Televizyon Erken Yaşlandırıyor

Uzmanlar, ekran başında geçirilen zamanın insanı yaşlandırdığını ancak alınabilecek bazı tedbirlerle cildin yaşlanmasını geciktirmek mümkün olduğunu belirtti.

Celal Bayar Üniversitesi (CBÜ) Öğretim Üyesi Prof. Dr. Serap Öztürkcan, ekran karşısında bilinçsizce yenilen abur cuburların kilo alımına yol açtığını, bunun da cildin dengesini bozarak istenmeyen yan etkilerin ortaya çıkmasına neden olduğunu belirterek, “Sonuç olarak ekran başında geçirilen zaman cildi yaşlandırıyor” dedi.

CBÜ Dermatoloji Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Öztürkcan, insan ömrünün uzamasıyla birlikte kişilerin imajına, görüntüsüne olan düşkünlüğünün arttığını, gerek kadınların gerekse erkeklerin cilt sağlığına, genç görünmeye eskiye nazaran daha çok önem verdiğini belirtti.

Cildi genç tutmak için insanların artık daha bilinçli hareket ettiğini kaydeden Öztürkcan, sebzelerde bulunan vitaminlerin cildin güzelliğine ciddi katkıda bulunduğunu, vitaminlerin cilt güzelliğinde önemli yer teşkil ettiğini dile getirdi.

Yaşlanmanın fizyolojik kaçınılmaz bir süreç olduğunu, yaşla birlikte ciltte değişimlerin yaşandığını ancak bunun bazı tedbirlerle geciktirilebildiğini ifade eden Öztürkcan, cildi genç tutmanın yollarını şöyle anlattı:

Sağlıklı beslenme, vitaminler, balık yağı, Omega 3 gibi vitaminler cildimizin genç kalmasında, cildin yenilenmesinde çok etkili. Cildi genç tutan vitaminler yeşil sebzelerde bol miktarda var. Cildin yaşlanmaması için güneş ışınlarından korunmamız mutlaka gerekli. Cildimizin yaşlanmasında en önemli faktör güneş ışını. Bunlarla birlikte fiziksel aktiviteler de yaparsak derimizin güzel, kendimizin de genç kalmasını sağlayabiliriz.

Öztürkcan, televizyon bilgisayar ekranı karşısında uzun süreler geçirmenin, bu davranış kalıbının beraberinde getirdiği bazı alışkanlıklarla cilt sağlığı üzerinde olumsuz etkileri bulunduğu kaydetti.

EKRAN KARŞISINDA 6-7 SAAT GEÇİRİYORUZ

Cildi bir yandan genç tutmak için çaba gösterilirken diğer yandan ise farkında olmadan televizyon ve bilgisayar başında geçirilen zamanla aksi yönde davranış sergilendiğine dikkati çeken Öztürkcan, sözlerini şöyle tamamladı:

Cilt sağlığı artık her şeyden önemli hale gelmeye başladı. İnsanlar görselliklerine çok önem vermeye başladı. Ancak bunu yaparken bir yandan da cilt sorunlarına neden olabilecek yaşam tarzını düzenlemek gerekiyor. Günümüzde artık televizyon ve bilgisayar başında günde 6-7 saat vakit geçiriliyor. Televizyon önünde veya bilgisayar başında oturmak, bir kere başlı başına hareketsizliğe neden oluyor. Ekran karşısında bilinçsizce yenilen abur cuburlar ve hareketsizlik doğal olarak kilo alımına yol açıyor, cildin dengesini bozarak istenmeyen yan etkilerin ortaya çıkmasına neden oluyor. Sonuç olarak ekran başında geçirilen zaman cildi yaşlandırıyor.

DÜNYA BÜLTENİ

Bediüzzaman Sergisi Malatya’da açılıyor!

Bediüzzaman Sergisi Malatya’da açılıyor! Vefatının 52. yıldönümü münasebetiyle Niyazi-i Mısri Kültür Vakfı ve İstanbul İlim ve Kültür Vakfı‘nın ortaklaşa hazırlamış olduğu etkinlikte Prof. Dr. Kazım Yoldaş, Dr. Vehbi Karakaş ve Metin Karabaşoğlu 23 Mart 2012 Cuma Saat 19:30’da panelde konuşacaklar. Ayrıca Senai Demirci’nin “Şehrin Öte Yakasından Gelen Adam: Bediüzzaman” konferansını 26 Mart 2012 Pazartesi 19:30’da izleyebilirsiniz.

Sergi 23-26 Mart arasında ziyaretçilere açık olacaktır. Sergide Üstad’ın el yazması eserleri ve fotoğrafları sergilenecektir.

Etkinlikler Kongre ve Kültür Merkezi ve İstasyon Virajı’nda Malatya’da gerçekleşecektir.

Ahmet Can / Nurnet.Org

İslam Alemi Risale-i Nur’a Büyük Alaka Duyuyor

Mısır

Risâle-i Nur’un fütûhâtı, dünyânın muhtelif yerlerinde farklı isti’datların inkişâfı ve sâhip çıkması şeklinde devâm ediyor. Geçtiğimiz Ramazân-ı Şerifte, Arap âleminin en büyük yazarlarından olan Ahmed Behçet’in, El Ehrâm gazetesindeki köşesinde, tam otuz beş gün fâsılasız Bediüzzaman Hazretlerinin dâvâ metodu ve Risâle-i Nur’dan bahsetmesi bunun sâdece bir delili. Ahmed Behçet; geniş kültürü ve te’sirli yazılarıyla Arap âleminde temâyüz etmiş bir zât. Yazdığı yazılar her zaman halk nezdinde ma’kes buluyor ve yeni yazıları merakla bekleniyor. Meselâ, başka yazarların yazdığı kitaplar üçbin adet basılıp zar zor satıldığı zamanlar, “Çocuklar İçin Peygamberler Tarihi” gibi Ahmed Behçet’in bazı kitapları bir milyon adet satabiliyor. Günlük yazılarını yazdığı El Ehrâm gazetesi ise, bir milyon ikiyüz bin tirajla bütün âlemi İslâma dağıtılıyor. İşte böyle mühim bir mevkie sâhip bir zatın, El Ehrâm gibi büyük bir gazetede, otuz beş gün fâsılasız İmân ve Kur’an hakikatları olan Risâle-i Nur’ları nazara vermesi, inşâalah ileride gelecek ehemmiyetli inkişafların habercisi gibi görünüyor.

Mısır’a yaptığımız seyâhat esnâsında Risâle-i Nur’un Arapça mütercimi İhsan Kasım Ağabey’le beraber Ahmed Behçet’i evinde ziyâret ettik. Yanında, ehli irfân zatlar da bulunuyordu. Bize, “kendimi Bediüzzaman’ın karşısında, bizzat ondan ders alıyormuş gibi hissedinceye kadar Risâle-i Nur’u okuyorum ve onun anlatmak istediği dünyaya girmeye çalışıyorum, anladığıma dâir kanâatı etemme vardıktan sonra yazılarımı yazmaya başlıyorum” şeklinde bahs etti.

Mart ayının üçünde, İhsan Kàsım Ağabeyle Mısır’a seyâhat etmiştik. Sebebi ise; Mısır El Ezher Üniversitesinden gelen bir dâvetti. Dâvette, Usûlü’d-Din Fakültesinin 6-8 Mart tarihleri arasında “Kur’an ve Sünnet Mîzânında Bediüzzaman ve Risâle-i Nur” adlı workshop tarzında bir konferans yapacağı bildiriliyordu. Biz de bu dâvete icâbet ettik. Konferans; Ezher’in konferans salonunda yapıldı ve öğretim üyeleri ile talebeler dinleyici olarak katıldılar. Altı öğretim üyesi, üç gün müddetle tebliğlerini takdim ettiler. Bunlardan Usûlü’d-Din Fakültesinin dekanı Prof. Dr. Abdülmu’ti Beyyûmi, Risâle-i Nur’u Kelâm ilmi ve İslam Düşünce tarihi açısından değerlendirdi. Prof. Dr. Sâmi Hicâzî, Risâle-i Nur’un îmâni boyutunu işledi. Prof. Dr. Muhammed Müseyyer, Risâle-i Nur’da nübüvvet konusunu ele aldı. Prof. Dr. Abdülğafur Câfer, Risâle-i Nur’da İ’câz-ı Kur’an konusunu anlattı. Prof. Dr. Necah El Guneymî, Risâle-i Nur’daki tasavvuf konusunu işledi.

Tebliğlerin hepsi birbirinden üstündü. Hassaten Necâh’ın tebliği bir harikaydı diyebiliriz. Kendisi, çeşitli batılı üniversitelerde okumuş ve öğretim üyeliğinde bulunmuş. Şimdi ise Ezher Üniversitesinde ders veriyor. Bediüzzaman’ı “dâima âlem-i sahvede olan büyük bir mutasavvıf” diye anlattı ve Risâle-i Nur’un birçok yerinden de buna deliller getirdi. Tebliğinin bir yerinde, Bediüzzaman’ın İbn-i Arabî’ye bakış açısını ele alırken, “Bediüzzaman’ın, O’nun mesleğine bir edeb ve ilim adamına yakışır bir vakar içinde yaklaştığını” ısrarla belirtti. Öğrencilerden gelen “Mevlânâ’nın Mesnevî’siyle Bediüzzamân’ın Mesnevî’si arasında ne gibi bir fark vardır?” şeklindeki suâle; şöyle cevâb verdi: “Ehl-i Tasavvufta istiğrak hâli olabiliyor. Bu sebebten eserlerinde de, Kitab ve Sünnet’in mîzânlarına muvâfık düşmeyen ifâdeler bulunuyor. Fakat Bediüzzaman’ın eserlerinde bu hal yok. Eserlerini dâima âlem-i sahvede yazdığından, Kitab ve Sünnet’in mîzânlarından hiç ayrılmamıştır.” diye cevâb verdi.

«Gerçi; Hz. Üstâd Bediüzzaman, Mesnevi-i Nuriye’nin başındaki Mukaddime’de kendi seyr-i sülukunden bahs ederken: “…Gözü kapalı olarak değil; belki İmam-ı Gazalî (R.A.), Mevlâna Celaleddin (R.A.) ve İmam-ı Rabbanî (R.A.) gibi kalb, ruh, akıl gözleri açık olarak, ehl-i istiğrakın akıl gözünü kapadığı yerlerde, o makamlarda gözü açık olarak gezmiş. Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki, Kur’an’ın dersiyle, irşadıyla hakikata bir yol bulmuş, girmiş. Hattâ    hakikatına mazhar olduğunu, Yeni Said’in Risâle-i Nur’uyla göstermiş.” demektedir.»

Panelde konuşmacılar, tebliğlerini sunduktan sonra dinleyicilere suâl sorma ve konuyla ilgili müzâkere yapma imkânı tanındı. Meselâ, bunlar arasında dikkatleri çeken suâllerden birisinde şöyle deniliyordu: “Değerli öğretim üyelerimiz, her biri kendi uzmanlık sâhalarında Bediüzzaman’ı bir müceddid olarak tanıttılar. Büyük bir müfessir, büyük bir mutasavvıf, büyük bir kelâm âlimi vs. Bediüzzaman bunlardan hangisidir?” bu suâli oturum başkanı olan fakülte dekanı Prof. Dr. Abdülmu’ti Beyyûmi cevâbladı: “Bediüzzaman; bu saydıklarınızın hepsidir.”(*) dedi ve bunun îzâhını yaptı. Ezher âlimlerinin verdiği bilgiye göre bu panel, kitap haline getirilip Ezher yayınları arasında basılacak.

Panel esnâsında ilginç bir şey yaşandı. Mısır Kitab Yazarları derneği’nin üyesi olduğunu belirten bir hanım, Bediüzzaman’la alâkalı yazdığı şiiri okumak için oturum başkanından izin istedi. Kendisine müsâade edilince kürsüye çıktı ve şiirini okumağa başladı. Ancak yarısına geldiğinde boğazı düğümlendi ve gözlerinden yaşlar dökülmeğe başladı. Başını mahcub bir şekilde aşağıya eğdi. Biraz durdu ve kendisini toparladıktan sonra şiirin gerisini zorla tamamlayabildi. Şiiri o kadar mânâ yüklü idi ki; her kelimesinde Risâle-i Nur’dan gelen îmânın sıcak havası gönlümüze ifil ifil esiyordu. Çok duygulandık. Diğer dinleyiciler de aynı şeyi hissetmiş olmalılar ki, insanları alkışlamak âdetleri olmadığı halde, hislerini uzun bir alkışla dile getirdiler. Aslında bu alkışlar Kur’an hakikatlarınaydı. Üstâdımızın; Risâle-i Nur’un muhtelif yerlerinde, âlem-i İslâmın asırlardan beri mühim bir ilim merkezi olan Ezher-i Şerif’ten ehemmiyetle bahs etmesi; belki de Ezher âlimlerinin, ileride Risâle-i Nur’a sâhib çıkacaklarına bir işaretti. İşte Ezher ulemâsının yaptığı bu panel, onların Kur’an hakikatları olan Nurlar’ı kabul ettiklerini ve alkışladıklarını gösteriyor.

Biz de, panelden fırsat buldukça Mısır’daki eski ve yeni dostlardan bazılarını ziyâret ettik. Ahmed Behcet bunlar arasındaydı. Her birisi îmân ve Kur’an hakikatları olan Risâle-i Nur’dan senâ ile bahsediyorlardı. Bu gidişimizde, Mısır’ın muhtelif üniversitelerinde, Risâle-i Nur üzerine on civarında mastır ve doktora çalışması yapıldığını öğrendik. Darısı bizim ilim adamlarının başına…

Seyâhatimizde, Mısır’da vasıfsız insanlardan, tâ gazeteci, yazar ve ilim adamlarına kadar bir çok insanla görüştük. Risâle-i Nur denilince gözleri parlıyordu. Prof. Dr. Necâh’ın da dediği gibi, İslâm âleminin çok muhtâc olduğu Nur’un yumuşak üslûbuna hepsi hayrandı ve okudukları halde hissedemedikleri Kur’ân’ın îmân boyutunu onunla keşfediyorlardı.

Fâs

Fâs, seyahatimizin ikinci durağı.. Oraya da hemen Mısır’dan sonra hareket ettik. Sungur Ağabey, İhsan Kasım Ağabey, Manisa’dan Şahin Hoca, Cevdet Baybara ve Mısır’dan Abdülkerim Baybara kardeşlerimiz bu seyahatimize şeref verdiler. Gidiş gayemiz yine bir sempozyumdu. Sempozyum, Rabat V. Muhammed Üniver-sitesi Edebiyat Fakültesi tarafından düzenlendi ve yirmi ilim adamı katıldı. Konusu; “Ondördüncü Hicrî Asırda İslâmi Fikirlerin Tecdîdinde İmâm Bediüzzaman En’Nursî’nin Cehdi, Gayreti ve Rolü” Tarih, 17-18 Mart. Yer ise Fakültenin konferans salonu.

Fâs halkı; Osmanlı’yı çok seviyor. Zira, orada kiminle karşılaştıysak, Türkiye’den geldiğimizi öğrendiklerinde sıradan tanışmalar sıcak bir muhabbete dönüşüveriyor. Türkiye’yi pek çok sevdiklerini dilleriyle ve halleriyle açık-seçik bir şekilde belirtiyorlardı.

Fâs, batısından Atlas Okyanusu, kuzeyinden de Akdeniz’le çevrildiğinden ikisinin karışımı farklı bir bitki örtüsüne sahib. Dünyanın en iyi portakal ve mandalinaları burada yetişiyor, diyebiliriz. Adeta İlahi Rahmet ile coşan toprak, yeşilin zengin tonları arasından çıkan rengarenk çiçek ve meyveleriyle tebessüm ediyordu.

Fas’ın kültürü de biraz iklimine benziyor. Kuzeyden Cebel-i Tarık boğazıyla Avrupa’ya komşu, doğusundan da İslam Ülkelerine.. Adeta iki kültür sentezinin yaşandığı bir yer.. Siz Halkla, ister Arapça konuşun ister Fransızca, her iki dili hem anlıyor, hem de konuşuyorlar.. Binalarında ise, Mağrib’in ulaştığı o nazik nakış san’atının zirvesiyle, günümüz batısının ulaştığı mühendislik dehasının sentezini görebiliyorsunuz. Kazablanka’da Atlas Okyanusunun sahiline yapılan II. Hasan Camii buna güzel bir misal.

İşte böyle iki iklim ve kültürün harmanlandığı bir memlekette yetişen ilim adamları, bize iki gün müddetince harika bir ilim ziyafeti çektiler. Hatta tebliğin birini dinlerken, aklımız tatmin olduğu gibi duygularımız da zevk alıyordu. Bir ara öyle bir an yaşadık ki; aradaki dil farkı tamamen kalktı. Gerçeği görmemize engel olan perdeler bir bir açıldı. Risâle-i Nur’dan ustaca seçilmiş paragraflar sayesinde bütün duygularımızla kâinatın harika manzaralarının içinde dolaştık. Bazı gözler buğulandı ve yaşlar döküldü. Bu yirmi dakikalık bir zamandı ama, sanki günler geçmiş gibi geldi. Konferans salonundan dışarı çıktığımızda Risâle-i Nur’un Arapça mütercimi İhsan Kasım; “Bunları ben mi tercüme ettim! Bu kelimeler benim mi?” diyerek hakikatların takdim tarzına olan hayranlığını gizleyemedi. Hemen hemen sunulan her tebliğde batının medeniyet dehası, Risâle-i Nur sayesinde Kur’an’ın cihanşümul boyutlarında eriyordu. Buna sentez mi denir, yoksa İslami tecdid mi? İsmini ne koyarsak koyalım, böyle bir şeyi bir nebze de olsa orada hissettik. Bu göz yaşlarını akıtmamıza sebeb olan Prof. Dr. Faruk Hammade’nin konusu “İmâm En Nursî’nin Fikrine Göre Tabîat, Kevn Ve Kâinâtın Bir Eser Olarak Delâlet Ettiği Mânâ Ve Hedef” idi. Bir yerinde şöyle diyordu: “Batı; Dinin temeline ve iman esaslarına materyalist fikirle saldırdı ve saldırırken de Tabiat silahını kullandı. Nursi de, onlara tabiatla cevab verdi. Yani; üniversiteli materyalist bir genç veya hoca, Fizik ve Kimya ile iman esaslarını çürütmeğe kalktığında Risâle-i Nur’u okuyan gençler onların fikirlerini yine Fizik ve Kimya ile çürütüyor; o fen ilimleri, o gençlerin elinde Risâle-i Nur sayesinde birer ma’rifet-i ilahi şekline giriyordu. Bence; gençlerin Risâle-i Nur etrafında bu kadar kesretle toplanmalarının en mühim sebebi budur.”

Prof. Dr. Muhammed Er Rûgî de şunlara yer verdi: “Allah Kur’an’da     diyor. Bediüzzaman da her yazısında öyle olmaya çalıştı. Kur’an’ı esas aldı ve onun uslubu bütün eserlerinde nebean etti. Meselâ:

  1. İfadelerinde mânâ zenginliği ve derinlik var.
  2. Her cümlesi birer kaidedir.
  3. Tertip ve tanzimi de Kur’an’dan yansımış.
  4. Temsil ve hikmetinde de Kur’an’ın üslubu var.
  5. Daima taze fikir ve fikirlerinde geniş ufuklar mevcut.
  6. Sözünde israf yok. Her kelimesi matlub gayeye hizmet ediyor.
  7. Gayet dakik bir mizanla en te’sirli kelimeler seçilmiş.
  8. Teşbih ve temsiller sayesinde en derin ve dağınık mes’eleler, derli toplu bir şekilde herkesin anlayabileceği bir hale getirilmiş.”

Er-Rugi bütün bu maddeleri Risâle-i Nur’dan getirdiği misallerle izah etti.

Prof. Dr. Et-Tuhami Er Raci de “Said Nursi’ye göre nazm-ı Kur’ani” isimli tebliğinde İslam tarihinin Abdulkahir-i Cürcani gibi belağat alim ve müfessirlerinin Kur’an’ın nazmıyla ilgili fikirlerini tek tek sıraladı ve Bediüzzaman’ın İ’caz-ı Kur’an hakkındaki tecdidini anlattı. Bunu da İşarat-ül İ’caz’dan bazı bölümleri şemalar halinde tepegözle duvara yansıtarak izah etti.

Prof. Dr. Hasan El-Emrani ise “Risâle-i Nur’un edebi cihetini anlatmak için sekiz ciltlik bir eser yazmak lazım. Bediüzzaman; edebiyat ve belağatın bütün meselelerini kullanmış.” şeklinde konuştu.

Prof. Dr. Aşrati Süleyman’da Risâle-i Nur’da zaman mefhumunu anlattı ve Bediüzzaman’a göre zamanın büyük bir müfessir olduğunu belirtti. Risâle-i Nur’un Arapça mütercimi İhsan Kasım ise, “bu güne kadar bir çok ilim adamı, uzmanı oldukları bilim dallarında Bediüzzaman’ın tecdid yaptığını ispat ettiler. Ayrı ayrı ilimlerde onun bir müceddid olduğunu izah ettiler. Fakat bence Bediüzzaman, asıl tecdidi insanın bizzat kendinde yapıyor. Risâle-i Nur’u okuyanlar önceki hallerinden tamamen farklı birer insan haline geliyorlar” şeklinde konuştu.

Evet konuşmalar iki gün müddetince bu minval üzerine devam etti. Sempozyumun sonuna geldiğimizde oturumun son konuş-masını Türkiye’den gelen misafirler namına Sungur Ağabey’den istediler ve Üstâdımızı anlatmalarını taleb ettiler. Üstâdımızın kendisine “Risâle-i Nur’un İslâmın çeşitli merkezlerdeki ulemanın ellerine ulaşacağını ve onu anlamaya çalışacaklarını” anlattığını söyledi. Ve Van vâlisi Merhum Tâhir Paşa, konağında Hz. Üstâd için bir oda tahsis edip, Hz. Üstâd’ın orada ezberinde olan 90 kitabı (Arabî metinler) her gece üç saat okuyarak üç ayda bir devr ettiğini ve ‘Cenâb-ı Hakk’a şükür kardeşlerim! O mahfuzâtım, o tekrarlarım KUR’AN’IN HAKAİKINA ÇIKMAĞA BANA BASAMAK OLDULAR. Sonra ben, Kur’ân’a çıktım, baktım; her bir âyet-i Kur’an kâinâtı ihâta ediyor gördüm. Artık Kur’an bana kâfi geldi, başka şeye ihtiyâcım kalmadı.’ dediğini nakl etti.

Sempozyumun tanzim hey’eti başkanı Prof. Dr. Ahmed Ebu Zeyd de teşekkür konuşması yerine Risâle-i Nur’dan Onikinci Nota’yı açarak Prof Dr. Faruk’a uzattı ve ondan okumasını istedi. “benim bedelime Üstâd konuşsun” dedi. Evet onun o gür ve heyecanlı sesiyle okunan münacattan sonra sempozyum sona erdi. Şahin Hocamız da bu anları kaçırmamak için büyük bir titizlikle video kamerasına çekti. Söylediğine göre 17 kaset doldurmuş.

Sempozyum salonu çok rahat bir yerdi. Sahnesi, perdesi, basamak basamak yükselen dinleyici koltukları, aydınlatma ve soğutma sistemi gayet mükemmeldi. Zamanlamaları gayet dakikti. Tebliğlerin sonunda müzakere ve kritik imkanı tanınıyor; tebliğ sunulduktan sonra da bir görevli tarafından tebliğin metni alınıp hemen fotokopi ile nüshaları çoğaltılıyordu. Zihinler yorulduğunda sempozyuma ara veriliyor, Üniversite tarafından salonun dışında açık büfe şeklinde kuru pasta ve çay ikramları yapılıyordu. Kısacası, sempozyumdan verimin en üst seviyede alınması için her şey düşünülmüştü. Belirtildiğine göre bu sempozyum da basılıp yayınlanacakmış.

Mısır’daki hizmet ve neşriyât-ı Nuriye ile alakadar Abdulkerim Kardeş de epey miktar Arapça tercümelerden getirmişti. Bu Risâle-i Nur Külliyatı’nın Arapçalarını, Fas’a dağıtan bir yayınevi ile konferans salonunun önüne kitap sergisi açmışlardı. İki gün için-de bütün Külliyatların alındığını ve kitap sıkıntısı çektiklerini gördük. Evet not defterimiz hayri kabarık. İlim câmiasıyla görüşmelerimiz vardı. Fas’ın başşehri Rabat’tan Cebel-i Târık Boğazı’na, oradan Fas’ın ilk İslami yerleşim bölgesi olan Fes’e ve oradan da Kazablanka’ya olan seyahatlerimizden bahsedecekik. Sizi fazla usandırmamak için, “birkaç damla, denizin varlığını gösterir” dedik.

Kardeşleriniz

Her şeyin ilacı iki rekat namaz..

Şafakta kılınan iki rekat namaz bir yana, tüm dünya serveti diğer yana. Efendimiz (asm) bizi uyarıyor. ”Dünyada hayra hizmet etmeyen servetleri, ahirette sahiplerine fayda sağlamayacaktır”

Aleyhissalat-ü ves’selam Efendimiz, şafakta kılınan iki rekat namazın eşsizliğini unutamayacağımız ifadeyle şöyle haber vermiştir:

”Fecir vaktinde kılınan iki rekat namaz dünyadan da, içindekinden de hayırlıdır!..

Neden böylesine önemlidir şafakta iki rekat namaz?

Çünkü dünya da, içindeki mal, mülk de ahirette geçer akçe değildir. Ancak iki rekat namaz orada geçer akçedir. Dünyada kalan servetin sağlayamadığı faydayı sağlayacak, sahibini Cennet nimetlerine kavuşturabilecektir.

Nitekim burada dünyanın servetine sahip olan nice ibadetsizler, orada yoksulluk içinde kıvranırken, ibadetinde ihmale düşmeyen nice yoksulların da orada Cennet nimetleriyle zenginleştikleri görülecektir.

Demek ki, dünyada hayra hizmet etmeyen servetleri, ahirette sahiplerine fayda sağlayamayacaktır; ama amel defterinde yazılı iki rekat namazları orada onları her türlü Cennet nimetlerine sahip kılacaktır.

Öyle ise özellikle yaz gecelerinde erken yatıp erken kalkmalı, şafakta teheccüd’den sonra gelen imsak’la güneş doğması arasındaki eşref vakitte, dünyadan da kıymetli olan sabah namazını mutlaka vaktinde kılmalıdır.

Bunun için yatarken, sabah namazına mutlaka kalkacağım niyetiyle yatmalıdır. Bu vicdani karar, onu ibadete uyandıracak, dünyadan da kıymetli olan şafak vakti ibadetini zamanında yaptıracak, uykuya dalıp da sonra vicdan azabı çektirmeyecektir.

Bununla beraber, insanlık halidir bu, hiç arzu edilmediği halde kalkamaz da, namazı güneşten sonraya kaldığı da olursa ne olacak?..

Artık her şey mahvoldu gitti diyerek ümitsizliğe düşmek fevkalade yanlıştır.

Bu durumda yapılacak ilk iş: Güneşin doğmasıyla başlayan (45 dakikalık) kerahet vakti çıktıktan sonra öğlenin kerahet vakti girinceye kadarki zaman içinde sünnetiyle birlikte kılamadığı farzı hemen kaza etmek, namaz borcuyla kalmamaya özel bir dikkat göstermektir.

Bu gibi ihmallerde mühim bir husus şudur:

İnsan istek dışı da olsa hatalarının üzüntüsünü derinden derine duymalı, vaktinde kılamadığı namazının vebalini sırtına yüklenmiş bir dağ ağırlığında her an hissetmelidir. Bu sebeple bir an evvel namazı kaza ederek, bu ağır yükten kurtulma gayreti içinde olmalıdır.

İhmal ettiği ibadetinden dolayı bu üzüntüyü duymamak, vicdan azabı çekmemek, tabiri caizse kılı bile kıpırdamamak ise hayra alamet değildir. Çünkü üzüntü duyan insan, kendisini üzen yanlışla tekrar yüz yüze gelmek istemez. İbadetlerini vaktinde yapma azmi içinde olur. Nitekim bu konuda Efendimiz’in (sas) çarpıcı ikazı şöyledir:

“Mümin, günahını üzerine yıkılacak dağ gibi büyük görür, tedbir alır. Münafık ise burnu ucuna konmuş sinek gibi küçük görür, kayıtsız kalır!..”

Günahını büyük görme duygusu, tekrar etmeme tedbirine sevk ederken, küçük görme duygusu da tekrar etmekten çekinmeme umursamazlığına iter. Halbuki tekrar edilmeyen büyük günah küçülür, ısrar edilen küçük günah ise çoğalarak büyür, küçük damlalardan meydana gelen sel gibi sahibini günah bataklığında boğar. İşte bütün bunlardan sonra demek istiyorum ki:

Özellikle yaz aylarında bu konular daha çok hatırlanmalı, ibadetleri vaktinde yapma titizliğimizi daha çok hissetmeli, hadisin ikaz yüklü müjdesini hep birlikte tekrarlamalıyız:

Şafakta kılınan iki rekat namaz, dünyadan da, içindekinden de hayırlıdır!..

Demekki bizim için en hayırlı olan, namazları vaktinde kılmaktır.

Ahmet ŞAHİN

Çağın Vicdanı Bediüzzaman

Çağın Vicdanı” ismi öncelikle kitaba hakikaten çok yakışmış.

Nesil Yayınları’ndan çıkan “Çağın Vicdanı Bediüzzaman” adlı eserin yazarı Prof. Dr. Nevzat Tarhan.

Geçtiğimiz hafta içinde kitapla ilgili geniş kapsamlı bir toplantı yapıldı ve kitabın serüveni hakkında bilgi verildi.

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri; “önyargılı ve peşin hükümlü” olmayıp, insan olan Müslim veya gayrimüslim herkes için cidden “Çağın Vicdanı“dır.

Nefsi ile yüreği arasında sıkışıp kalmış ve sadece nefsini taşıyarak, hem kendilerini hem insanlığı yoranlar, nefislerini geri plana atıp akıllarını öne çıkarabilseler, Bediüzzaman’ın doğumundan ölümüne kadar, Din-i İslâm için çalıştığını göreceklerdir.

Çağın Vicdanı” ismi Bediüzzaman’ı anlatma ve özellikle yaşadığı dönemin Türkiye’sini “aydınlatma” bakımından çok çok önemlidir.

¥

Eseri kaleme alan Prof. Dr. Nevzat Tarhan için bu çalışmanın kişisel bir tarafı varmış. Kendisi şöyle anlatıyor:

Tıp öğrencisi olduğum günlerden başlayarak, akademik yaşamımın ilerlediği yıllar içinde hep ‘tesadüfi varoluş, hayatın anlamı, Darwinizm, kötülükler neden var, din ihtiyacı, inanmanın psikolojisi, ölümden sonra yaşam var mı, insanın akıl ve ruhu nasıl doyum sağlar?‘ gibi sorularla boğuşup durdum.

Sorularıma cevap ararken, ‘başlangıçta anlaşılması zor‘, fakat anlamaya başladıktan sonra da her okuyuşumda yeni anlamlar yakaladığım Risale-i Nur eserleri önüme çıktı.

Pozitif bilim disiplininde yetişmiş, hemen hemen hiç din eğitimi almamış birisi olarak çıktığım ‘keşif yolculuğunda’ Risale-i Nur eserleri olağanüstü bir rehberlikle zihnimi ve yolumu açtı.”

¥

Çağın Vicdanı Bediüzzaman” adlı eser, Bediüzzaman Said Nursi’nin hayatına dair “psikobiyografik notlar” ile başlıyor.

İlk bölümde okuyucuların karşısına çıkan analizler, Bediüzzaman’ın kişiliğini anlama noktasında dikkat çekici tespitlerle dolu.

Mesela; hiperaktivitenin bir “öcü“ye dönüştürüldüğü günümüzde, “hiperaktif” bir kişilik olarak Bediüzzaman’ın bu yaratılış özelliğini, nasıl bir kazanıma dönüştürdüğünü öğreniyoruz.

Bediüzzaman Said Nursi’nin “ego“sunun peşinde koşmak yerine, “ego“sunun önüne koyduğu aşkın bir idealin peşinde, nasıl kendi benliğini aşabildiğine dair tespitler, yine bu açıdan dikkat çekici.

Bediüzzaman’ın duygusal okur-yazarlığı, “yenilik” ile “geleneği” buluşturmayı sağlayan duygusal ahengi ve bütüncül yaklaşımı, farklı kişilikleri ortak amaç için bir araya getirebilme yeteneği, bu yeteneği sağlayan manevi ve duygusal liderliğinin arkaplanına dair analizler, oldukça ilginç.

Sonuç olarak Nevzat Tarhan şöyle diyor:

Bütün bu tahliller ışığında, vicdan için geçerli tarif; ‘ne yapmak gerektiğini söyleyen iç ses, yanlış yapmaktan koruyan iç bekçi, hiçbir şey yapmama yanlışından koruyan iç ölçü, nasıl yapacağını anlatan bir iç eğilim’ ise eğer, Bediüzzaman bu toplumun vicdanı olarak yaşamış, çağın vicdanî normlarını tanımlamış ilginç ve sıradışı bir kişiliktir.

Hüseyin Öztürk – Yeni Akit

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version