Bana geri verin Çaldıklarınızı!

Bir zamanlar mâsum bir Anadolu çocuğuydum temiz fıtratı içinde…

Elinde Kur’ân, göğsünde imânın hüküm sürdüğü selîm yaratılışın en güzel nümûnelerini yansıtırken; dünya seyahatindeki yürüyüşüm esnasında etrafımı saran hırsızlar, yolumu kesen şakîler tarafından heybemdeki cevherlerin, terkimdeki değerli eşyalarımın çalındığının yıllar sonra farkına vardım ne yazık ki!

Hani nerede o huşû’ içinde kıldığım namazlar, el açıp yaptığım hâlis niyazlar?

Bir zamanlar, tek vakit namazım geçmesin diye, nefes nefese kalırken, cemaat sevabı almak için camiye koşarken, sistemin çarkları arasında kıskaca alınan benliğim, yitirdiğim değerlerim, kaybettiğim cevherlerim neredisiniz?

Harama nazar etmeyen bakışlarım, Bâtıla/münkere çattığım kaşlarım, zındıkaya eğilmeyen başlarım neredesiniz?

Tarihimin yedi iklimdeki şanlı destanını bir magazin dizisine hapsedenler, ecdat ruhundan tek satır bulamadığım kokuşmuş entrikaların kol gezdiği bir senaryoya mahkum edenler! Bana gerçek tarihimi geri verin.

Saadet devirlerinin nezih ortamını o kadar özledim ki!

Dedemle birlikte sabah namazlarını amcalarımın refaketinde kıldığımız, arkasından Yâsînler okuduğumuz, sıcak tandır ekmeği eşliğinde mütevâzi kahvaltılarda buluştuğumuz o mutlu atmosferimi istiyorum.

Eğitimden, okuldan, öğretmen ve öğrenciden Besmeleyi çaldınız. Gönüllerden ve dimağlardan merhâmet ve şefkati kopardınız. Çıkarcı, korkak, ürkek, tefekkürsüz ve tezekkürsüz bir nesil türettiniz.

Bilmem hangi “izmler” adına onsekiz yıl bu ülkede Ezan-ı Muhammedîleri yasakladınız. Ceridelerde din ve mukaddesat adına tek satıra izin vermediniz. Allah demeyi bile yasakladınız. Topyekûn değerlerle savaştınız. Ve yakın tarihin gerçek yüzünü genç kuşaklardan sakladınız. İrtica yaygarasıyla yıllarca inananlara kan kusturdunuz, dar ağaçlarında nice mâsûmlara kıydınız rejimi koruma adına.

Bir de kalkıp Diyanet İşleri Başkanlığı’nın organizesi ve öğretmenlerin gözetimi altında pırıl pırıl gençlerimizin Umre ziyareti yapmalarına, yüzünüz kızarmadan karşı çıktınız.

Mezuniyet balolarına, bilmem ne gecelerine/günlerine, Eyfel gezilerine (batıl efkâr ve ahvâlinizi örneklerle tasvir ederek safi zihinleri daha fazla bulandırmak istemiyorum) ilericilik adına alkış tutarken, Allah’ın (c.c) kutsal evine, müslümanların kıblesi Kâ’beye, Resûl-i Kibriyâ’ya (a.s.m) müteveccihen yapılacak kutsal yolculuğa bile tahammül edemediniz.

İşte sizin demokrasi (!) anlayışınız bu…

Şimdi ise, anarşi ve terör belasıyla ağır bir imtihanın kıskacında Osmanlı’nın torunlarını şaşkına çevirip eşkiyanın, bâğîlerin tasallutundan maddî/mânevî havamızı kirlettiniz. Kur’ânî ve Nebevî değerleri öcü gibi gösterdiniz. Sulh, sükûn, barış, güven, emn ve emniyet dini olan İslâm’la, Allah’ın dini ile alay ettiniz. Batıda her eğitim kurumunda kilise ve ibadet hürriyeti varken; genç neslimize okullarında bir mescidi çok gördünüz. Bununla da kalmadınız, Cuma namazına giden 3-5 öğrenciyi birilerine gammazlama adına objektiflerinizi şerre odaklı kullandınız. Fişlediniz tek tek muvahhid mü’minleri…Nice suçsuz/günahsız insanların meslekten atılmasına önayak oldunuz.

Yıllarını eğitime ve eğitim idareciliğine hasretmiş biri olarak şahsımda yaşadığım örnekleri yazsam, kitaplara sığmaz.

Cenâb-ı Hak öyle bir musîbet ve bela verdi ki, nice emek ve sermayeyi, enerji ve maddî potansiyelimizi yuttuğu halde doymak bilmedi.
Siyonizmin ve İsrail işbirlikçilerinin dünyayı savaş arenası haline getirmelerine, barış ve sözde demokrasi kılıfı giydirerek zulmün devamına imkân verdiniz. Her fırsatta Müslümanlara terörist damgası vurdunuz.

Elbette bu böyle devam edemezdi.

Allah’tan (c.c) ve Peygamber’den (s.a.v) yüz çevirenleri ağır imtihanlar yakaladı, oyaladı ve hırpaladı.

Maddî ve mânevî havamızı kirlettiniz. Çevreyi, suyu, yeşili, yer küreyi, semâyı, semânın sakinlerini, Esmânın tecellîlerini hal lisanıyla ilân eden mevcûdâtı kızdırdınız. Unsurlar galayâna geldi, yine ders ve ibret almadınız.

Ve hâkeza…

Yeniden diriliş için, Kur’âna ve O’nun getirdiği değerlere sahip çıkmak için tevbe ve istiğfar ile temizlenerek haşmetli mazimize, âsûde geçmişimize, berrak inançlarımıza/akîdelerimize dayanarak hayatımızı dizayn edip daha ileri ve ötelere, zirvelere çıkmanın/çıkarmanın yollarını bulabilir, yüce noktaları yaklayabiliriz.

Geri istiyorum çalınan benliklerimizi, özümüzü, cevherimizi.
Geri istiyorum milletçe özlediğimiz ruh ve mâna iklimlerimizi…
Geri istiyorum kaybettiğimiz huzur esintilerini, bereket sofralarını…
“Edep yâ Hû” diyerek dejenere olan iffet ve hayanın, ar ve edep duygusunun iâdesini istiyorum.
Kaybettiğimiz aile ortamlarını, cennet köşesi hanelerimizi geri istiyorum.
Saygı/sevgi/şefkat/merhâmet odaklı bir toplum olma adına geri istiyorum.
Sokaklarımızda, caddelerimizde, okullarımızda, kurumlarımızda, dağ ve ovalarımızda, bağ ve bahçelerimizde mütebessim çehrelerin ışıl ışıl parıltısını görmek ve kardeşlik nağmelerini duymak istiyorum.

Ve hakkıyla kulluğumu özgürce yaşamak istiyorum engelsiz, baskısız.

Şeâir-i İslâmiyyenin ve Sünnet-i seniyyenin cemiyet hayatında tam ve mükemmel bir vaziyette hükümfermâ olmasını, yer yüzünün adâlet, hakkaniyet, meveddet, meserret ve İlâhî inâyetle dolup taşmasını, İttihâd-ı İslâm’ın gönüllerden tâ çağlara, sınırlar ötesine taşmasını istiyorum.

Duam, arzum, niyetim, özlediğim cemiyetim için istiyorum.

İsmail Aksoy

Kur’an ve Roman

Romanlarda tipler vardır, karakterler vardır.
Tipler insanların zaaflarını ve sıradan
ihtiyaçlarını kendilerine gaye edinen,
paradan, menfaatten, ziynetten, karşı
cinsten hoşlanan insandır, bu bütün
insanların ortak tarafıdır.

Tipler sıradan kişilerdir, bütün dünya romanı tiplerden oluşur, romanın bir de karakterleri vardır. Onlar özellikleri ile sıradan, alelade insanlardan ayrılırlar.

Hugo’nun karakteri belediye başkanı olduğu şehirde bir sıradan adamın mahkemesine katılır, adam hırsızlıkla suçlanmaktadır, belediye başkanı hırsızın o değil kendisi olduğunu söyler, birden sıradan ve adi bir hırsız derecesine düşer. Ama o sıradan da olsa bir garip adamın suçunu işlemiş bir adamın bunu kabullenmesi gerektiğini söyler, yıldızlardan yere düşer.

İslamın büyük romanları yazılmamış, kenarda köşede romanları vardır. Halit bin Velid, ona ashab “Kendi uyumayan ve başkasını uyutmayan adam” demişler, kendi bir yana atı bile karakter.

Öldüğünde Cenab-ı Ömer mezarı başında ağlarken uzaktan bir at sesi duyulur, dört nala bir at gelmektedir mezara doğru, mezarın başına gelir başını göğe kaldırır ve haykırır, sonra başını indirir insan gibi ağlar, ne sahne ama. Nerede bu sahnenin romanı?

Aynı adam düşman kumandanına “Sizin hayatı sevdiğiniz kadar, ölümü seven askerlerim var” der. Hz. Ömer “Anaların Halid gibi birini doğurmak şansı yok” der.

Bütün hayatı sıradanlıktan eser olmayan bir insan. Nerde onun romanı, nerede ashabın romanı nerede, bu büyük ruhlu insanların, ruhları kıyamete kadar güneş gibi kirli kalpleri yıkayan adamların romanları.

Büyük Umutlar Romanı

Mekke’de orta okul çocukları gördüm, ellerinde Kur’an ve bir de Dickens’in , İngiliz romancısı Büyük Umutlar romanının İngilizcesi , bizim İngiliz dili öğrencilerimizin okuyamadığı İngilizce romanlar. Kitapçıya sordum neden Dickens, dedi ki Dickens muhafazakar ve dine saygılı bu yüzden burada onun romanları okunuyor, okutturuluyor Peygamberin beldesinde İngiliz romancısı.

Bediüzzaman beş yüz senedir yattığınız yeter derken , her yönden yattığımızı söylüyor. Bu “nevi beşerin yıldızları olan” insanların romanını yazmamışız, Namık Kemal “Hugo olmasaydı ben olmazdım” diyor. Neden intibah ve Cezmi gibi iki roman yazdı da, asrı nurani, peygamber asrının insanlarının romanını yazmadı, güneşi arkasına alıp mumların arkasına giden aydınlar.

Hilmi Yavuz, Kur’an ve Roman diye iki yazı yazmıştı, bunları okurken roman konusunda ne söyleyecek diye düşündüm, baktım onun bakış açısı değişik.

Karakterler ve tipler

Kur’an ve mukaddes kitaplar dünya romanının atası. Çünkü Kur’an’da da karakterler ve tipler, kötü adamlar oppozite menler var. Kur’an da da gerilim var, firavun ile Hz. Musa arasındaki gerilim, inkarın ve yanlış bakış açılarının temsilcisi olan yerine göre tip, yerine göre karakterler var, onlar küfrü idare ediyor, peygamberler ise imanı. Dolayısı ile Kur’an’ın bir anlatı metni olarak özellikleri araştırılmamış, onun vaka örgüsü, şahısları, tensionu, ayetlerin başlangıç ve bitişleri, imajları, daha yüzlerce mesele edebiyatın eleştirinin alanına alınmamış illa herkes onu bir ibadet ve ahlak kitabı gibi görmek zorunda demişiz.

Akif bu yüzden bu kısır döngüyü anlatır
Ya açar bakarız nazm-ı celilil yaprağına
Ya okur geçeriz bir ölünün toprağına
İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin
Ne mezarlıkta okumak ne de fal bakmak için

İdeal Örnek Bediüzzaman’dan

Fala ve mezarlığa mahkûm edilen kitap, olmaz deyip isyan eden yok.

Bir isyan değil ideal örneği veren Bediüzzaman. Mu’cizat-ı Kur’an’iye kitabında birçok konu edebiyat olarak anlatılmış. Mebahisindeki Camiiyyet-i Harika bahsinde Kur’an’ın konu zenginliğini anlatır. Yirmi sekiz tane temel konu sayar sonra da sınırlamadığını söyler “bütün mebahis-i esasiyeyi ve mühimmeyi” der. Bütün mühim ve esaslı konuları anlatır. Kur’an’ın bütününü bir anda gören bir göz ve hafıza ile söylenir bu özetleme cümleleri. Bediüzzaman hala klasik din çemberinden çıkmayan bir takımın gündemine girmedi, bir azamet bir kendini beğenmişlik.

Şu bahisleri bir olay örgüsü içinde çocuklarımıza ve gençlerimize veren roman benzeri kitaplar yok. Kur’an’ın hikâyelerine kıssalarına günümüzün sorunlarına uygun bakış açılarını Bediüzzaman birinci ve ikinci lem’a’da, örnek verir ve ben olayları günün şartlarına uyarladım, siz diğer kıssaları güne uyarlayabilirsiniz.

Denizi deniz olmaktan çıkarır hayata benzetir, hastalıkları bedensel olmaktan çıkarır, ruhsal ve düşünsel ve günahların tesiri ile doğan hastalıkları örnek verir. O zaman Hzç Musa’nın dağdan dönünce milletin taptığı buzağı da bugün başka anlama gelir, herkesin küçük büyük bir buzağısı, onu Allah’a gitmekten engelleyen bir buzağısı yoktur demektir.

Peygamberler büyük karakterlerdir.

Onlar sıradan insanların, tiplerin sahip olmadığı zenginliğe ve sabra sahiptirler. Bir Hz. Musa hep bir hikâye, kuru hikâye kahramanı gibi anlatılır. Diğerleri de öyle, Bediüzzaman bunlardan açıkladıklarına geniş anlamlar verir bahisleri günceller. İsa, İbrahim, Yusuf hepsi birer karakter, onların etrafında yer alanlar da norm kişilerdir, Züleyha bir norm karakterdir, Yusuf’un terakkisini sağlayan olumsuz kişidir, onun hidayetini idare eden bir zemberektir. Onun meydana getirdiği gerilim ve çatışma ile kıssanın hazzı duyulur ve en güzel kıssa olur. Kur’anda fon şahıslar vardır, peygamberlerin etrafında dolaşan, canlılar ve sıradan insanlar. Yusuf’un mağarası üzerinde uçuşan kuşlar, mağara da büyük mekândır. Velhasıl biz böyle bakmadığımız için Kur’an dolaylarda, yakışıklı muhafazalarda kalmış.

Çalıkuşu romanında Feride , Sinekli Bakkal Romanında

Rabia birer kahramandırlar çocuklarımızın ve bizim zihnimizde neden Hz Peygamber hayatımızın bütün her yanını işgal eden bir kahraman gibi anlatılmamış. Peygamberimizin hayatı ile ilgili kitaplar, merdiven gibi, doğdu, savaştı, ve öldü. Bu yüzden Bediüzzaman Mucizat-ı Ahmedi’ye de Peygamberimizi bir kahraman gibi işler, en önemli davranışlarını, olaylarını örnekler. O da olmasaydı ne yapardı bu topraklar ve bu sema ve içindeki bizler.

Prof. Dr. Himmet Uç

Eleştiri oklarıyla işlenen cinayetler !..

Eleştirinin maksadı, bir şeyin iyi veya kötü taraflarını, menfi veya müsbet yanlarını bulup meydana çıkarmak, ortada olanla olması gerekeni tesbit ederek doğru ve iyiyi yerleştirmektir.

Fakat bu iyiye ve hakikate ulaşırken değişik yolların ve fikirlerin olabileceğini kabullenmek oldukça önemlidir. Doğrunun ve hakkın sadece bizim bakış, görüş ve anlayışımızın dışında da olabileceği hakikatini kabul ve müsaade etmeliyiz ki; farklı görüşler ve fikirler ortaya çıksın. Farklı düşünen insanlar da bu hoşgörü ortamından cesaret alarak kendi düşünce ve fikirlerini ortaya koyabilsinler. Aksi taktirde kışla toplumu dediğimiz bir yapılanma oluşur. İlmi istibdat yahut ta mahalle baskıları dediğimiz başka fikirlere hayat tanımayan bir anlayış hakim olur.

Karşı düşüncede olanlara da söz söyleme hakkını tanımalıyız. Bu hususta “22. Mektub” ta geçen şu düsturlar oldukça önemlidir:

Birincisi: Sen, Mesleğini ve fikirlerini hak bildiğin vakit, “mesleğim haktır veya daha güzeldir “ demeye hakkın var. Fakat,” yalnız hak, benim mesleğimdir” demeye hakkın yoktur. İnsafsız nazarın ve düşkün fikrin hakem olamaz. Başkasının mesleğini butlân (haksızlıkla,boş ve abes olmakla, hak olmamakla) ile mahkum edemez.

İkinci düstur: Senin üzerine haktır ki, her söylediğin hak olsun. Fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yoktur. Her dediğin doğru olmalı, fakat her doğruyu demek, doğru değildir. Zirâ, senin gibi niyeti halis olmayan bir adam, nasihati (sözleri) bazan damara (his,inat) dokundurur, (aksülamel) ters tesir yapar.

Üçüncü düstur: Adâvet (düşmanlık) etmek istersen, kalbindeki adâvete adâvet et, onun ref’ine (kalbinden düşmanlık duygusunu söküp atmak) çalış. Hem sana en çok zarar veren nefsani ve boş arzularının ıslahına çalış. O zararlı nefsin hatırı için, müminlere düşmanlık etme. Eğer düşmanlık etmek istersen, kafirler, zındıklar çoktur;onlara adâvet et.

Dördüncü düstur: Kin ve düşmanlık sahibi kişiler, hem nefsine, hem mümin kardeşine, hem rahmet-i İlâhiyeye zulmeder, tecavüz eder…

Ayrıca 27.Söz’de içtihat bahsinde: “Hak bir olur, muhtelif ahkâmlar hak olabilir mi?” sorusuna Bediüzzaman hazretlerinin verdiği cevap olaylara hangi çerçevede ve nasıl bir bakış ile bakmamız gerektiğini güzel bir misal ile ortaya koymaktadır:

Bir su, beş muhtelif mizaçlı hastalara göre beş hüküm alır, şöyle ki. Birisine, hastalığının mizacına göre, su, ilaçtır; tıbben vaciptir. Diğer birisine göre hastalığı için zehir gibi zararlıdır; tıbben ona haramdır. Diğer birisine, az zarar verir; tıbben ona mekruhtur. Diğer birisine, zararsız menfaat verir; tıbben ona sünnettir. Diğer birisine , ne zarardır, ne menfaattir, afiyetle içsin; tıbben ona mübahtır. Işte hak burada çoğaldı. Beşi de haktır. Sen diyebilir misin ki: “Su yalnız ilaçtır, yalnız vaciptir, başka hükmü yoktur.”

Yukarıdaki bakış ve değerlendirmelere bilhassa muhafazakâr kesimin çok ihtiyacı vardır. Toplumun olayları ve hadiseleri daha geniş açıdan görebilmesi ve sağlıklı değerlendirebilmesi için değişik görüşlerin ve fikirlerin rahat bir şekilde ifade edilmesi gerekir. Şayet kişi fikrini hür bir şekilde söyleyemiyorsa, acaba bu farklı bakışımdan dolayı nasıl bir tepki alırım endişesi içinde ise hakikatin önü kesilmiş demektir. Burada kastettiğimiz şeriat ve mezhepler değildir. Rabbimiz, Kur’an-ı Kerim’de iman, ahlâk, ibadet, fazilet gibi konuları sabit ve değişmez bir şekilde hükme bağlamıştır. Bunlar evrenseldir, zamanın geçmesiyle veya ülkelere, iklimlere göre hiçbir şekilde değişiklik kabul etmez. Bediüzzaman’ın başka bir yerde ifade ettiği gibi, İslâmiyetin yüzde doksan hükümleri böyledir. Esasen bu husus 27.sözde açık ve net bir şekilde izah edilmiştir. Burada vurgulamaya çalıştığımız şey dinin zaruriyatına girmeyen kısımlarla ilgili söz ve fikir beyanları hakkındadır.

Bugün toplumda Anayasa, yasalar, hürriyet, cumhuriyet, meşrutiyet, demokrasi, istibdat, tahakküm gibi ifadeler gün geçmiyor ki, konuşulmasın, görsel ve yazılı medyada yer almasın. Yeni bir yapılanmanın, oluşumun içindeyiz. Bilhassa müslüman ve muhafazakar kişiler fikir ve düşüncelerini açık ve net bir şekilde ortaya koymalıdırlar. Sadece ağam bilir, efendim bilir, hocam bilir…gibi peşin ve kolaycı bir tavır sergilemekten ziyade, kişiye çekinmeden, korkmadan yıllarca beslendiği ve diz çöktüğü kaynaktan aldığı fikir ve düşüncesini kendi aynasına göre ortaya koyabilecek ilmi bir serbestiyet zeminini sağlamak kanaatimce bugünkü müslüman kesimin ve kalem erbabının oldukça önemli bir görevi olsa gerektir.

Fakat ne yazık ki, bu asırda bile hala kendi kafalarındaki doğrulara kilitlenmiş, başka düşüncelere kapalı insanlarımızın olması oldukça düşündürücü ve bir o kadar da üzücüdür. Bu hususun eğitim ile alakalı olduğu aşikardır.

Eğitim noktasından baktığımız zaman Müslüman dünyasının en büyük düşmanının cehalet olduğunu görüyoruz

Bugün Müslüman dünyadaki okuma-yazma oranımız % 40‘lar seviyesindedir. Oysaki bu oran Hrıstiyan dünyasında % 90 ve onbeş Hırıstiyan çoğunluğa sahip ülkede ise % 100 dür. Hırıstiyan dünyadaki okur-yazarların % 40’ı üniversite mezunudur ve bu oran Müslüman dünyasında % 2’yi geçmemektedir.

Sonuçta; İstatistiklerde de görüldüğü gibi bilgi üretebilecek kapasiteden mahrumuz. Düşünen, tartışan, bilgi üreten ve bilgi uygulamasını gerçekleştiren insanlarımızın sayısı artmalıdır.

Böyle bilgi fakiri ve cehaletin kolgezdiği ülkelerde “bilgi boşluklarının” oluştuğunu görüyoruz. Toplumda oluşturulan bu bilgi boşlukları bir şekilde, birileri tarafından doldurulmaktadır. Doldurulduğu renge ve kendilerine takılan gözlüğe göre fertler olayları, hadiseleri değerlendirmektedirler.

İşte problem de burada başlamaktadır. Kafalardaki doğruya uymayan bir fikir ve düşünce sahipleri acımasızca eleştirilmekte ve düşmanca saldırıya maruz kalmaktadırlar. Bu kişiler en yakın arkadaşları ve dostları olsa bile.

Halbuki yukarıda işaret ettiğimiz gibi, farklı gözlerle, bakışlarla olayları tahlil etmeye çalışan insanlara saldırmak şöyle dursun; hakikati ortaya çıkarmak için iyi niyetle çabalayan birisi olabilir diye yaklaşmak gerekir. Şayet bu kişi yakinen tanıdığımız birisi ise; karşı eleştirimizi yaparken cümlelerimizi oldukça dikkatli seçmeliyiz. Kırıcı, yıkıcı, öfke ve kin kusan görüntüden uzak olmalıyız. Hele hele sözü kendimize göre lastik gibi çekerek itikadî çerçeveye büründürerek tehlikeli ithamlarla dostlarımızı damgalamamalıyız ki, böyle kelimeler bazen mermiden daha yıkıcı olabilir. Büyük inşikaklara, yaralara yol açar, tedavisini imkansız kılar.

Elbette olumlu manada kendi zaviyemizden eleştirel değerlendirme yapmak bizim hakkımızdır. Ne var ki, onun da bir üslûbu ve uygun bir şekli vardır. Her şeyden önce, tenkit eden kimse insaflı davranmalı, söyleyeceklerini kendi egoları hesabına değil, Hak rızası adına söylemeli ve hayır düşüncesinden başka bir niyeti bulunmamalıdır.

Maalesef, günümüzde eleştiri oklarını atanlar alternatif fikir ve düşüncelerini ortaya koymamaktadırlar. Sadece ve sadece karşısındakini muğalata ve demogoji ile küçük düşürüp kendini haklı ve büyük göstermek yolunu seçmektedirler. Gayesi; hakkın ortaya çıkmasından ziyade kendi fikrinin doğruluğunu ispat etmektir. Bu nedenle bir an bile olsa karşıdakinin elinde de hak olabilir ihtimalini kabul etmez. Egosu ve ön kabulü onu kuşatmıştır adeta. O baştan başa “BEN” kesilmiştir artık ne yapıp edip kendi düşüncesini karşı tarafa kabul ettirmenin mücadelesini vermektedir.

Öyle ki, bu hususta ölesiye gayret sarf ediyor; yer yer kelime ve mantık oyunlarına giriyor; hasımlarını kışkırtma, ilzam etme ve mahcup düşürme gibi yakışıksız şeylere başvuruyor ve hakikate karşı hep kapalı durur.

Bu hususta muhterem ve kahraman Zübeyir Gündüzalp’in nefis terbiyesine yönelik nasihatleri muazzam bir ilaçtır. O şöyle der:

“A benim güzel dostum!.. Çok kere olduğu gibi bugün yine çok tenkidler ettin. Kusurlar, hatalar saydın. Acaba gıyabında tenkidler yaptığın, gıybetini ettiğin Allah’ın kullarının o yaşa kadar olan iyiliklerinden, hayra hizmetlerinden, güzel huylarından, zararsız hallerinden ne kadarını yâdettin, kaç tanesini saydın? Münekkid ve kusur sayıcılardan olma! Korkarım ki, zulümkâr olursun…”

Recai ALBAY

Sevaplarımız birikmiyor mu?

Her işlediğimiz güzel amelde sevap kazandığımızı hesap ederiz. Böylece sevapları üstüste koyarız ve kendimizi cennete layık görürüz. Aslında her hareketimizi güzel ve sevaplı görürüz ya!

Ayağımızı kaydıran tuhaf bir bahanedir. Ben sizin adınıza itiraf ediyorum. ‘Nasılsa çokça sevabım var, ucundan kıyısından yenirse çok şey kaybetmem herhalde’ deriz. Böylece birikmiş sevaba güvenip günahın avuçlarına bırakırız kendimizi.

Peki ya sevap biriktirilebilir mi? Üste üste konulabilir mi sevaplarımız? Bir şeyi biriktirmemiz için harcadığımızın kazandığımızdan az olması gerek değil mi? Bir şeyi üst üste koyabilmek için elimizde kalanın elimizden çıkandan çok olması gerek değil mi?

Bir iyilik edebilmemiz için bedenimiz için yapılan harcamalar, dünyamızın ayakta durması için gerekli masraflar, bizim ürettiğimiz iyilikten çok çok fazladır.

Mesela, bir an sadece bir defalık ‘Elhamdulillah’ diyerek nefesimizle, sesimizle ürettiğimiz şükür için, yıllar yıllar öncesinden peygamberler gönderilmiş olması, onların sözünün ve sesinin yüzyıllar içinde milyonlarca güzel insanın akıl almaz çileleriyle bize ulaştırılmış olması gerekir.

Ayrıca, o andaki şükrü üretebilmemiz için bize doğduğumuz (hatta doğumumuzdan da önce) andan itibaren sayısız nimet verilmesi, sevdiklerimizle ve hatıralarımızla o an’a taşınmış olmamız gerekir. O an şükrettiğimiz şeyi tadacak zevk, duygu, dil, damak, dudak, mide, göz, koklama gibi sayısız yeteneklerimizin hazır edilmesi gerekir.

Ayrıca, o şükre yetecek nefeslerimiz verilirken, güneşin tepemizde duruyor, yıldızların üzerimizde bekliyor, dünyanın altımızda dönüyor olması gerekir.

Üretim hızımız tüketim hızımızdan çok çok az.

Hem sonra ne kadar kaliteli ürün ortaya çıkardığımız da şüpheli. Ne kadar sahici söyledik ‘Elhamdülillah’ı? Anlamına kendimizi ne kadar kattık?

Hem sonra, ‘Elhamdülillah’ diyebilenler arasında olmakla da yeni ‘Elhamdülillah’lar demelere borçlandığımız ortadayken, ürettiğimiz hamdleri stokladığımızı söyleyebilir miyiz? Ürettikçe daha çok hamd ham maddesini borçlanmıyor muyuz bize hamd etmeyi öğreten ve hamd edilesi nimetler veren Tedarikçimize?

Üst üste koyabilmek için sevaplarımızı elimizden kalanın elimizden çıkandan fazla olması gerekiyor?

Ya gıybetle yakmışsak elimizdekileri?

Ya hasetle yiyip bitirmişsek depoladıklarımızı?

Ya ürettiklerimizin hepsi de defolu diye pazara sürülmemişse?

Nasıl olur da sevabımıza güveniriz şu halde?

Dr. Senai Demirci

Onların sataşmalarını ciddiye almayın!..

Onların işi gücü İslama ve müslümanlara sataşmak. Hedefleri müslümanları şüpheye düşürüp İslam’dan koparmak. Her ne kadar bunlardan bazıları ilahiyatçı yada İslamcı yazar olsalar da !..

Cahiller onlara sataştığında “Selâmetle” der, geçerler. Furkan Sûresi, 25:63 ”

Rahmanın kulları” olarak nitelenen seçkin insanların bir özelliği de âyetin bu cümlesinde anlatılıyor. Bu özellik, yine aynı âyette sayılan ve bir önceki yazının konusunu teşkil eden diğer özellik gibi, o kulların ağırbaşlılığını yansıtıyor.

Bu arada, âyetten şunu da anlıyoruz:

Rahmân’ın has kullarının kaderinde, “Meyveli ağaç taşlanır” misali, ister istemez birtakım sataşmalara muhatap olmak da vardır. Onlar kendi davranışlarıyla buna sebep olmazlar, böyle birşeyi bizzat tahrik etmezler; fakat ne kadar ağırbaşlı davransalar da böyle sataşmalara uğramaktan bütün bütün uzak duramazlar. Zaten âyet bu sataşma eyleminin faillerini “cahiller” olarak nitelemek suretiyle, bu eyleme sebebiyet veren şeyin sırf bir cehalet ve inattan ibaret olduğuna işaret etmekte ve şu anlamı dile getirmektedir:

Onların sataşmaları arkasında mâkul bir gerekçe, onları haklı çıkaracak bir sebep aramayın. Bu tümüyle bir inattan, hakka göz kapayıp kulak tıkamaktan ileri gelen bir cehalet eseridir.

Cahillerin sataşmasına uğramak eğer seçkin kulların kaderinde var ise, onların buna karşı tepkileri ne olacaktır?

Aynen karşılık vermek mi?

Bu, mü’mine yaraşan bir davranış olmaz. Çünkü sataşan, cehaletin gereğini yapmaktadır. Mü’min ise, imanının gereği olan davranışları sergilemekle yükümlüdür. Ondan beklenen güzel ahlâktır, cahillerle aynı seviyede lâf yarıştırmak değildir.

Diğer yandan, düzgün ve seviyeli bir üslûpla sataşmaları cevaplandırmaya kalkmanın da fazla bir anlamı olmaz. Çünkü muhatapların niyeti de, seviyesi de buna müsait değildir. Eğer sataşmalar basit bir bilgisizlikten veya yanlış anlamadan ileri gelseydi, onları doğru şekilde bilgilendirmek ve yanlış anlamaları düzeltmek suretiyle mesele çözüme kavuşturulabilirdi. Oysa âyetin “cahillik” şeklindeki nitelemesi, sadece bilgi yokluğundan ibaret basit bir cehalet değil, hakka karşı körlük edenlerin, ilme karşı direnenlerin, üstelik bir de cahilliğini meziyet sayanların inatçılıklarıdır.

Böylelerine lâf yetiştirmenin kazandıracağı birşey yoktur, ama kaybettireceği şeyler vardır.

Bir defa, cahillere muhatap olmak, bir irtifa kaybı demektir. Bir mü’minin, özellikle Kur’ân’da “Rahmân’ın kulları” olarak nitelenen seçkin kulların, cahillere cevap yetiştirmek için onlarla aynı seviyeye inmesi yakışık almaz.

İkinci olarak, bunda bir vakit ve emek kaybı vardır. Zaten sataşmaların asıl hedefi de mü’minleri böyle bir kayba uğratmaktır. Onlar kendi yollarında giderlerken, imanlarının gereği olan güzel işlerle ve hayırlı hizmetlerle uğraşırlarken, inkâr ve cehaletlerinin gereğini yapanlar da onların yollarına, onları meşgul edecek ve hayırlı işlerden alıkoyacak mayınlar yerleştirmekle meşguldürler. Zira, âyette buyurulduğu gibi, “Herkes seciyesine göre davranır.”[1] İman ehlinden beklenen davranışlar olduğu gibi, inkâr ehlinden beklenecek davranışlar da vardır; herkes kendisine yakışanı yapmaya devam edecektir.

Eğer mü’minler bu durumu dünyanın tabiatı olarak kabul etmeyip de yollarına mayın döşeyenlerle uğraşmaya ve onlardan hınçlarını çıkarmaya kalkarlarsa, daha hayırlı işlerde harcamaları gereken vakit ve enerjilerini bir hiç uğruna tüketmiş olurlar. Bu ise, onların düşmanlarının almak istediği sonucun tâ kendisidir.

Mü’minin, kendisini engellemeye çalışanlara vermesi gereken bir cevap varsa, o da, adımlarını daha serileştirerek yoluna devam etmektir. Sataşanlar ortalığı ne kadar şamataya boğarsa boğsun, bu, bir mü’mini asla telâşa düşürmemelidir.

Ne yazık ki, günümüzde pek çok kimse bu zayıf damardan yakalanıyor. Onların bu zayıf damarını keşfeden medya, zaman zaman birtakım “yumuşak noktalar” bularak oralardan ilim ve iman ehline sataşıyor. Kendi haline bırakıldığı takdirde pek kısa zamanda sönüp gidecek olan bu tür yaygaralar, onlara cevap yetiştirmeye kendilerini mecbur bilenler yüzünden daha da alevleniyor ve daha çok iz bırakıyor. Bu arada nice değerli zamanlar, bu horoz döğüşleri uğrunda hebâ olup gidiyor.

Böyle durumlar karşısında Kur’ân bize son derece vakur ve telâşsız bir yol gösteriyor:

Eğilmeden, yılmadan, damarlara basmadan, öfkelenmeden, telâşa kapılmadan…

En önemlisi, hayırlı işlerinden ve yolundan da bir an geride kalmadan…

Eyvallah deyip geçmek!

Eğer bu dünyanın halleri karşısında beşerî zaaflarımızın sevkiyle değil de, din ve dünyamızın ışığı olan Kur’ân’ın ilkeleri ile hareket etmeyi benimseyeceksek, ondan alacağımız en önemli hayat derslerinden biri de işte budur.

Ümit Şimşek

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version