelliğini yalnızca hayat arkadaşına saklamaz, başkalarına da göstermek isterse ne olacak? İşte yalnızca güzellik temelli bir evlilik sağlıklı bir yuva kurmaya yetmeyecektir. Öyleyse erkekler eşlerini yalnız gençlik ve güzellik dönemlerinde değil, ihtiyarlık ve çirkinlik durumlarında da sevebilmelidir. Kadınlar da, gençliklerindeki güzelliğini yalnızca eşine göstermekle mutlu olmalıdır.

*Hem yalnız gençliğinde ve güzellik zamanında değil, belki ihtiyarlık ve çirkinlik vaktinde dahi o ciddî hürmet ve muhabbeti taşıyor. Elbette ona mukabil, o da kendi mehâsinini onun nazarına tahsis ve muhabbetini ona hasretmesi, mukteza-yı insaniyettir. Yoksa pek az kazanır, fakat pek çok kaybeder. (LEMALAR, 24.Lema)

Evlenirken dikkat edilecek en önemli faktör, eşlerin birbirine uygun olup olmadıklarıdır. Ekonomik güç, tahsil seviyesi, kültür düzeyi gibi faktörler önemli de olsa, en önemli denklik; dindarlık anlayışı ve yaşamda bunu gösterme derecesinde olmalıdır.

*Şer’an koca, karıya küfüv olmalı, yani, birbirine münasip olmalı. Bu küfüv ve denk olmak, en mühimi, diyanet noktasındadır.

Ne mutlu o kocaya ki, kadınının diyanetine bakıp taklit eder; refikasını hayat-ı ebediyede kaybetmemek için mütedeyyin olur.

Bahtiyardır o kadın ki, kocasının diyanetine bakıp “Ebedî arkadaşımı kaybetmeyeyim” diye takvâya girer.

Veyl o erkeğe ki, saliha kadınını ebedî kaybettirecek olan sefahete girer.

Ne bedbahttır o kadın ki, müttakî kocasını taklit etmez, o mübarek ebedî arkadaşını kaybeder.

Binler veyl o iki bedbaht zevc ve zevceye ki, birbirinin fıskını ve sefahetini taklit ediyorlar, birbirine ateşe atılmasında yardım ediyorlar.  (LEMALAR, 24.Lema)

Kadınlar; yaratılış icabı zayıf, nazik, annelik duygusu güçlü, çocuklarını canı pahasına koruyan ve eşi tarafında sevilmekten ve korunmaktan hoşlanan nazenin varlıklardır.

*kadınlar hilkaten zayıf ve nazik olduklarından, kendilerini ve hayatından ziyade sevdiği yavrularını himaye edecek bir erkeğin himaye ve yardımına muhtaç bulunduğundan, kendini sevdirmek ve nefret ettirmemek ve istiskale mâruz kalmamak için fıtrî bir meyli var. (LEMALAR, 24.Lema)

Kadınla erkek yuva kurarken aralarındaki en önemli bağ, sevgi bağı olmalıdır. Bu sevgi öylesine derin olmalıdır ki yalnız bu dünya ihtiyaçları için değil ebedi hayatta da bu arkadaşlık devam etmelidir.

*Kadın ve erkek ortasında gayet esaslı ve şiddetli münasebet, muhabbet ve alâka, yalnız dünyevî hayatın ihtiyacından ileri gelmiyor. Evet, bir kadın, kocasına yalnız hayat-ı dünyeviyeye mahsus bir refika-i hayat değildir. Belki hayat-ı ebediyede dahi bir refika-i hayattır. (LEMALAR, 24.Lema)

Bir ailenin temeli atılırken eşler arasındaki karşılıklı güven, saygı ve sevgi o ailenin mutluluğunu sağlar. Namus kavramı da evlenecek çiftler açısından çok önemlidir. En serseri, bir genç bile eşinin dürüst ve namuslu olmasını ister, bulamazsa bekâr kalır belki de fuhşa sürüklenir ama asla evlenmez.

*Bir ailenin saadet-i hayatiyesi, koca ve karı mâbeyninde bir emniyet-i mütekabile ve samimî bir hürmet ve muhabbetle devam eder. (LEMALAR, 24.Lema)

*en serseri ve asrî bir genç dahi refika-i hayatını namuslu ister. Kendi gibi asrî, yani açık saçık olmasını istemediğinden bekâr kalır, belki de fuhşa sülûk eder. (LEMALAR, 24.Lema)

İslami terbiye dışında günümüz medeniyet anlayışına göre özgürce, hayvanlar arasındaki gibi geçici birlikteliklerle çiftler bir arada yaşarlarsa, o birliktelikler kısa zamanda yıkılır, erkekler çekip gider ve sonunda kadını mağdur ederler. Bunun yüzlerce örneğini herkes duymuş veya bizzat şahit olmuştur.

*Şimdiki terbiye-i medeniye perdesi altındaki hayvancasına muvakkat bir refakatten sonra ebedî bir mufarakate mâruz kalan o aile hayatı, esasıyla bozuluyor. (LEMALAR, 24.Lema)

*erkek, sekiz dakika zevk ve lezzet için sefahete girse, ancak sekiz lira kadar birşey zarar eder. Fakat kadın sekiz dakika sefahetteki zevkin cezası olarak dünyada dahi sekiz ay ağır bir yükü karnında taşır ve sekiz sene de o hâmisiz çocuğun terbiyesinin meşakkatine girdiği için sefahette erkeklere yetişemez, yüz derece fazla cezasını çeker. (LEMALAR, 24.Lema)

Değişen dünyanın içinde ailedeki değişim ve sorunlar çok şeyin göstergesidir. Savaş, göç gibi sosyoekonomik sonuçları olan olaylar, aileleri de etkilemektedir. Ailelerin temellerini yalnızca sağlam atmak yetmiyor, duvarlarını ve çatısını da sağlam malzemelerle kurmak lazımdır ki sosyal depremlere dayanaklı olsun. Evlilikleri kurduktan sonra onu yürütmek de gayret ister sabır ister.

Evliliklerde beklenmedik krizler her zaman çıkabilir, kadınlar eşlerinden bazen kötü muamele ve sadakatsizlik görebilirler. Şimdi kadınlar ne yapmalıdır? Onlar da aynı şekilde karşılık verirlerse, aile hayatı hemen çöker. Ama kadınlar asil varlıklardır, asilce davranıp kocanın kusurunu düzeltmesine çalışsalar belki ebedi hayat arkadaşlığına çıkılan bu yolda, eşleri, yuvayı ve çocuklarını kurtarabilirler. Denemeye değmez mi? Yuvayı yıkıp gitmeden önce böyle bir adım atabilseler, belki de değer. Yıkmak kolay, yapmak zordur demişler.

*aile hayatında en mühim nokta budur ki; kadın, kocasında fenalık ve sadakatsızlık görse, o da kocasının inadına kadının vazife-i ailevîsi olan sadakat ve emniyeti bozsa; aynen askerîdeki itaatın bozulması gibi, o aile hayatının fabrikası zîr ü zeber olur. Belki o kadın, elinden geldiği kadar kocasının kusurunu ıslaha çalışmalıdır ki, ebedî arkadaşını kurtarsın. (H.REHBERİ)

Kadın yuvanın idaresinde bir müdür görevi görür. Tehlikelere karşı çocuklarını, eşinin bütün mallarını ve her şeyini koruma altına alır. Ancak erkeklerde bulunan cesaret ve cömertlik özellikleri, kadınlarda ön plana geçse eşler arasındaki güven duygusunu sarsılabilir. Bu nedenle kadın evin müdürlüğü görevini yaparken gereksiz cesaret ve yardımseverlikten uzak durmalıdır.

*kadının-aile hayatında müdir-i dahilî olmak haysiyetiyle kocasının bütün malına, evlâdına ve herşeyine muhafaza memuru olduğundan-en esaslı hasleti sadakattir, emniyettir(LEMALAR, 24.Lema)

*erkeklerde iki güzel haslet olan cesaret ve sehâvet kadınlarda bulunsa, bu emniyete ve sadakate zarar olduğu için, ahlâk-ı seyyiedendir, kötü haslet sayılırlar. (LEMALAR, 24.Lema)

Kadınlar bu dünyada mutlu olmak istiyorlarsa İslamiyet dairesi içindeki dini terbiyeyi almalıdırlar, Rusya’da kadınların başına gelenler buna bir örnektir. Bu terbiye onların ahretlerini de kurtarır.

*Kadınların saadet-i uhreviyesi gibi, saadet-i dünyeviyeleri de ve fıtratlarındaki ulvî seciyeleri de bozul­maktan kurtulmanın çâre-i yegânesi, dâire-i İslâmiyedeki terbiye-i dîniyeden başka yoktur!.. Rusya’da o bîçâre tâifenin ne hâle girdiğini işitiyorsunuz. (H.REHBERİ)

Kişilik; bireylerin doğuştan getirdiği özellikler ile sonradan çevreden kazanılan özelliklerin toplamıdır. Çocuklar, kişilik özelliklerinin bir kısmını genetik olarak anne babadan alırlar. Ama çocukluk çağı ve ergenlik çağı kişilik gelişiminde çok önemli bir yer tutar. Sorunsuz bir gencin anne babası olmak isteyenler onu ta küçük yaşlardan itibaren desteksiz, sahipsiz, şefkatsiz bırakmamalıdır.

Bin yıllar boyunca insanın genetik yapısı pek değişmemiştir. Fakat en çok değişen şey, çocuk yetiştirme tarzıdır. Bir insanın ileriki yıllarda olumsuz düşünmesi veya olumsuz duyguların etkisinde kalması,  çocukluğunda anne-babasından aldığı olumsuz programlarla ilgilidir.

*İnsanın, hususan Müslümanın tahassungâhı ve bir nevi cenneti ve küçük bir dünyası aile hayatıdır.(LEMALAR,24.Lema)

*Nev-i beşerin hayat-ı dünyeviyesinde en cemiyetli merkez ve en esaslı zemberek ve dünyevî saadet için bir Cennet, bir melce’, bir tahassüngâh ise, âile hayatıdır. Ve herkesin hânesi, küçük bir dünyasıdır. Ve o hâne ve âile hayatının hayatı ve saadeti ise, samimi ve ciddî ve vefâdarâne hürmet ve hakiki ve şefkatli ve fedâkârâne merhamet ile olabilir. Ve bu hakiki hürmet ve samimi merhamet ise, ebedî bir arkadaşlık ve dâimî bir refâkat ve sermedî bir beraberlik ve hadsiz bir zamanda ve hududsuz bir hayatta birbiriyle pederâne, ferzendâne, kardeşâne, arkadaşâne münâsebetlerin bulunmak fikriyle, akîdesiyle olabilir. (SÖZLER,10.Söz)

Ailenin yaşadığı ev ne bir otel ne de bir lokantadır. Orası; aile bireylerin sığınağıdır, dünyadaki cennetidir. Sağlıklı bireylerin yetişmesi aile ilişkilerinin düzgün yürütülmesine bağlıdır.  Sağlıklı toplumun şifreleri de orada yazılır. Bir çocuğun hayatla ilişkileri anne- babasıyla başlar. Anne babanın her hareketi çocuğun kişiliğini etkiler. Herkes bu bilinçle hareket etmelidir ki huzurlu bir aile ortamı sağlanabilsin.

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org

Hapishane’den İsmi Azam’a!

Psikanalitik edebiyatta yalnızlık ve ona ek olarak zulüm büyük dehaların doğmasına sebep olmuştur. Hapishaneler büyük dershanelerdir, sağlı sollu hapse atılan ve zulme maruz kalan birçok insan oradan büyük zekâlar olarak çıkmışlardır. Kemal Tahir orta Anadolu ‘da on yılı aşkın hapis yatmıştır, bugünün mantığı ile baksan onun söylediği sözleri çerez gibi yiyen adamlar her yerde dolaşıyor ne devlet yıkılıyor ne de sistem.

Bir iki cümle yüzünden nice büyük insanlar hapishanelerinden dört duvarı arasında zulme terkedilmişler. Kemal Tahir, hapisten çıktıktan sonra doktora gider, döndüğünde Can Yücel sorar “neyin varmış Kemal?”, Kemal Tahir ne diyorsun Can yani Kemal nezle mi olsaydı, “Kemal Tahir kanserdir. Ama söz manidardır, bu kadar zulmü  gören bir adam ne olabilir ki, solculuktan Yol Ayrımı ile Osmanlı’nın büyük millet ve büyük devlet olduğuna dönerken, solun zulmü ile ahirete göçer ahirette, hem dönemin kör hukuku hem de kavak kafalı sol yüzünden heba olmuş adama Allah nasıl muamele eder o Adili Mutlak bilir ne bilelim. Bediüzzaman ”Sungur ben de on iki hastalık var ki sende biri olsa ölürsün“ der.

Cumhuriyetin değil çünkü Bediüzzaman ben dindar bir cumhuriyetçiyim diyor, bizim adı cumhuriyet olan ama zulmün en sefilini yapan cüce kafalıların paravan cumhuriyetini kastediyorum. Düşünüyorum o halde varım demiş Dekart, biz de düşünüyorum diyeni sana mı kaldı düşünmek düşünme düşürürüz diyoruz, o günde öyleydi, bugünde böyle, ben de yirmi yıldır düşünüyorum, birileri de  benim için düşünüyor. Düşünen adama menfaatleri gereği baskının  ve tecridin en alasını yapıp bak , ne kadar  yay gibi gergin diyen zevzekler. Diyarbakır tantanasından Isparta kampanasına , yaşasın hürriyet , hangi hürriyet zulm etmenin hürriyeti.

Bediüzzaman son devrin büyük mazlumlarından değil, tarihin en büyük mazlumlarından biri. Hapishanelerde büyük eserler yazmış, Hapishanelerin meyvelerini kendi anlatır.

 “ Denizli medrese-i Yusufiyesinin  bir ders-i azamı  M e y ve  R i s a l e s i   olduğu

Afyon Medrese-i Yusufiyesinin  kıymettar bir ders-i ekmeli “Ehhüccet üz Zehra olması gibi .

Eskişehir Medrese-i Yusufiyesinin  gayet kuvvetli bir ders-i azamı da ism-i Azamı taşıyan  Altı ismin altı nüktesini beyan eden bu Otuzuncu Lema’dır.

Denizli ‘de Meyve risalesini kaç kişi tanıyor diye bir gazeteci istatistiği yaptım, meyve deyince adamın bakkaldaki meyve aklına geliyor, nerede Meyve risalesi. Burada doğmuş ama doğduğu evde tanıyan yok. Bitirdik her şeyi diyenlerin cakasına payan yok. Isparta’da kırk yıldır yaşayıp Bediüzzaman evinin olduğunu farkında olan yok. On beş yıl yaşadığı bu şehirde onu andıran bir doğru dürüst kültür kurumu yok. Dosto’nun , Zola’nın, Hugo’nun , Dickens’in yaşadığı şehirlere bak. Biz hala bu kadar zulmü bir iki eser yazdığı için bu büyüklüğün yanında karınca kaldığı adamı eleştiriyoruz, bir zaman bunu sol yaptı şimdi sağcılığı felç olmuş, sağduyusu kötürüm sağcılar yapıyor.

Bediüzzaman’ın Eskişehir’de çektiklerini Tarihçe’nin ona ait bölümünde okuyunca ağladım, Bediüzzaman “elleri bağlı bir adama ordular taarruz ediyor” cümlesinin ne kadar yerinde olduğunu  gördüm.

Eskişehir’de görünen risaleleri şu cümlelerle anlatır. “ Kuddüs isminin bir cilvesi Şaban-ı Şerif’in ahirinde Eskişehir hapishanesinde bana göründü. “

Adl isminin bir cilvesi  Eskişehir hapishanesinde uzaktan uzağa göründü. “Hapishane değil Bediüzzaman’ın ulvi hakikatı görmek için, rasat kulesi”

İsmi Hakem Ramazan-ı Şerif ‘de görülmüş.

Ferd ismi Şevval-i Şerif’te Eskişehir Hapishanesinde bana göründü.

İsm-i Hayy’in bir cilvesi  Şevval-i Şerif’te Eskişehir Hapishanesinde uzaktan uzağa  aklıma göründü. Vaktinde kaydedilmedi . Ve çabuk o k u d s i  k u ş u avlayamadık. Tebaud ettikten sonra ….

İsm-i Kayyum ise İsm-i Hayy’ın bir hülasasıdır. O da Eskişehir’de yazılmış.

Mubarek aylar, zulümler ve yaşlı bir zat, bu hakikatler o hapishanenin penceresinden ona görünmüş. Hepsi geçti ama bu eserler harika.

Hayy ismi akıllara durgunluk verecek bir icmal gücü ile yazılmış. Hayat nedir, ve mahiyeti ve vazifesi nedir isimli baştaki paragraf fihristevari yazılmıştır. Eğer bu fihriste açılsa ne olur onu kendi söyler. Açılımı sayısız kitabın telifine neden olacaktır. “İsm-i Hayy’ın bir cilve-i azamı  ve ismi Muhyi’nin – iki isim ismi Hay ve İsm-i Muhyi , nasıl oluyor herhalde hay ismi kendi hayatı, ismi muhyi ise hayatı veren demek-  bir tecelli-i eltafı olan  bu hayatın Birinci Remizdeki fihristesi zikredilen bütün mertebeleri  ve vasıfları  ve vazifeleri  beyan etmek  o vasıflar adedince  risaleler yazmak lazım geldiğinden .. burada birkaç tanesine muhtasaran işaret edeceğiz.  Yirmi dokuz hassanın sadece dördünden remiz yani sembol olarak bahsetmiş, geriye yirmi beş kısım kalmış. Tek başına bir külliye olacak kadar büyük bir eser.

Her perspektifin  m e r t e b e, v a s ı f  ve   v a z i f e l e r i n i beyan etmek için vasıflar adedince risaleler yazmak gerektiğini söyler. Yirmi dokuz özellik yirmi dokuz üyeli bir oturum gerektirir. Sadeleştirmeye kızanlar, anlaşılmaya da kızıyor, gel de işin içinden çık. Hayy ismi klasik esma kitaplarının hiçbiri ile kıyaslanamayacak bir büyük risale .

İsmi Azam’ın İslam düşüncesindeki yerini anlatmak için bahsin sonuna bir hatime koymuş, o hatime bile bir kitap olacak düzeyde. Hz Ali’nin (ra)  altı adet ismi azamı var; “Ferd , Hayy, Kayyum , Hakem , Adl ve Kuddüs.” En büyük o ya ona altı büyük isim verilmiş, veya o görmüş. Bediüzzaman onun şakirdi   olduğu için onların açılımını yapmış. İmamı Azam’ın iki ismi var Hakem ve Adl, Rabbani’nin Kayyum, Geylani hazretlerinin ise Hayy ismi. “Pek çok zatlar daha başka isimleri ismi azam görmüşlerdir” Bediüzzaman  sadece eazımın isimlerini söyler. Kendi ismi azamları da herhalde Hz Ali’nin olanlardır. Bu altı bahsi müşahhas hale getiren bir başka kimse var mı onu bilmiyorum, ama zannetmiyorum. Sair esma kitapları kısmen tasavvufi ve teorik Bediüzzaman ise göstergebilimsel ve gözleme dayalı bakıyor. Bediüzzaman bütün esma ile alfabe gibi kainatı okuyor. Esma okumaları mektebi Risale-i Nur.  

İsmi Kayyum’un başında Bediüzzaman bir  i t i z a r ve onun arkasından bir i h t a r ‘da bulunur. ihtar ile itizar bir arada olmaz, çünkü ihtar verdiğiniz ve meselenin önemine işaret ettiğiniz yerde okuyucudan özür dilemezsiniz  veya üçüncü kişilerden , ama Bediüzzaman özür diler, bu ne demektir, bu da bize işte sizde bir yerdesiniz orayı görün demektir. İtizar da tabirat ve ifadelerde noksanlar ve intizamsızlıklar olabileceğini söyler, kim görecek, anlamak istemek yasak bir de  eksiği görmek nerede Türkçe’ye öyle hakimiyeti olan adamlar. İhtar da ise İsmi Azamın önemine işaret eder. Ne yapacaktı, bizim yapacağımız iş değil ki “ismi Azam’a ait nükteler azami bir surette geniş hem gayet derin “ olduğundan hem geniş sadece geniş değil azami bir surette geniş, iki sıfat arka arkaya, genişliğin ötesinde bir şey. Sonra hem de derin, derin bir bahsin derinliğine girilemez derin sular gibi . Hem geniş hem azami bir surette geniş hem de derin olan bir bahsi yakalamak zordur bu yüzden “ her adam her meseleyi her cihette anlamaz” demek anlamak için cehd ve gayret lazımdır bir de bilgi bu yüzden bilgiye atfen şöyle der. “Bilhassa birinci Şua maddiyunlara baktığı için daha ziyade derin gittiğinden” demek bu bahis materyalistlerin dünya kadar adam bunlar ikibin beşyüz yıllık bir fesad şebekesi . En büyük organizatörleri ise son  asırda Marks ve avane-i muzırrası. Çünkü o materyalizmi okula çevirmiş, bu yüzden kilise kendisine domuz diyor, onlar onun yaptığını bizden iyi biliyor.

Risale-i Nur bir fikir okyanusudur. Bak bu cümleye “ Birinci şuaına herkesin fikri yetişmez , fakat hissesiz de kalmaz. “ Demek fikri yetişecek şekilde eğitmek gerek. Sonra bu cümleye bak “ Saadet-i ebediyenin anahtarı olan imanın kuvvetleşmesi ehemmiyeti çok azimdir. İmanın bir zerre kadar kuvvetli olması  bir hazinedir” Ebedi saadetin anahtarı iman, kapıyı çevirdin anahtar içeride kırıldı, o zaman mı anlayacaksın imanının yetmediğini Himmet Uç, gel şimdi anla da çilingire Bediüzzaman’a git kuvvetli bir anahtarı birlikte yapın. Kapının önünde anahtarın içerde kalınca çilingiri bulamazsın Himmet Uç. Orada sende suç. Ağlamak kar etmez, gel burada terle , orada gülsün yüzün, olmasın yüzünde hüzün.

Necip Fazıl kendine “gaibi kurcalayan çilingir “ diyor. İyi bir vasıf ama gerçek çilingir Bediüzzzaman anahtarcı dükkanı gibi dükkanı Saadet-i Ebediye Anahtarları dükkanı neresi, Risale-i Nur…

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.Org

Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu (Dirilişin Hikayesi)

Kayı boyuna ait Ertuğrul Gazi yönetimindeki aşiret Anadolu Selçukluları zamanında Ankara dolaylarına yerleştirilmişlerdi. Sonraki süreçte Osman Bey idaresindeki Kayı Türkleri Eskişehir ve Söğüt çevresine yerleştiler.

Osman Gazi, Ertuğrul Bey’in üç oğlundan birisidir. Osman Bey diğer kardeşlerinden büyük değildi, fakat adeta bir idareci olarak yaratılmıştı. Beyliğin başına geçtiği zaman, 23 yaşında idi.

Edebali’nin evinde misafir iken, istirahat için gösterilen odada, Kur’an-i Kerim’i görünce, sabaha kadar saygısından yatmadığı ve geceyi uykusuz geçirdiği çok meşhurdur. Şeyh bu durumdan çok memnun kaldığı için kendisini kızı ile evlendirmiş ve hayır dualar etmiştir.

Osman Bey, 1287’de Karacahisar’ı fethetti. 1280’de Domaniç’te Bizanslıları  yenerek Bilecik’i fethetti ve Selçuklu Hükümdarı tarafından uç beyliğine verildi. 1299’da İnegöl fethedildi. Selçuklu Devleti yıkıldı ve Osman Bey müstakil beyliğini ilan etti. 1300’de Yenişehir ile Köprü hisar, 1302’de ise Akhisar ve Koçhisar fethedildi.

Osman Bey’e babasından kalan arazinin genişliği 4800 km. kare idi. Kendisi vefat ettiğinde ise, beyliğin toprak genişliği 16.000 km.kareye ulaşmıştır. Vefat etmeden önce oğlu Orhan Bey’e şöyle vasiyet etmiştir “Oğullarıma ve bütün dostlarıma birinci vasiyetim şudur ki; her zaman gazaya devam ederek, Din-i Celil-i İslam’ın yüceliğini  yaşatınız. Cihadın kemaline ererek,  sancağı şerifi hep yüksekte  tutunuz. 

Her zaman İslam’a hizmet ediniz. Zira Cenâb-ı Hak benim gibi zayıf bir kulunu ülkeler fethetmek için memur etti.

Gaza ve cihadlarınızla Kelime-i Tevhid’i çok uzaklara götürünüz. Hanedanımdan her kim, hak yoldan ve adaletten saparsa mahşer gününde, Resulü Azam’in şefaatinden mahrum kalsın. Oğlum! Dünyaya gelen hiç bir insan yoktur ki, ölüme boyun eğmesin.”

Vefatında 68 yaşında idi. Tarih ise, Ağustos 1326’yi gösteriyordu. 

Osmanlı Devletinin ikinci sultanı olarak tahta geçen Orhan Gazi. 1281 yılında Söğüt’te doğdu. Babası Osman Gazi, annesi Şeyh Edebâli’nin kızı Mal Hatundur. 

Devletin topraklarını altı misli büyüten Orhan Gazinin döneminde Osmanlı Devleti Bilecik, Bursa, Balıkesir, Bolu ve civarı, Kocaeli, Sakarya, Eskişehir, Çanakkale, İstanbul’un birkaç kalesi hariç Anadolu yakası, Ankara, Ayaş, Beypazarı, Nallıhan, Kızılcahamam, Haymana, Polatlı, Soma, Kırkağaç, Domaniç, Bergama, Dikili, Kınık, Marmara Adaları, Trakya’da Tekirdağ, Lüleburgaz, İpsala, Keşan gibi şehir ve kalelere hakim bulunuyordu.

Saltanatının üçüncü yılında hükümdarlık  alâmetinden olarak Bursa’da gümüşten akçe kestirdi. Akçenin bir tarafında Kelime-i şehadet ile Hulefâ-i Râşidîn’in (radıyallahü anhüm) isimleri yâni; Ebû Bekr, Ömer, Osman ve Ali yazılı idi. Diğer tarafında; Orhan bin Osman, basıldığı tarih olan H.727 ve Osmanlıların mensup olduğu Kayı boyunun damgası vardı.

Osmanlı devlet teşkilatı, ilk defa Orhan Gâzi zamanında teşkil olundu.   İznik fethedilince, manastırını medreseye çevirterek ilk Osmanlı medresesini kurdu.  Ahalisinden Müslim ve gayrimüslim hiç kimsenin aç ve açıkta kalmamasına gayret etti. Bursa’da, câmi, imâret, tabhâne, yol, köprü ve hamamlar yaptırdı. alimler ve dervişlere de hürmet edip onların barınmaları ve hizmetlerini kolayca îfâ edebilmeleri için, tekke ve zaviyeler yaptırdı.

Orhan Gâzi. Veliahtlığa getirdiği Murad Beye şu nasîhatlarda bulundu:

“Oğul, saltanatına mağrur olma. Unutma ki, dünya, hazret-i Süleyman’a  kalmamıştır. Unutma ki, dünya saltanatı geçicidir,  lakin büyük bir fırsattır. Allah yolunda hizmet ve Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) şefaatine mazhariyet için, bu fırsatı iyi değerlendir. Dünyaya âhiret  ölçüsüyle bakarsan ebedi saâdeti fedâ etmeye değmediğini göreceksin. Oğul! Rumeli Hıristiyanları rahat durmayacaktır, sen o cânibe yürü. Rumeli fethini tamamla. Konstantiniye’yi ya fethet, yahut fethe hazırla, civardaki Türk beyleriyle mesele çıkarmamaya çalış.

Ahâli her ne kadar bizi istese de başlarında bulunan beyler, beyliklerinden geçme taraftarı gözükmez. Daha bir zaman idare edecekler, lakin sonunda olmuş meyve gibi avucuna düşecekler. Anadolu’da gaile çıkmazsa Rumeli işini rahat halledersin. Bu yüzden Anadolu’nun sessizliğini bozmamaya gayret et. Cennetmekân babam Osman Gâzi Han, Söğüt ve Domaniç’ten ibaret bir avuç toprağı beylik yaptı. Biz Allah’ın izniyle beyliği hanlığa çevirip sultanlığı ikmal ettik.

Sen daha da büyüğünü yapacaksın. Osmanlıya iki kıta üstünde hükmetmek yetmez. Zîrâ i’lâ-yı kelimetullah azmi dünyaya sığmayacak kadar yüce bir azimdir. Selçuklunun varisi biz olduğumuz gibi Roma’nın varisi de biziz. Oğul, Kur’ân-ı kerîm’in hükmünden ayrılma. Adâletle hükmet. Gâzileri gözet. Dîne hizmet edenlere hizmeti şeref say. Fakirleri doyur. Zâlimleri ise cezalandırmakta tereddüt gösterme. En kötü adâlet, geç tecelli eden adalettir. Sonunda hüküm isabetli dahi olsa, geciken adalet zulümdür. Oğul, biz yolun sonuna geldik, sen daha başındasın. Cenâb-ı Mevlâ saltanatını mübârek kılsın.”

1360’ta rahatsızlığı artarak vefât etti. Bursa’daki Gümüşlü Kümbet’e defnedildi.

Babası Orhan Gazi’den sancağı,devralan 1. Murat   Diğer isimleri ile; Murat Hüdavendigar veya Gazi Hünkar, 1326 yılında doğmuştur. Orhan Gazi ile Nilüfer Hatun’un oğullarıdır. Babasından aldığı Yüz bin metre karelik Osmanlı Toprağını beş yüz bin metre kareye çıkarmış başarılı bir komutan ve Padişahtır. Bir rivayete göre hükümdarlığı döneminde 40’tan fazla savaş yaptığı ve hiç yenilgi almadığı söylenmektedir.

Osmanlı’nın İlhanlı Devletine olan bağlılığının 1. Murat döneminde sona ermesinden dolayı “Sultan” unvanı ilk olarak 1. Murat’a verilmiştir.

 1 Murat yapacağı bütün işlerde ve planladığı savaşlarda muhakkak ulemanın fikrini alır, öyle hareket ederdi. Osmanlı tarihinde kardeşlerini boğdurarak tahta geçen ilk padişah olarak bilinir. 

Yaklaşık olarak 30 yıl padişahlık yapmış olan 1. Murat Bizanslıların, Çorlu, Burgaz ve Malkara’yı işgal etmeleri üzerine  ilk hareketi buralara düzenlemiş ve geri almıştır. Ayrıca Ankara’da aynı şekilde elden çıkmış fakat orayı da geri almıştır. Ardından Edirne, Gümülcine’yi aldı. Bunun üzerine paniğe kapılıp haçlı seferi düzenleyen, Bizans, Sırp ve Macar orduları ile savaşa tutuştu ve haçlı ordusunu Meriç Nehrine döktü. Bu savaşa Sırp Sındığı Savaşı denilir. Devamında Anadolu’da Kütahya Simav, Tavşanlı, Emet ve Konya ve Isparta dolaylarını ele geçirdi. 1. Murat bu seferlerden birinde iken Tahtına vekalet eden oğlu Savcı bey bir isyan çıkardı.

Babasının yokluğundan istifade eden ve daha 14 yaşında olan Savcı Bey, dolduruşlara gelip padişahlığını ilan etti ve merkezde bırakılan ordunun komutasını aldı. Bunu duyan 1. Murat seferi iptal edip oğlu ile savaşa tutuştu. Oğlunun ordusunu bozguna uğrattı. Oğlu Bizans’a kaçtı. Ama orada yakalanıp babasının huzuruna çıkarıldı. Babası o kadar kin ve nefret doluydu ki oğluna karşı önce gözlerine mil çektirip, sonra da boğdurdu. Bu sırada komutanları Balkanlarda Sofya’yı, Vardar’ı, Makedonya’yı, Selanik’i, Manastır’ı  ve irili ufaklı birçok şehri ele geçirmişlerdir. Ömrü savaşlarda geçen padişah yine savaş meydanında ruhunu teslim etmiştir. Kosova meydan muharebesinin bitiminde savaş alanını gezerken, bir Sırp tarafından hançerlenerek ölmüştür. Savaş bitince iç organları boşaltılıp Kosova’ya defnedilmiş ve naaşı Bursa’ya getirilmiştir. Türbesi Bursa Çekirge’de Muradiye Külliyesi olarak ziyaret edilen bir yer olarak günümüzde hala varlığını sürdürmektedir.

Babasının Kosova savaşında şehit düşmesi ile idareyi eline alan Osmanlı Sultanlarının dördüncüsü Bayezid Han 1360 yılında doğdu. Annesi Gülçiçek Hanım’dır. Çocukluğundan itibaren iyi bir eğitim alan Bayezid Han, şehzadelik dönemini Kütahya’da geçirmiştir.

 Anadolu ile ilgilenirken ihmal edilmiş bulunan Balkanlara yöneldi. Kendi aralarında mücadele halinde olan Balkanlardaki yerel devletleri tekrar kontrol altına almak güç olmadı. Bu dönemde girişilen mücadele 1396’da Niğbolu’da Avrupa’nın en güçlü şövalyelerinden müteşekkil Haçlı Ordusunun yenilmesi ile son bulmuştur. Niğbolu Zaferi Osmanlıların Balkanlardaki hâkimiyetini pekiştirmekle kalmamış aynı zamanda, Sultan Bayezid’in İslam topraklarındaki itibarını da artırmıştır. Bu zaferden sonra Müslüman coğrafyada ‘Sultan’ olarak anılmaya başlanmıştır. Bu tarihten sonra İran, Irak gibi karışıklık içinde bulunan coğrafyalardan Anadolu topraklarına, Sultan Bayezid’in idaresine girmek üzere önemli ölçüde göçler başlamıştır. 

1399’da Anadolu’ya dönen Bayezid, Karaman ve Kadı Burhaneddin topraklarını ilhak ederek Toroslar’dan Tuna’ya kadar uzanan merkezi bir imparatorluk kurmuştur.

Onun idaresi zamanında devşirme sistemi tekrar canlandırılmış,Hıristiyan gençleri sadece bir asker olarak değil aynı zamanda bir Osmanlı ve idareci olarak da yetiştirilmeye başlanmıştır. Bunun yanında Sırbistan Kralı’nın kızı ile evlenmesi, Avrupalı prensliklerle nispeten iyi ilişkiler kurması, onun devşirme unsurların etkisinde kalmakla itham edilmesine sebep olmuştur.

Sultan Bayezid’in en büyük emeli şüphesiz İstanbul’u fethetmekti. Bunun için Boğaza Anadolu Hisarını yaptırmıştır.Üç defa İstanbul’u kuşatmasına rağmen hem Batıdan hem Doğudan gelen tehditler, diğer taraftan İstanbul kalelerini aşacak teknik yetersizlikler ve yabancı danışmanlarının etkisi, onu bu emeline kavuşmaktan mahrum bırakmıştır.  

Sultan Bayezid, oldukça iyi bir idareci ve askerdir. Batıda ve Doğuda etrafını kuşatan düşmanlarına karşı aldığı kararlarda ve manevralarda son derece hızlı hareket etmesinden dolayı kendisine ‘Yıldırım’ lakabı verilmiştir.

Sultan Bayezid ve Timur; Türk dünyasının lideri olma iddiasındaki bu iki büyük hükümdar her ne kadar birbirlerinden farklı hedeflere sahip olsalar da birbirleri ile mücadele etmeye mecbur kalmışlardı. 

İşte bu halde iken iki tarafın ordusu 27 Ağustos 1402’de Ankara yakınlarında Çubuk Ovası’nda karşılaştılar. Coğrafya itibarıyla daha avantajlı bir konumda savaşa giren Timur’un ordusu daha kalabalıktı. Savaşın başında üstünlük sağlamasına rağmen, bazı Türkmen yedek kuvvetlerinin ve Sırp vasal kuvvetlerinin Timur’un tarafına geçmesi sonucunda Bayezid savaşı kaybetti. Osmanlı Ordusu yenildi ve Bayezid esir düştü. İki oğlu, Şehzade Musa ve Mustafa ile birlikte Akşehir’e sürgüne gönderilen Sultan 9 Mart 1403 tarihinde vefat etmiştir.

1402’de Ankara Savaşı sonucu babası Yıldırım Bayezid, Timur’a yenik ve esir düştükten sonra Osmanlı Devleti 11 yıl süren bir Fetret Dönemi geçirdi. Bu devirde Yıldırım Bayezid’in oğulları Emir Süleyman, İsa Çelebi, Musa Çelebi ve Çelebi Mehmet taht savaşlarına giriştiler. Çelebi Mehmet 1403 ile 1413 arasında Timur egemenliği altında Amasya da, Amasya-Tokat-Sivas bölgesi (Rumiye-i Suğra) emirliğini yaptı.

Kardeşler arasında çeşitli savaşlardan sonra en nihayet 1413 de Çelebi Mehmet kardeşi Musa Çelebi yi Vize Savaşı ve Çamurlu Derbent Savaşı nda yenerek tek başına Osmanlı Devleti idaresini alarak Fetret Devri ni kapattı.

Çelebi Sultan Mehmed’e bir bakıma Osmanlı İmparatorluğu’nun ikinci kurucusu gözüyle bakılabilir.Edirne Sarayı’nda kaldı.Musa Çelebi tarafından Bizans’dan alınan Selanik ve Konstantinopolis yakınlarındaki bölgeler tekrar Bizans’a geri verildi. Ayasoluk (şimdi Selçuk) kalesini aldı  İzmir kalesini  Osmanlı devletine kattı . Menteşe Beyliği arazilerinin çoğunu tekrar Osmanlı devletine kattı.  (Eğirdir, Akşehir, Beyşehir) ve arazilerini Osmanlı devletine kattı. Karamanoğulları ordusuyla Konya Ovası’nda savaştı, onu yendi; Konya’yı kuşattı.

1416’da Rumeli seferine çıktı. Avlonya(şimdi Vlorë) ve Akçahisar (şimdi Krujë) kalelerini eline geçirdi  Eflak şehrinde (şimdiki adi Giurgiu) çok korunaklı bir hisar yaptırdı. Eflak’ın Osmanlıların bağımlı bir devleti olmayı kabul etti. Dobruca’nın tamamen Osmanlı eline geçmesini sağladı.  Bosna kralı II. Tvrtko Osmanlılara bağımlı devlet olmayı kabul etti.

Anadolu’ya geçip Candar Samsun üzerine yürüdü Samsun’u tekrar Osmanlı yönetimi altına aldı. Bu havalide oturan, Timur’dan kalan Tatarlar’ı ve Türkmenleri Rumeli’de Filibe civarına Tatar Pazarı merkezli bir bölgeye sürdü.

Sultan Mehmet Çelebi’nin padişahlık döneminde Gelibolu’da birinci defa olarak Osmanlı donanması kuruldu.

29 Mayıs sabahı Osmanlı donanması ile Venedik donanması Çanakkale önünde iki devlet arasındaki ilk deniz savaşını başlattılar. Bu savaş Venediklilerin galibiyeti ile sona erdi. 

Sultan Mehmet Çelebi  26 mayıs 1421 yilinda 32 yasinda iken Edirne’de vefat etti. Naasi, Bursa’ya getirilerek Yesil Türbe’ye defnedildi. 

2. Murat babasının vasiyeti üzerine tahta çıkmıştı fakat Osmanlı Devleti’nde taht kavgası isteyen Bizanslılar, Mehmed Çelebi zamanında hapsettikleri Mustafa Çelebi’yi serbest bırakıp ayaklanması için desteklediler. Osmanlı yönetimine küskün olan bir takım komutanlar ve askerler de Mustafa Çelebi’yi padişah olarak görmek istiyorlardı.Sultan İkinci Murad’ın üzerine gönderdiği birlikleri Rumeli taraflarında yenen Şehzade Mustafa Çelebi, Edirne’ye gelerek hükümdarlığını ilan etti. Ancak daha sonra Ulubat civarında karşılaştığı Sultan İkinci Murad’ın ordusu karşısında direnemedi ve kaçmaya çalıştı. Edirne’de yakalanan Mustafa Çelebi (Düzmece Mustafa) idam edildi.

1421 yılında Azeb ismiyle yeni bir askeri sınıf kurduran Sultan İkinci Murad, Mustafa Çelebi ayaklanmasında baş rol oynayan Bizans’ın üstüne yürüyerek İstanbul’u kuşattı. Bizans’ın kışkırtmaları ve Anadolu beyliklerinin destekleriyle ayaklanan 13 yaşındaki küçük kardeşi Şehzade Mustafa’nın Bursa’yı kuşattığı haberinin alınması üzerine, İstanbul kuşatmasını kaldırarak Anadolu’ya geçti ve isyanı bastırdı. Yakalanan Şehzade Mustafa boğduruldu.Osmanlı’ya karşı ayaklanan Anadolu Beyliklerinden Aydın, Menteşe, Teke ve Germiyan beyliklerine son verildi.

Rumeli’de de bir çok faaliyette bulunan Sultan İkinci Murad, Selanik, Makedonya, Teselya ve Yanya dolayları Osmanlı topraklarına katıldı. Arnavutluk Osmanlı himayesini kabul etti. ayaklanan Eflak Bey’i Vlad’ın (Kazıklı Voyvoda) üzerine kuvvet gönderildi ve Eflak Beyliği yeniden Osmanlı’ya bağlandı.

Türklerin Balkanlar’daki bu başarıları Bizans ve Avrupa’yı telaşa düşürmekteydi. Avrupa’da haçlı seferi hazırlıkları yapılıyordu. Balkanlar’da Erdel Bey’i Hünyadi Yanoş’un Türkler’i pusuya düşürmesiyle 20 bin şehit verildi. Bu başarılar Osmanlı Devletine bağlı bütün beylerin ayrılmalarına neden oldu. Osmanlı ordusu Rumeli’de ilk defa böyle bir mağlubiyete uğramıştı. Haçlı kuvvetleri güçlü ve kuvvetli ittifaklar yaparak, Osmanlı Devleti’ne saldırmaya devam etti. Filibe’ye kadar geldiler Balkanlarda ardı ardına uğranılan yenilgiler, Osmanlı Devleti’ni zor duruma soktu. Sultan İkinci Murad 12 Haziran 1444’de Segedin Barış Antlaşması’nın yapılmasını sağladı .Segedin antlaşmasıyla birlikte tahttan çekildi ve Manisa’ya gitti. Yerine henüz çocuk denebilecek yaşta olan Şehzade Mehmed (Fatih Sultan Mehmed) tahta çıktı.

Avrupa’da yeni bir Haçlı seferi düzenlemesi üzerine üzerine Sultan İkinci Murad, oğlu Sultan İkinci Mehmed tarafından bir mektupla Manisa’dan Edirne’ye davet edildi Sultan İkinci Mehmed’in babasını ordunun başına davet eden meşhur mektubu şöyledir:

“Eğer padişah iseniz, memleketin kötü bir zamanında başta bulunmamanız görevlerinize aykırı bir harekettir. Silah başına geliniz. Eğer padişah ben isem, size itaat etmenizi hatırlatıyorum ve emrediyorum. Silah başına geliniz.” 

Sultan İkinci Murad bu emir üzerine Edirne’ye geldi. Osmanlı Ordusunun başına geçti. Varna önlerine gelen Osmanlı Ordusu, Haçlılara karşı saldırıya geçti. Haçlı Ordusunun Varna önlerinde bozguna uğratılmasıyla büyük bir zafer kazanıldı (10 Kasım 1444). Sultan İkinci Murad, bir müddet sonra tahtı, yine oğluna bırakarak çekildiyse de devlet adamlarının ısrarları sonucu tekrar tahtına döndü.

Macar Kralı Jan Hunyad; Macar, Eflak, Leh ve Almanlardan oluşan ordusuyla Sırbistan’ı işgal etti.

Osmanlı topraklarına girerek Kosova’ya kadar geldi. Savaş, Jan Hunyad’ın saldırısıyla başladı. Savaşın üçüncü günü sahte bir geri çekilmeyle çember içine alınan Jan Hunyad ve ordusu, ağır bir yenilgiye uğratıldı (19 Ekim 1448).

İkinci Kosova Savaşı sonunda Balkanlar kesin olarak Türk yurdu haline geldi. Haçlılar bir daha Osmanlılara saldırma cesareti gösteremediler.

Çetin KILIÇ

www.NurNet.Org

kaynak:

  • Osmanlı Tarihi
  • Osmanlı Padişahları

Somali Ziyareti ve Risale-i Nur Dersleri

SOMALİ (HABEŞİSTAN) ZİYARETİ

Habeş Kralı Necaşi şöyle demişti: “Keşke şu saltanata bedel Hz. Muhammed (a.s.m)’e hizmetkâr olsaydım. Müslümanlar ilk defa Miladi 615 yılında, Recep ayı içinde dördü kadın olmak üzere, 15 veya 16 kişi Habeşistan’a hicret ettiler. Bunların içinde Osman bin Affan ile ailesi Peygamberimizin kızı Rukiye de bulunuyordu

Sahabe i kiramın ilk hicret etmiş olduğu bu ülke Habeş Kralı Necaşi ve Bilal i Habeşi’nin ülkesidir. Somali Başkenti Mogadişu dur. Nüfusu 9 milyondur. Ülke nüfusunun hemen hemen yarısı hafız olmakla birlikte diğer insanlarında en azı birkaç cüzü ezber bilir. Ülkede Arapça ve Somali ce konuşulmaktadır.

Somali uzun yıllar İngiltere ve İtalya’nın sömürüsünde kalmış ve en son 1960 da bağımsızlığını kazanmıştır. Ancak ülkede iç savaş devam etmektedir. Türkiye  Somali’de sağlık, eğitim, insani yardım, belediyecilik hizmetleri ve altyapısı ile su kuyusu açılması gibi çok farklı alanlarda sayısız kalkınma projesi tamamlamış ya da çalışmalarını devam ettirmektedir. Yeniden inşa edilen, tüm teçhizatı sağlanan ve beş yıllığına işletmesi üstlenilen Mogadişu’daki 200 yataklı Diğer Hastanesi, Afrika’nın sayılı hastanelerinden biri haline gelmiştir.

SOMALİYE GİDİŞİMİZİN SEBEBİ

Türkiye den her yıl gönüllü olarak İstanbul-Üsküdar dan doktorlarımızın bu ülkeye gidip gelmeleri hem Somali deki mağdur insanları tedavi etmeleri hem de manevi hastalıklarına deva olacak olan Risale-i Nurları götürüp bu ülkede dağıtmaları ve bize bu hizmetlerin orada daha düzenli devam etmesi gerektiğini ifade etmeleri bununla birlikte bölgemiz Trakya da doktorasını bitirip ülkesine dönen Somali asıllı Arapça İngilizce ve Somali diline hakim Mustafa kardeşimizin bizi bu ülkeye teşvik etmesi ve mutlaka Somali de bir Dershane açmamız lazım ve bu eserler Somali deki yaşanan sıkıntılara deva olabilecek hakikatler olduğunu eğer dershane açarsanız ben size bu konuda her türlü desteği verebilirim demesi bizi cesaretlendirdi.

SOMALİYE GİDİŞİMİZ.

Başkent Mogadişu ya indikten sonra bizi Mustafa Kardeş aldı ve Otele doğru yola çıktık.

Dört gün sürecek olan ziyaretimizde hemen hemen her saat gerek Doktorlar gerek Mühendisler ve diğer meslek grupları, işadamları bizi ziyarete geldiler ve biz mütemadiyen onlara Risale-i Nurları okuyup anlattık. Özellikle Aşiret reisi Şeyh Muhammed Hasan “bu eserleri bu zamana kadar neden sakladınız ve bize ulaştırmadınız” dedi.

Bu eserlere ülkenin çok ihtiyacı olduğunu söyledi. Somali de Okullarda da bu dersler okutulmalı dedi.

Biz Türkiye ye döndükten sonra şeyh Muhammed telefonla arayarak bize bu kitapların acilen Somali diline tercüme edilerek taraflarına ulaştırılmasını söyledi ve ziyaretimizin çok faydalı olduğunu ve memnuniyetini ifade ettikten sonra tekrar ziyaret etmemizi arzuladıklarını bildirdi.

Ziyaretimiz çok bereketli geçti ve çok güzel neticeler alındı. Götürdüğümüz kitapları hediye ettik dağıttık. Risale-i Nur hakikatlerine insanlığın ne kadar ihtiyacı olduğunu farkettik. Kısa ama çok verimli geçen ziyaretimiz dört günün sonunda bitti ve Türkiye ye döndük. Vazifemiz bitmedi daha da arttı ve sorumluluk hissediyoruz. Habeş Kralı Necaşi nasılki sahabe efendilerimizin zulümden kaçıp kendilerine sığındıklarında onlara destek olmuş muhafaza etmişse bizde bu ülkedeki şuan yaşanan sıkıntılara bir nebze olsun çare aramayı ve gerekirse yardım etmeyi bir vefa borcu biliyoruz Somali ye daha neler yapabiliriz diye çalışmalarımız devam ediyor.

Bir Ağabeyimizin Üstadı rüyasında gördüğü ve ellerini açıp Somali ye dua ettiğini duyuyor ve bu ziyaretin makbuliyetine alamet olarak mülahaza ediyoruz..

Ya Rabbi milletimize ve dünyadaki tüm Müslüman alemine birlik ve beraberlik ver.

Ya Rabbi İttihad-ı-İslamı bizlere en kısa süre içerisinde nasip et… İslamı en kısa zamanda dünyaya hakim kıl.

Ya Rabbi birlik ve beraberlik içinde olmak için aşkla, şevkle, gece-gündüz gayret etmeyi nasip et.

Ya Rabbi bizleri birbirimize sevdir, kalplerimize sevgi, şefkat, muhabbet yerleştir; bizleri birleştir, bölünmüşlüğümüzü kaldır, bizleri birbirimizden ayırma

Ya Rabbi tüm islam alemine birlik beraberlik, kardeşlik, huzur ve mutluluk içinde yaşamayı ihsan et.

Tüm kardeşlerimize selam ediyor Somali hizmetlerinin inkişafı için dualar bekliyoruz.

Ruba Vakfı – Trakya Nur Hizmetleri (www.rubavakfi.org)

www.NurNet.org

Sultan II. Ahmed Han Kimdir? (1643-1695) Kısaca Hayatı

Ağabeyi 2. Süley­man hân’ın, vefatı üzerine, Sultan İbrahim’in, 25 Şubat 1643’te Edirne’de doğan şehzadesi  2. Ahmed  21. Osmanlı padişahı ve 13. Osmanlı halifesi ve İslam halifelerininde seksen altıncısı olarak Osmanlı tahtına çıkmıştır.Tahta çıktığında kırksekiz yaşında idi Annesi Hatice Muazzez Sultandı.

Annesi 2. Ahmed’in terbiyesiyle ve tahsiliyle sıkı sıkı meşgul olmuştur.Yazı yazma kabiliyeti çok üstündü. Kendisi bir çok Kur’an-i Kerim yazmıştır. Arapça ve Farsça lisanlarına vakıftı. Şairlere ve Şiirlere düşkündü. 

Ahmet Han’ın tahta çıkma sırasında Osmanlı Devleti, İkinci Viyana Kuşatmasını takip eden harplerle meşguldü. Tahta çıktığında  Avusturya üzerine giden Sadrazam Fazıl Mustafa Paşa’ya  seferine devam etmesini ferman buyurdu.  Fazıl Mustafa Paşa, 20 Temmuz’da Belgrad’a ulaşan Osmanlı ordusunu, Kırım kuvvetlerinin gelmesini beklemeden ve harp meclisinin kararına aykırı olarak Petervaradin önlerinde bulunan Avusturya ordusu üzerine sürdü. Şiddetli geçen harbin ilk anlarında Osmanlı ordusu üstün durumda iken serdarın vurularak şehit düşmesi üzerine, vaziyet Osmanlılar aleyhine döndü. Böylece Salankamen savaşı kaybedildi. Bu mağlubiyetten  sonra, Lipva ve Varat kaleleri Avusturyalılar tarafından işgal edildi İsakçı ve Hanya kalelerini muhasara etmişlersede kale komutanlarının başarılı savunmasıyla muvaffak olmayıp geri döndüler.

1693 yılında Avusturyalılar, Erdel üzerinden Eflak ve Boğdan’a tekrar taarruza başladılar. Yanova’yı işgal eden düşman kuvvetleri,Belgrad’ı muhasara ettiler. Ancak Sadrazam Bozoklu Mustafa Paşa Yanova’yı geri aldı ve Belgrad’ı muhasaradan kurtardı. Osmanlı Ordusunun kısmi başarılarına rağmen Avusturyalıların taarruzları bitmek bilmiyordu. Osmanlıların toparlanmasına fırsat vermek istemeyen Venedikliler de devamlı saldırı halinde idiler. Nitekim serdar-ı ekremin Varadin muhasarasında olduğu bir sırada Malta, Floransa ve Papalık filolarından müteşekkil bir Venedik donanması Sakız Adası’nı işgal etti. Bu haber Sultan II. Ahmet Han’ı çok müteessir etti. Padişah, bu üzüntüsünü vezir-i azam Sürmeli Ali Paşa’ya gönderdiği hatt-ı hümayunda “Madem ki Sakız düşman elindedir, bütün Engürüs (Macaristan) memleketini fethetsen makbulüm değildir.” diyerek bildirdi. Ayrıca sadrazam Edirne’ye gelince; “Eğer bu kış Sakız geri alınmazsa, bütün reisleri katlederim.” diyerek emrini bildirdi.

Bu emir üzerine 1695 yılı ilk günlerinde İstanbul’dan hareket eden Osmanlı donanması kalyonlar kaptanı Mezomorto Hüseyin Paşa’nın büyük kahramanlığı sayesinde Sakız boğazındaki Koyun adaları mevkiinde Venedik donanmasına büyük zayiat verdirdi.

Venedikli amiral, gemisiyle birlikte sulara gömüldü. Koyun adaları zaferinden sonra, Türk donanması Sakız’a asker çıkarıp adayı kolayca ele geçirdi. Ancak Sultan II. Ahmet Han Sakız’ın fetih haberini alamadan  6 şubat 1695 te elli iki yaşında Edirne’de hayata gözlerini yumdu. 2. Ahmed tahta çıktığı zaman söylediği; “Ben saltanata talip değildim. Allah-ü Teala fazl-ı kereminden bu aciz kuluna nasip eyledi. Bu nimetin şükrünü eda edemem.” şeklinde sözleri onun nasıl manevi bir mesuliyetle devlet reisliğini kabul ettiğini anlatmakta ve milletine hizmet duygusunun derinliğini göstermektedir. Divan toplantılarını asla aksatmaz, haftada dört gün çalışılmasını tekrar meriyete sokan bu zattır.

Ayşe Haseki sultan ve Rabia Haseki Sultanla evli olan 2. Ahmed ; İbrahim, Selim (ikizdir) Ahmet, Atike, Hatice ve Asiye (çocuk yaşta vefat etmiştir) adlı üçü kız üçü erkek olan altı  çocuk sahibi idi. Türbesi İstanbul Süleymaniye’dedir

Derleyen: Çetin Kılıç

www.NurNet.Org

Kaynaklar:

  • enfal 
  • osmanlı padişahları

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version