Risale-i Nur Cemaati Neden Farklı Gruplara Ayrılmış?

Üstad vefat ettikten sonra neden cemaat farklı gruplara ayrıldı? Her grup Risale-i Nur okumasına rağmen sohbet yerleri farklı; başka ortamlarda neden toplanılıyor?

Bediüzzaman Hazretlerinin ilerde cemaatin farklı kollara ayrılacağıyla alakalı söylemiş olduğu herhangi bir bilgiye sahip değiliz. Ancak Yanında kalan talebelerin gerek Üstad’tan almış oldukları dersler gerekse Üstad’ın hal ve etvarını üzerlerinde göstermiş olmaları noktasından yapı itibariyle farklılık arzetmekteler.

Bazı ayrılmalar fıtri bir şekilde gelişmekte; bazıları ise meşveret kararları sonucunda ortaya çıkmaktadır.

İhtilaf beşeri bir realitedir. İnsanoğlu tarih boyunca ihtilaftan kurtulamamıştır. Hemen her din mensuplarında farklı mezhep ve meşreplerin çıkması bunu açıkça gösterir. İslamiyete mensup olan zatlarda da bu durumu görürüz. Dinin iki temel kaynağı olan Kitap ve Sünnet farklı yorumlara tabi tutularak mezhepler ortaya çıkmış, keza muhtelif cemaatler teşekkül etmiştir.

Risale-i Nur Kur’anın ve bazı hadislerin çok harika tefsiridir. Ama bu mübarek tefsiri okuyanlar anlama noktasında veya hizmet ölçüleri hususunda farklı düşününce farklı hizmet grupları ortaya çıkmıştır. Özde bir olduktan sonra bu tarz farklılığı bir renklilik olarak görmek mümkün. Çünkü bu şekilde çok farklı mizaç sahipleri bu hizmet bünyesinde yer alabilmektedir. Herkes kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket edip diğerlerine ilişmezse bunda bir problem olmadığı gibi rahmet olduğunu bile söyleyebiliriz.

Nasıl ki bir ağaç tek kökü var ve bir çok dala ayrılıyor. Bu dallar da umumiyetle meyveli oluyorsa… Bir babanın beş evladı olsa ve bunların ilerde (evlenip çocuk sahibi olunca) birlikte yaşamaları sıkıntı; ayrı durmaları rahmet oluyorsa… Yine bir savaşa gidildiği vakit; tank, top, uçak, gemi vs ile gitmek gerekiyorsa… Çünkü savaşı kazanmak için topyekün saldırmakla mümkün. Aynen öyle de nur talebelerinden teşekkül eden herbir cemaat bir misyonu üzeine almış. Kimisi okuyor, kimisi yazıyor, kimisi radyo ile kimisi de tv. ve internetle hizmet etmeye çalışıyor. Bunların tümü bir vücudun azaları gibi büyük, cesim bir gücü meydana getiriyor. Bu şekilde hayatın her safhasında gerek sefahet ve ahlaksızlıkla; gerekse de dinsizlik vesaireyle mücadele ediliyor.

Evet görünüşte nur cemaatlerinde bir ayrılık var. Ama bu ayrılıkta gayrılık yok. Çünkü hedef bir maksad aynı. Ama hizmet metodunda küçük bazı farklılklar olabilir. Bunu da insanların mizacının farklılığına yorumlamak gerek. Çünkü bu şekilde farklı mizaçlar farklı cemaatlerde istihdam edilebilmektedir. Bu meyanda şu hususlara dikkat lazımdır;

1. Müsbet hareket,

2. Gıybet ve dedikodudan kaçınmak,

3. En güzel benim mesleğimdir demek. Yalnız hak benim dediğimdir dememek ve sâire..

Risale-i Nur eserlerini okuyan, dinleyen ve yazanlara nur talebesi denmesi yönünden bu cemaatlerin tüm mensupları inşaallah bu çatının altındadırlar.

KONUYU ŞU ŞEKİLDE DEĞERLENDİRMEK DE MÜMKÜNDÜR:

Hiç bir insan kusursuz değildir. Kusursuz olmayan insanlarda meydana gelen bir cemaatında kusursuz olması beklenmemeli.

İslamiyet kusursuz bir dindir. Fakat Müslüman kusurlu olabilmektedir. Hatta sahabeler döneminde ortaya çıkan fitne ve fesatlara nazar edildiğinde görülmektedir ki, kusursuz bir dinin en samimi takipçileri arasında bile çok kusurlar ortaya çıkabilmektedir. Değil ayrı düşünüp ayrı hareket etmek, birbirleriyle savaşmışlar ve Peygamber torunlarını bile katletmişler. Ve bunu da din namına yapmışlar. Hz Osman’ı ve Hz. Ali’yi katleden insanlar bile kendilerini daha iyi Müslüman görüyor ve yaptıkları bu elim cinayetleri din namına yaptıklarını düşünüyorlardı. Burada gözden kaçırılmaması gereken nokta, kusurun İslamiyet’te değil bazı arızalarla İslamiyet’e ait kusursuzluğu temsil edemeyen Müslümanlarda olduğudur.

Buradan hareketle Nur talebeleri, Nur Risalelerinde sık sık vurgulanan birlik ve beraberlik, uhuvvet ve muhabbet vurgularına rağmen ve müsbet hareket düsturuna rağmen beşeriyet muktezası olarak, Nur Risalelerinin ruhuna taban tabana zıt menfî, hissî ve rekabetkerane davranışlarda bulunabiliyorlar. Bu da farklı hizmet gruplarına ayrılmaya neden olabilmektedir. Fakat şurası da şükre medar bir durumdur ki, Nur talebeleri arasında böyle bir farklılık var ve gereken uhuvvet ve ittihatta yoksa da önemli bir sürtüşme ve didişme yoktur. Bu bir anlamda Peygamberimiz buyurduğu gibi “ümmetimin ihtilafı rahmettir” vurgusu içinde değerlendirilebilecek bir durumdur.

Çünkü her grup kendi yolunda gitmekte ve birbiriyle uğraşmamaktadır. Bütün Nur talebelerinin kendilerini görevli saydıkları iman hizmeti için farklı hizmet tarzları geliştirmekte ve her insan farklı fıtratta olduğundan herkes kendi yapısına uygun bir hizmet modeli için de yer alıp ortak gayeye hizmet etmektedir. Bunu şöyle bir benzetme ile anlatacak olursak. Nur talebeleri birbirleri ile yeterli iletişimi olmayan birbirinden bağımsız birlikler gibi, fakat hepsi aynı düşman cephesine ateş etmekte olduğundan bir çeşit vahdete de sahipler. Tüm Nur talebeleri imansızlık cephesine top yekün hücum halindedir.

Üstadın ifadesi ile: “Tesadüf, şirk ve tabiattan teşekkül eden fesat şebekesinin âlem-i İslâmdan nefiy ve ihracına Risale-i Nurca verilen karar infaz edilm(ektedir)iştir.

Fakat Risale-i Nur şiddetle uhuvvet ve muhabbete vurgu yaptığından Nurlar okundukça gerçek anlamda birlik ve bir beraberlik de tahakkuk edecektir inşallah. Bunun da çok yerlerde emareleri görünmektedir.

Kaynak: Sorularla Risale-i Nur

Bu Tabut

Bu Tabut (Zübeyir Gündüzalp)

Bu Tabut: Hissiyatı ruh kuvvetine çıkmış bir zâtın tabutudur.

Bu Tabut: Fenafillâh makamına çıkan ve sünnet-i seniyyenin en ince teferruatına müraat eden bir zâtın tabutudur.

Bu Tabut: Sıddıkıyet mertebesinin şahikasına çıkan bir zâtın tabutudur.

Bu Tabut: Adaleti, asaleti, salâhati şahsında cem eden bir zâtın tabutudur.

Bu Tabut: Kur’an-ı Hakîmden tereşşuh eden hakikatleri, katre katre massedip dem ve damarlarına yerleþtiren bir zâtın tabutudur.

Bu Tabut: Azamî ihlâs, azamî sadakat, azamî iktisat, azamî takva düsturlarına müraat edip huzur-u İlâhîye mazhar olan bir kahramanın tabutudur.

Bu Tabut: Kur’an düsturlarına azamî ittiba edip, şûra âyet-i kerimesinin ulviyetini, kudsiyetini anlatıp lisan-ı kal ve hâliyle yaşayan bir mücahidin tabutudur.

Bu Tabut: Şecaati, celâdeti, cesareti, feragati şahsında yaşayan bir zâtın tabutudur.

Bu Tabut: Tesis-i İslâmiyette peder valide, evlâd ü iyal, mal mülk gibi fâni âlemin mânilerini aşan Ashab-ı Kiramın ahfadının tabutudur.

Bu Tabut: Risale-i Nur’la nurlanıp bir güneş gibi parlayan bir fedaînin tabutudur.

Bu Tabut: Üstadımız Bediüzzaman Hazretlerinin hayatın da yaşamış olduğu düsturlara, metotlara, gayelere uymak için bütün zerrat-ı vücuduyla çalışan, bu uğurda bütün mânileri bertaraf eden ve arzularını kuvveden fiile çıkaran bir zâtın tabutudur.

Bu Tabut: Risale-i Nur esaretine düşen bir esir, esaret zincirinden kurtulmak istemeyen bir esirdir.” diyen bir zâtın tabutudur.

Bu Tabut: “Her yediğim lokma haram olsun, fakat hizmete çalıştığım an müstesna.” gibi ifadelerle hissiyat-ı insaniyeyi uyandırıp hizmete sevk eden bir Kur’an hizmetkârının tabutudur.

Bu Tabut:Seyyidü’l-kavmi hadimühum.” hadisinin manasını yayıp yaşatan bir zâtın tabutudur.

Bu Tabut:Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” âyet-i kerimesinin meal-i âlisine ittiba eden bir şehit tabutudur.

Bu Tabut: Kalemle tavsif edilemeyen bir tabuttur.

Bu Tabut: Ashab-ı Suffa mesleğini Üstadından aldığı dersle yirminci asırda hayatıyla ve mematıyla yaşayan bir iman abidesinin tabutudur.

Bu Tabut: Sultan Fatih’ten kalkarak, Mihmandar-ı Nebevî Eba Eyyûbe’l-Ensarî’nin sinesine giden bir hakikat mücahidinin tabutudur.

( Kamil Yürür 13 Nisan 1971 İttihad Gazetesi) / Van Asya Nur

Kanaat Bitmez Tükenmez Bir Hazinedir

Osmanlıca Büyük Lügat tamaa kelimesinin karşısında şunları yazıyor: “Hırsla istemek. Doymazlık. Aç gözlülük. Çok isteme.” (s.944)

“Dünya talebiyle kimisi emekte

Kimi oturup zevk ile dünyayı yemekte”

Bağdatlı Rûhî

Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyuruyor: “Başınız oynadığı (hayatta olduğunuz) müddetçe Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Zira biriniz, kızıl ve çıplak olduğunuz halde doğarsınız da sonra Allahü Teâlâ sizi giydirir ve rızıklandırır.”

Yine Allah Resûlü buyuruyor.“Kanaat, bitmez tükenmez bir hazinedir.” (Deylemi, Müslim, Müsnet 4699)

“Kuvvetli mü’min, zayıf mü’minden daha hayırlı ve Allahü Teâlâ’ya daha sevimlidir. Sana menfaati olan her işe hâris ol ve Allah”a sığın; acziyet gösterme. Eğer iş seni aşarsa “Allah’ın taktiri oldu ve Allah dilediğini işledi.”de. Fakat “keşke” deme. Zira keşke, şeytan amelini açar.” buyurdu.

Nasihat isteyen birisine Allah Resulü şöyle buyurdu.”Sana insanların elinde olandan ümidini kesmeni tavsiye ederim.. Tama’dan (aç gözlülükten) çok sakın. Zira o hazır bir fakirliktir.”

Bu konuda Hz Ömer (r.a) şöyle buyrrdu. “İyi biliniz ki tama, fakirliktir. Ye’s , yani; başkalarını elindekinden ümidini kesmek ise zenginliktir. Bir kimse birşeyden ümidini kestiğinde artık ona muhtaç olmaz..”

Yine Hz. Hasan (r.a) buyurdular ki: “Dünyalık elde etmekte hırslı olan kimse ile kanaat eden zâhidin; ikisinin de yediği birdir. Her ikisi de kendileri için taktir olunanda ne noksan ne de ziyadesini yer. Rızkı aramakda çok aceleci olmayınız. Zira, kimse kendisi için taktir olunan rızkın sonuna ulaşmadan ölmez. Siz onu güzelce talep ediniz; helalolanı alınız, haram olanı terk ediniz.”

Bu konuya örnek teşkil edecek enterasan bir yazıyı sizinle paylaşmak istiyorum.

“Zamanın akıllı geçinenlerinden güngörmüş bir zatın yolu her nasılsa bir gün bir tımarhaneye düşmüş. Garip hareketler yaparak oradan oraya dolaşan delilerden birine sormuş:

– Kaç yıldır buradasın?

– Senesini bende unuttum. Aslında deli falan da değilim. Nedense bir kez paçayı kaptırdım ve bir daha kurtulamıyorum.

Adam meraklanmış:

– Peki seni ne diye burada tutuyorlar.

– Buradaki tabiblerden mazarratlı (zararlı) harfleri saymalarını istiyorum, bana cevap vermiyorlar. Bu sefer ben onlara sayıyorum, beni urganla bağlıyorlar.

Tecrübeli zat, karşısındakinin deliliğine hükmederek biraz gülümsemiş. İçinden,”Hiç mazarratlı harf olur muymuş?” diye geçirirken deli sormuş:

– Peki efendi! Siz biliyor musunuz mazarratlı harfleri?

– Yoook! Söylesen de öğrensek!

Deli gayet ciddi bir tavır takınarak saymış

– Mazarratlı harfler üçtür Tı (t) mim (m) ve ayın (a).

– Ben bir şey anlamadım!

– Ben şimdi sana anlatayım da deli olup olmadığıma karar ver, “tı”,”mim” ve “ayın” harfleri “tama” (doymazlık, açgözlülük, hırs) kelimesinin harfleridir. Kim ömründe tamahkar ve haris olursa bunun cezasını çeker. Onun için bu üç harf mazarratlıdır. Benden size nasihat; sakın ola ki tamahkar olmayasınız.

Tecrübeli zat, deliye teşekkür etmiş ve yanından ayrılmış. Bir müddet sonra işlerini bitirip tımarhanenin kapısından çıkmak üzereyken aynı deli oturduğu yerden ona yine seslenmiş:

– Efendiii! Efendiii!… Birazcık gelir misin?

Adam dönüp delinin yanına varmış:

– Buyur, bir şey mi söyleyeceksin?

– Efendi! Sen iyi bir adama benziyorsun. Beni buraya getirdikleri zaman cebimde bir kese dolusu sarı liralar var idi. Elimden alırlar diye kimseye söyleyemedim. İçeri girdiğim sırada kimseye çaktırmadan şu kapının yanındaki direğin tepesine koymuştum. Zaten burada da para neme lazım? Bu para sana anamın ak sütü gibi helal olsun, al götür.

Bunu duyan tecrübeli zat birden tamaha kapılmış. Altın hırsı, sağlıklı düşünmesini ve delinin bu sözündeki mantıksızlığı anlamasını engellemiş.

Direğe bakmış bir hayli yüksek.

Deliye dönmüş yavaşça:

– Peki güzel de ben direğin tepesine nasıl yetişeceğim?

Deli, bunun üzerine adamın elinden tutmuş. Direğin yanına yaklaşmış ve omzunu direğe yaslayıp,

– Haydi, omzuma bas ve oraya uzan.

Adam delinin omzuna basıp direğin tepesine uzanmaya çalışırken deli birden altından çekilivermesin mi? Adam paldır küldür yuvarlandığı yerde debelenirken deli, şu akıllı sözleri söylemekteymiş.

– Be hey sersem! Sana tamahtan kendini koru demedim mi? Ne çabuk unuttun. Delide para ne gezer. Haydi var diyelim, direğin tepesine para saklanır mı? Var şimdi çek hırsının cezasını!…”

İbret alana ne mutlu……..

Erdoğan AKDEMİR

nurdergi.com

 

Ömür Boyu Muhabbet

Aklı başında olan bir adam; refikasına muhabbetini ve sevgisini;

  • beş on senelik fâni ve zahirî hüsn-ü cemaline bina etmez,
  • kadınların hüsn-ü cemalinin en güzeli ve daimîsi, onun şefkatine ve kadınlığa mahsus hüsn-ü sîretine sevgisini bina etmeli.

Tâ ki, o bîçare ihtiyarladıkça, kocasının muhabbeti ona devam etsin. Çünki onun refikası, yalnız dünya hayatındaki muvakkat bir yardımcı refika değil, belki hayat-ı ebediyesinde ebedî ve sevimli bir refika-i hayat olduğundan, ihtiyarlandıkça daha ziyade hürmet ve merhamet ile birbirine muhabbet etmek lâzım geliyor. Şimdiki terbiye-i medeniye perdesi altındaki hayvancasına muvakkat bir refakattan sonra ebedî bir müfarakata maruz kalan o aile hayatı, esasıyla bozuluyor. (24.Lema, 2.Nükte)

Burada anlatıldığı gibi eşlerin birbirine muhabbeti fâni ve zahirî hüsn-ü cemaline bina edilmemelidir. Çünkü aile hayatı ferdlerin tahassüngahı, hayat-ı içtimaiyenin dağdağalarına karşı bir melce hükmündedir. İnsanın kuvvei maneviyesini topladığı, eşinden bu manada destek aldığı cemiyetli bir merkezdir. Ferdlerin bu ortak gayeye hizmet edebilmeleri, kuvvet alıp verebilmeleri için hayata, insaniyete, hadiselere nazarları yani bakış açıları birbirine yakın olmalıdır ki hayatı yorumlamada birbirine ters hükümlere varılmasın, eşler birbirini anlayabilsin, anladıktan sonra hedefine yürümesi için gerekli destek ve tavsiyeleri verebilsin.

Bu hakikate Risale-i Nur külliyatında “koca karıya küfüv olmalı, küfüvlüğün en mühim ciheti de diyaneten ve seciyeten denkliktir.” denmiştir. Yani hayatı anlayış, yorumlayış, hedef ittihaz ettiği maksadlar birbirine yakın olmalı ki, eşler birbirine kuvvet verecek şekilde, ortak düşünceleri, hisleri, işleri paylaşabilsinler. Eğer bu hususlarda paylaşım olmazsa ferdler tek başına kalacak ve kendi önem verdiği şeylerin önemsenmediği, fikir ve hisleri paylaşamadığı bir insanla yalnız maddesel bazı şeyleri paylaşmak akıl ve ruhunu tatmin etmeyecektir. Günümüzde evliliklerin pek çoğunda yaşanan ortak sorun budur.

Eşler arası alış-veriş, yani paylaşımlar son derece azalmış, birbirine katkı yapma, ruhsal gelişimine faydalı olma, manevi inkişafında yardımcı olma gibi evliliğin esasında olan hikmetler yaşam sahasından uzaklaşmıştır. Bu sebepleri de nazara aldığımızda eş seçiminde en mühim noktaların diyanet ve seciye hususları olduğunu, bunlara nisbeten suri güzelliğin hayata fazla bir katkısı olmadığını anlıyoruz. Hatta sırf suri görüntüye bina edilen bir seçimin insanı ne kadar içinden çıkılması zor durumlara koyduğunu günümüzde maalesef ülkemizde görülen %18lere varan boşanma oranı haykırıyor.

Hususen muhabbet, yaşlanmakla bozulan hanımların suret güzelliğine bina edildiğinde, o hanım da eşinin sevgisinin buna bağlı olduğunu bildiğinden “yaşlanmamaya çalışmak” gibi çok müşkül bir çabanın içine giriyor. Bütün gayret ve fikrini yaşlanma geciktirici kozmetikleri takibe sarfediyor. Oysa yaşlılıkla Cenab-ı Hak insana olgun bir nazar ihsan eder; yaşlı insan, gençlik vaktindeki geçici heveslerden arınmış, dünyanın hakikatini anlamış, pek çok tecrübe ile insanları, olayları doğru analiz edip yorumlayacak bir keyfiyet kazanır.

Yaşlanmak, kemalata ermek manasında bir süreçtir aslında. Ama cesed güzelliği nazara verilerek yapılan evliliklerde her iki taraf ve hususen hanımlar bu kemalat manasını tatmaktan mahrum kalırlar. İç güzelliği yaşlandıkça arttığından eşinin muhabbeti ziyadeleşecekken, dış güzelliğinin eksilmesinden gelen bir stres ile çoğu zaman yaşından küçük insanların görünüm, hal ve hareketlerine bürünerek kemalattan mahrum kalırlar. Bu ise ruh için ciddi bir sıkıntıdır.

Halbuki hanımın en esaslı özelliği olan şefkat ve yüksek ahlakına bina edilse muhabbet, harici sebeplerle sarsılmaz, tersine şefkatiyle, müdebbirliğiyle, hayat yükünü paylaştığı için eşinin muhabbetini daha ziyade celbeder.

Nabi

www.NurNet.Org

Bediüzzaman Padişaha Nasıl Boyun Eğmedi?

Saray’da bir tören düzenlenmişti. Dönemin padişahı Sultan Reşat’tı. Bu törene zamanın diğer âlimleriyle birlikte o da davet edilmişti. Bediüzzaman, bu davete, kendisine özel yerel kıyafetiyle katılmak istedi: Ayağında çizmesi, belinde kuşağı ve hançeri, başında da ucunu omuzlarına kadar sarkıttığı sarığı. Ona, hiç olmazsa bu tören süresince diğer âlimler gibi cübbe giymesini rica ettiler. Israrlar üzerine, bir cübbe giyerek Saray’a öyle gitti.

Şeyhülislâm, âlimler, bakanlar, yüksek rütbeli komutanlar ve üst düzey memurlar “saçak” öpeceklerdi. Padişahın oturduğu tahtın yan tarafından ipekten yapılmış bir kumaş sarkıtılmıştı. Saçak öpme merasimi başladığında, kimi bu saçağı, kimi padişahın eteğini öpüyor, kimi de baş eğip gerisin geri çekiliyordu.

Sıra Bediüzzaman’a gelmişti. Bediüzzaman yerinden çıktı, dik ve vakur adımlarla yürüyerek Padişahın önüne kadar geldi. Eli göğsünde “Esselâmü aleyküm” diyerek selâm verdi ve Sultan Reşat’ın önünden geçerek gitti.

Padişah şaşırmıştı. Bu eşi benzeri görülmemiş bir şeydi. Yanındaki paşaya sordu: “Kim bu adam paşa? Beni mahalle muhtarı mı sandı? Niçin böyle selâm etti?

Paşa eli önünde bağlı bir halde: “Efendim, bu zâtın lakabı Bediüzzaman, ismi Said’dir. Çok yüksek bir ilmi vardır. Çok da izzetlidir. Feleğe baş eğmeyen biridir.

Sultan Reşat kısa bir süre düşündü. Durumu kavramıştı. Zaten âlimlere büyük saygısı ve sevgisi olan biriydi. Böyle bir âlim ise onun daha çok ilgisini çekmiş, takdirini kazanmıştı. Herkesin duyabileceği bir şekilde şunları söyledi Sultan Reşat:

Ben şimdiye kadar ilmin izzetini koruyan pek az insan gördüm ve tanıdım. Gerçek âlim, işte böyle olmalıdır.

Bu olaydan sonra Bediüzzaman’la Sultan Reşat samimi iki dost oldular ve pek çok şey paylaştılar.

Ömer Faruk Paksu

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version