Bursa’da “Bediüzzaman Haftası” başlıyor

1960 Mart ayında vefat eden Bediüzzaman Said Nursi’yi anma etkinlikleri Türkiye ve dünyanın çeşitli bölgelerinde düzenleniyor.

Bursa Bediüzzaman’ı Anma ve Anlama Paltformu bu yılki anma programını iki güne sığdırdı.

BİRİNCİ GÜN PANEL

24 Mart Cumartesi günü başlayacak olan Bediüzzaman Haftasında “Bediüzzaman’a göre temel hak ve hürriyetler” başlıklı panel düzenlenecek.

Saat 19.45’te Merinos Kültür Merkezi’ndeki panelin yöneticiliğini Av. Mustafa Tuncel yaparken Prof. Dr. Mümtazer Türköne, Prof. Dr. Şadi Eren, Doç. Dr. Osman Can, Doç. Dr. Ahmet Yıldız konuşmacı olarak katılacak.

İKİNCİ GÜN MEVLİD

25 Mart Pazar günü ise Bursa Ulu Camii’nde Mevlid-i Şerif okunacak. Saat 11.30’da başlayacak olan mevlidin yöneticiliğini Mustafa Yılmaz yaparken Prof. Dr. Mehmet Emin Ay konuşma yapacak.

Hafızlar Ayhan Polat, Adnan Damar Kur’an-ı Kerim okuyacağı mevlid Yahya Alkın’ın yapacağı dua ile sona erecek.

BEDİÜZZAMAN’IN TALEBELERİ DE KATILIYOR

Anma haftasına Bediüzzaman Said Nursi’nin talebeleri Mustafa Sungur, Abdullah Yeğin, Mehmet Fırıncı, Said Özdemir, Hüsnü Bayram, Ahmet Aytemur, Salih Özcan, Mahmut Çalışkan ve Abdülkadir Badıllı da katılacak ve hatıraları anlatacak.

Hüseyin Hiçdurmaz / Risale Haber

Kadınlar Günü’nde kadını böyle tanıyan ve tanıtan gördünüz mü?

Hocaefendi’nin Beyan kitabında “Dar Bir Çerçevede Kadın!” tarif ve tanıtımı.

“- İç donanımı itibarıyla kadın bir şefkat abidesi; şefkati de yaratılış ve tabiatındaki özelliğinden gelen bir hilkat nümunesidir…

Bu nezih tabiat hep şefkat söyler, şefkat inler, şefkatle oturur kalkar; bir ömür boyu çevresindekileri şefkatle süzer ve herkese yudum yudum şefkat içirir.

Herkesi şefkatle kucaklayıp herkese şefkat içirdiği aynı anda, inceliğinin ve içtenliğinin gereği olarak da, sürekli ızdırapla yutkunur durur.

Bir tül gibi titrer etrafındaki herkesin üzerine, anne-babasına, kardeşlerine, arkadaşlarına ve bütün yakınlarına; tabii mevsimi gelince eşine, evlatlarına…

Paylaşırken onlarla zevki, lezzeti, neşeyi, güller gibi açar ve çevresine gülücükler saçar…

Görünce de onlarda tasayı, kederi, yapraklar gibi sararır, solar ve hüzünle inler, üzülür…

Her zaman güzel şeyleri görmek, güzelliklerle içli dışlı olmak ister. Ne var ki bazen umduklarını bulur, bazen de umdukları yok olur… Bazen çevresinde rüzgâr hep zorlu eser ve sarsar gönül bağladığı her şeyi.

İşte o zaman inleyerek dolaşır her yerde. Hafakanlarla köpürür durur ve içten içe gözyaşlarıyla soluklanır.

Ruh ufku itibarıyla eşini bulmuş ve çocuklarıyla susuzluğunu giderebilmiş bir kadının, Cennet hurilerinden ve böyle birinin gözetiminde örgülenmiş yuvanın da Firdevs’ten farkı yoktur!..

Herhalde böyle bir Cennetliğin gölgesinde, şefkat yudumlaya yudumlaya yetişen çocukların da ruhanilerden farkı olmayacaktır…

Böyle bir yuvada, tenler ve cesetler ayrı ayrı görünse de, herkese ve her şeye hükmeden can bir tanedir.

Her zaman kadından fışkırıp bütün yuvayı saran bu can, manen bir büyü, bir ruh gibi herkesin üzerinde kendini hissettirir ve adeta onları sırlı yerlere yönlendirir.

Kalp ufkunu karartmamış ve ruhunun önü açık bir mübarek kadın, aile sistemi içinde tıpkı bir kutup yıldızı gibidir; hep yerinde durur, kendi etrafında döner, sistemin diğer üyeleri ise varlıklarını her zaman onun çevresinde şekillendirir ve ona bağlılık içinde hedeflerine yürürler…

Evet, herkesin yuva ile münasebeti muvakkat, sınırlı ve izafidir. Kadın ise başka bir işi olsun olmasın, içinde şefkat, merhamet, sevgi macunu kaynatıp durduğu mutfağıyla sürekli evinin orta yerinde dimdik ayakta durmakta ve duygularımıza neler neler pişirip sunmaktadır?..

Duygu ve düşünce dünyasıyla sonsuza tam yönelmiş bir kadın, hiçbir mürşit ve hiçbir muallimin duyuramayacağı şeyleri duyurur ruhlarımıza!.. Gönüllerimizi, zamanın solduramayacağı, kimsenin silemeyeceği en enfes manaların, en nefis hatlarıyla süsler; derken şuuraltı donanımımızla, bizi daha sonraki hayatımızda, peyleyebileceğimiz nice potansiyel zenginliklere ulaştırır!..

Biz her zaman böyle yetkin “insan-ı kamile” bir kadının huzurunda, ruhlarımıza ötelerin merhamet, şefkat şiirinin döküldüğünü duyar gibi olur ve içimizin derinliklerinde hep uhrevileşmenin neşesiyle ürperir dururuz!..”

***

Kadının yaratılışındaki bu eşsiz özelliğini fark etmeyip hesaba katmadan vasıfsız bir işçi gibi erkekle yarışa sokarsanız, onun iç dünyası itibarıyla erişilmezliklerini yok saymış, sahası dışında değerlendirmeye tabi tutma haksızlığına yönelmiş olursunuz. Bu haksızlık ise basit görülüp geçilecek bir saygısızlık değildir.

Halbuki kadın kendi görev yerinde ve sahasında eşsizdir, erişilmezdir, ulaşılmazdır!..

Aile bireylerini mıknatıslı şefkatiyle sinesine çekerek aileyi dağılmaktan koruyan kurtarıcılığa sahip bir kahramandır. Bu yanıyla kadın, hiçbir yarışta geçilemeyecek özellik ve eşsizlikte koruyucu ve kurtarıcı bir şefkat kahramanıdır.

Kadının iç donanımı itibarıyla bu özellik ve eşsizliğini görmezlikten gelenler, yanlış rakiplerle yanlış kulvarlarda yarışa çıkarmakta, böylece yetersizlik görüntüsü vererek büyük haksızlıklara maruz bırakmaktalar… Artık bu farkın farkına varılması, bu saygısızlığın sona erdirilmesi gerekmektedir.

Ahmed Şahin / Zaman

Sakaryalı İmam 3 Ayda Helsinki’ye Cami Açtı

Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından geçici yurt dışı görevlendirmesinde Finlandiya’nın başkenti Helsinki’ye tayin edilen Sakaryalı imam Ali Kul, 3 ayda Diyanetin ilk camisini açmayı başardı.

Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından geçici yurt dışı görevlendirmesinde Finlandiya’nın başkenti Helsinki’ye tayin edilen Sakaryalı imam Ali Kul, 3 ayda Diyanetin ilk camisini açmayı başardı. Cami için temin edilen binada bizzat çalışan Kul, Helsinki’deki Müslümanların büyük takdirini topladı.

Türkiye Diyanet ve Vakıf Görevlileri Sendikası Sakarya Şubesi İl Başkanlığı Basın Sekreteri ve Adapazarı İlçe Mali Sekreteri Ahmet Ali Kul, Finlandiya’nın başkenti Helsinki’de, Diyanet’in ilk camisini hizmete açtı. Sakarya’nın Adapazarı İlçe Müftülüğü’ne bağlı Salko Camii İmam Hatibi iken Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından 3 aylık geçici yurt dışı görevlendirmesiyle Finlandiya’nın başkenti Helsinki’ye tayin edilen Kul, bu ülkede yaşayan Türk vatandaşlarla birlikte yaptığı çalışmalarla Diyanet’in ilk camisini ibadete açtı.

Kul, “Buradaki Müslümanlarla el ele verdik ve camimizi kısa sürede açtık. Açılışımıza, Helsinki’deki yerel yetkililer de katıldı. Şimdi camimizde Finlandiyalı Müslümanlar huzur içinde ibadetlerini yerine getiriyor.” dedi.

Kaynak: Haberler

Münâzarât’daki Meşrûtiyet kavramı ve Bediüzzaman

İnsanlığın ekseriyetle hak din olan İslâmiyet’den ve O’nun nurlu hakîkatlerinden uzaklaştığı, ahkâmının neredeyse tamâmen ortadan kalktığı âhirzamanda, semâvî kaynaktan ortaya çıkan “mehdiyyet” cereyanı, hidâyet yolunu insanlığa gösterirken; bu cereyanın mümesilleri beşere İlâhî çizgiyi göstermeye hep devam edegelmişlerdir.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, mehdiyyet cereyanının bir temsilcisi olarak İslâmiyet’in imân, akîde sahâsında tecdîd vazîfesiyle görevlendirilmiş bir müceddiddir.

Dinî ilimlerin kaynağını teşkil eden Kur’ân, Sünnet, İcmâ-i ümmet ve kıyâs-ı fukahâ çerçevesinde ilham eseri olarak kaleme aldığı eserleri, aynı zamanda mehdiyyet cereyanının diğer mümesillerine de bir program olarak hazırlanmıştır.(1)

Münâzarât”, şûrâ-yı şer’î sistemini, ortaya çıkşından bir asır önceki şartlarda yaşayan insanlara anlatmakta, ders vermektedir.

Ümmetin içine düşürüldüğü perişanlığı, Allah’ın izniyle ortadan kaldıracak olan bu sistemin ders verildiği nûrânî cemaat muhatap alınmıştır. Eserin ders verildiği kürt aşiretleri ve o günkü Osmanlı Devleti zâhirî muhataptır.

İşte böylesine kıymetli ve çok ehemmiyetli vazifeyi hakkıyla ifa eden Üstad Bedîüzzaman, eserlerinde istikametin ancak Ehl-i Sünnet ve Cemaat Mezhebini rehber edinmekle mümkün olabileceğini vurgulamıştır. Bu cerhedilmez hakikatı şu veciz ifadeleriyle dile getirmiştir:”Ehl-i Sünnet ve Cemaat olan ehl-i hak mezhebini karargah yap ve Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın muhkemât kal’asına gir ve Sünnet-i Seniyyeyi rehber yap, selâmeti bul.”(2)

Ancak, milâdî 20.asırda Müslümanların zihinleri karıştırılmış, maruz kalınan din tahribatı sebebiyle, zihinler İslâm’ın esaslarına ve hakikatlarına yabancı bırakılarak, bu Zâtın eserleri dünyevî fikirlerin ve zamanın ifsat rüzgarlarının tesiriyle yorumlanmaya çalışılarak zaman zaman bazı nâehil şahıslar tarafından  murad edilen mâna ve maksûdun dışında te’villerle şeriatın ruhundan uzak mânalar verilerek anlaşılmaya başlanmıştır.

Kitap ve Sünnet kaynak gösterilerek bu eselerin açıklanması gerekirken; felsefî akımların ve uzantıların tasallutu altında bulunan zihinler ve kesimler tarafından, özellikle içtimâî meselelere dair kısımlar, Edile-i Şer’iyyenin akîde ve uygulamadaki esaslarına  muhâlif olarak anlaşılmıştır. Hâricî tesirlerle maalesef bir kısım okuyucularda bu karışık efkârın izlerini görmek  müdakkik nazarlardan kaçmamaktadır.

Üstad Hazretlerinin bizzat yaptığı “Münâzarât”la alakalı değerlendirmeler de bize bu konuda fikir vermektedir.(3)

Osmanlı Devletinin son dönemlerindeki kişi hâkimiyetini çağrıştıran “saltanat”ın değiştirilerek meclisin öne çıkarılmasını ön gören “meşrûtiyet” sisitemine geçildiği bir devrede kaleme alınan “Münâzarât” adlı eser, tam ve kâmil anlamda İlâhî ahkâmı referans alan bir sistemin öne çıkarılması ve yazılımından ibarettir.

Devlet” ,”Halife”, “Meclis” gibi İslâm ıstılahında yer alan kavramların tamamen fıkhî çerçeve ve ölçülere dayanarak Bediüzzaman tarafından açıklanması, tezimizin isabetli olduğunu ortaya koymaktadır.

Bu tesbitler, o günün insanları tarafından tam olarak anlaşılamadığı gibi, bu gün de hâla eksik anlaşılma veya yanlış tevil kargaşası devam etmektedir.

Osmanlının ferdî istibdat idâresinden 1908 yılında meşrûtî sisteme geçmesi, daha sonra ittihad ve Terakki tarafından cemiyet ve parti istibdadına dönüşmesi, arkasından Osmanlı’nın yıkılarak Cumhûrî sistemin kurulması, kısa bir zaman zarfında onun da dejenere edilerek cemiyet istibdadının yeniden hortlatılması, çok partili dönemlerde de sıkça milletin maruz kaldığı açık-kapalı ihtilaller/darbeler ve anayasa değişikliklerinin millet üzerinde bıraktığı şaşkınlık neticesinde müslüman milletimizin zihinlerinde yaşatılan travmalar sebebiyle hakikatın anlaşılması oldukça zorlaşmıştır.

“Münâzarât” ın doğru anlaşılmasına mâni olan kavramların başında “Demokrasi” gelmektedir.

Lûgat anlamı “hürriyetçilik” olan “demokrasi” denen bu beşerî sistemi, takriben 2000 (ikibin) yıl  önce ihdas eden Yunan feylesoflarından Aristo, Sokrat ve Eflâtun’dur.

Bugünün feylesofları tarafından demokrasinin tarifi şöyledir:”Demokrasi, halkın kendisini idare etmesidir. Yani kendi idarecilerini kendisinin seçmesi ve kendilerini idare edecek kanunları da kendilerinin çıkarmalarıdır.”

Bu sistemin dayandığı temel mesele; dinin devlete kesinlikle karışmamasıdır. Din, “İlâhî”, demokrasi ise “beşerî” dir.

Dinleri kendi sınırlarına sokmayan demokrasi, onlara muhâlefet ederken; kadınlara sınırsız hürriyet tanımayı da ana esaslarından saymaktadır. Çıplaklık serbest olduğu gibi, zina da suç sayılmamaktadır. Miras hukukunda da kendi kurallarını işletmektedir. Daha nice benzeri durumlar uygulama sahasında devam etmektedir.

İnsan hakları kavramını istismar ederek din aleyhindeki hakaret ve tezyîfleri, basın-yayın hürriyeti çerçevesinde görürken, yıllarca dindarlara ve Bediüzzaman gibi mânevî önderlere kan kusturulmuştur.

Bütün bu yaşananlara ve uygulamalara rağmen, her nedense günümüzde bir kısım müslümanlar (hassetsen doğru anlaması gereken Risale-i Nur ve “Münâzarât” okuyucuları), bu eserdeki bir takım mefhumları demokrasi ile eşleştirme yanlışını irtikap etmektedirler.

Bediüzzaman Hazretleri, 1910’da bu bilgileri verirken, sadece Osmanlı devletini değil, bütün İslâm âlemini nazara alarak konuşmuştur.

Tamamı için köşemiz kifayet etmez. Sadece Münazarattaki bir cümleye kısaca işaret etmek istersek: “(İşte meşrûtiyet) şurâ-yı şer’iyye, (Veşâvirhum fil’emr) Âl-i İmrân, 159 olan “Ve işlerde onlarla istişâre et” (ve) (Emruhum şûrâ beynehum) Şûrâ, 38 olan “onların aralarındaki işleri istişâre iledir” (âyet-i kerimelerinin tecellisidir.) Yani icraatta görülmesidir. (ve meşveret-i şer’iyyedir) Kitap ve Sünnete uygun olarak yapılan meşverettir. (…aklı kanundur) hak dinin hükümlerinden ibarettir, (şahıs değildir.) Bu cümlede kanundan maksat “hak din”dir.

(Evet, meşrûtiyet) şûrâ-yı şer’î, (hâkimiyet-i millettir😉 yani dinin hâkim olmasıdır. Millet kelimesi aslında “din” anlamında kullanılır. En’âm sûresi, 161. âyette de ifade edildiği gibi; “din, millet, sırat-ı müstakim” kelimeleri aynı manada kullanılmaktadır. Din ve millet kelimeleri,” müttehidan-ı bizzat (özünde, zatında bir), muhtelifân-ı bi’l-itibâr (itibârî olarak farklı, değişik) bilinmektedir ki, Bediüzzaaman Hazretleri, Hutbe-i Şamiye adlı eserinin zeylinde bu hususu vurgulamaktadır. (4)

Dolayısıyla “millet”kelimesinden “İslâm milleti” anlaşılır. Bu mânaları içinde barındıran “millet hâkimiyeti” ise, Kitap ve Sünnet’in hâkimiyeti demektir.

(Siz dahi hâkim oldunuz) cümlesinde vurgulanan, Kitap ve Sünnete aykırı bir kanun konamayacağı için, şahıs veya zümrenin keyfine göre hâkimiyet olamayacağından, siz de insanlar karşısında mahkûm değil, zâhiren hâkim oldunuz. Herkes, Allah’ın iradesine  karşı mahkûm, insanlara karşı ise bağımsız oldular. Mü’min, inancının gereği ne kendisi zillete düşer ve ne de başkalarını zillete sokar. Aksi takdirde padişahın elinden alınan istibdat, cumhurun (halkın) eline geçmiş olur ki, bu katmerli bir zulüm olur. Bediüzzaman’ın ifadesiyle; “Kuvvet kanunda olmalı, yoksa istibdat münkasım olmuş olur ve komitecilikle tam şiddetlenir.”(5)

Kitap ve Sünnete dayanan bir anlayış ırkçılık yapamaz. Hangi dil ve ırktan olursa olsun, tüm Müslümanların refah ve saadetini esas alır. Böyle olunca da başta Kürtler olmak üzere bütün kavimler huzur ve barışa erişmiş olacaktır.

Özetlersek; Bediüzzaman’ın eserlerinde sözü edilen “Meşrûtiyet” veya “Cumhûriyet” sistemlerinden maksat, şer’î şûrâdır. Aksi bir tarif getirmek, beşerî sistemlerle irtibat kurmak, müslümanların İslâmiyetle bağını koparmak, semâvî kaynak yerine beşerî düşünceleri oturtarak, dinin temel anlayışından uzaklaşılması, hevâ ve heves istikametinde hareket edilmesi anlamına gelmektedir.

Hayatı İman ve Kur’ânın prensiplerini  insanlığa tebliğ ve isbatla geçmiş olan Bediüzzaman gibi bir müceddid-i dini beşerî bir sistemin(hâşâ)  hâmisi ve savunucusu gibi göstermek, O’na yapılabilecek  en büyük bir bühtan ve mânevî bir hakarettir.

Böyle bir düşünceden Âlemlerin Rabbine sığınırız.

İsmail Aksoy

Dipnotlar:

1-      Emirdağ Lahikası,c.1, s.259; Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, s.9

2-      Lem’alar, 78

3-      bkz. Kastamonu Lahikası, s.72-74

4-      H. Şâmiye, s. 61

5-      İki Mekteb-i Musibetin Şehâdetnâmesi, s.35

Namazın Hukuku İçin (Şiir)

Kur’ana dair eserler okudukları için
Ve imâni konuları sırf yazdıkları için

Hiçbir suçları olmadan hepsi tutuklandılar
Talebelerle beraber elli dört kişiydiler

Cümlesini koymuşlardı Afyon Cezaevine
Savunma zor olmamıştı katiyen hiç birine

Üstad Bediüzzaman ve tutuklu talebeler
Şahane savunma yapıp cevapları verirler

Son oturumlardan biri yine uzun sürmüştü
Hem de akşam namazının tam da vakti girmişti

Hâkimin ara vermeye hiçte niyeti yoktu
Çünkü sırada bekleyen talebe daha çoktu

Bediüzzaman yerinden hemen ayağa kalktı
Mahkeme heyetindeki görevlilere baktı

“Müsaade ederseniz ben namaz kılacağım
Böyle devam edecekse farzı kaçıracağım”

Hâkim Savcıyla beraber biraz homurdandılar
“Olmaz efendim, usule aykırıdır” dediler

“Sonra kaza edersiniz müsaade etmeyiz
Devam eden mahkemeye şimdi ara vermeyiz”

O an Üstadın gözleri şimşekler gibi çakar
Celalli bir bakış atıp onlara şöyle bakar:

“Katiyen kaza olamaz ben hemen kılacağım
Farz namazın edasını burada kılacağım

Namazın hukuku için burda bulunuyoruz
Onun müdafaasından başka yoktur suçumuz”

Ve Üstad yürüdü gitti serdi seccadesini
Mahkeme koridorunda kıldı farz namazını

Mahkemeye de mecburen ara verildi biraz
Üstadın talebeleri de hemen kıldılar namaz

Ahmet TANYERİ – DİYARBAKIR

www.NurNet.org

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version