Etiket arşivi: hizmet

“İyiliği tavsiye, Kötülükten sakındırma” bir görev midir?

Mübelliğ-i Ekrem, tebliğci ve mürşidlerin muâllimi Peygamberimiz (asm): “Hayatımı kudreti elinde tutan Zat’a yemin ederim ki, ya ma’rufu emrederek [iyiliği tavsiye ederek], münkeri [kötülüğü] yasaklamaya çalışırsınız veya Allah size, tarafından bir azap gönderecektir. Sonra siz Ona duâ edeceksiniz, fakat duânız kabul olunmayacaktır. Bir kötülük gizli kaldığı vakit, zararı yalnız sahibine olur; açıktan yapılıp çevre tarafından değiştirilmediği vakit ise, zararı umuma şâmil olur.” (Tirmizî, Riyazü’s-Salihîn: 173.) buyurmuştur.

yangın söndüren adamBu hadis-i şerifin bize de hitabı gayet net değil mi?

Kur’ân, yalnızca “Biliyorum, iman ediyorum!” demekle kurtuluşa eremeyeceğimizi şu iki İlâhî ikaz ile ortaya koyar:

İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece ‘İman ettik’ demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar?” (Ankebût Sûresi: 2)

O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır.” (Mülk Sûresi: 2)

Mü’minler ki, eğer kendilerine yeryüzünde iktidar/imkân verirsek namazı kılar, zekâtı verirler, iyiliği emreder ve kötülükten nehyederler. İşlerin sonu Allah’a varır.” (Hac Sûresi, 41.)

Peki Kur’ân hadimleri ve talebeleri, “ma’ruf ve münkeri” nasıl yapacak? O dersi de Resûl-i Ekrem’den (asm) almalıyız:

Sizden kim bir münker görürse onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmezse lisanıyla düzeltsin. Buna da gücü yetmezse, kalbiyle buğzetsin. Bu kadarı, imanın en zayıf mertebesidir.” (Kütüb-i Sitte, Hadis No: 89.) Sahanın uzmanları, hadiste geçen “el (güç) ile düzeltme vazifesi“yle idârecilerin, vazifelilerin; “dil” ile âlimlerin; “kalp” ile ise, bütün vatandaşların, herkesin kastedildiğini açıklar.

Evet, herkes tepkisini ortaya koymalı: Kalben buğz ederek, yüzünü ekşiterek ve kaşlarını çatarak vs. bu vazifeyi ifâ etmeli… Yani, en azından duygusal olarak o hareketi tasvip etmediklerini açıklamakla mükelleftirler.

Buna göre; “iman hizmeti” sadece ilim tahsil etmek ve anlatmak değildir. Hizmeti maneviyât üreten bir fabrika olarak düşünürsek, en büyük çarktan onu tutan cıvataya kadar muhtelif hizmetler vardır. Fabrikanın bekçisi de hizmet ediyor, temizlikçisi de, işçisi de, ustabaşısı da, mühendisi de, müdürü de… Hepsinin hizmeti birbirini gerektiriyor.

Öyle ise, insanlar ve bilhassa gençler, deccalizmin şubeleri olan “ifsat, dinsizlik ve ahlâksızlık komitelerinin” çıkardığı ateşlerde cayır cayır yanarken, o yangını söndürmeye yoğunlaşmalı. Ayağımıza takılan çelmelere değil…

Ve şöyle diyebilmeli: Vazife, hizmet cümleden âlâ, nefis cümleden edna!

Ali Ferşadoğlu

Konya, Hadim’de Projelerin Müftüsü ve Hizmet Gönüllüsü!

Konya’nın 3 bin nüfuslu, şirin ilçesi Hadim’de iki güzel gün geçirdim. Projeler müftüsü Ahmet Demirel, din görevlileri ile el ele vermiş, birlikte inanılmaz projeler üretmişler ve hayata geçirmişler. Ahmet Demirel Hoca ile Paris’te görev yaparken tanışmıştım. Sıra dışı, gayretli, cevval ve hizmet aşkıyla dolu bir din adamı. Paris dönüşü Hadim’e tayin edildikten sonra imam ve müezzinleri toplamış, birlikte dinî hizmetlere kalite kazandırmak maksadıyla proje üretmeye karar vermişler.

Ahmet Hoca’nın elime tutuşturduğu dosyada 216 proje adı görünce hayret etmekten kendimi alamadım. Din adamları baş başa verince harikulade projeler ortaya çıkmış. Beni Konya Havaalanı’nda alıp Hadim’e getiren Mehmet Hoca heyecanla şöyle dedi:

Kaliteye kendimizden başladık. Daha önceleri kitap okumazdık, birçok bahanemiz vardı. Ahmet Demirel ilçemize gelince değiştik, hoca kendisi kitap kurdu hem okuyor hem okutuyor. Aslında bilgiye susuzmuşuz fakat farkında değilmişiz. Şimdi ilim deryasını keşfettik, hem kendi gönlümüzü besliyoruz hem cemaatimizi.”

Ahmet Demirel Hoca ve din görevlisi kardeşlerimin hayata geçen projelerinden bazılarını buraya sıralayacağım. Geriye kalanını müftülüğün web sitesinden takip etmenizi tavsiye edeceğim.

1. Camiyi etkili kullanmak: Günde en az bir vakitte namazdan önce veya sonra bir ayet, bir hadis okuyarak kısa sohbetler yapmak, namazdan sonra Kur’an okuyup manasını açıklamak.

2.Konferanslar ve seminerler düzenlemek. Hadim’e gelen ikinci konferansçıydım. Bir günde beş etkinliğe katıldım. Cuma günü cuma namazı öncesi cemaatle sohbet ettim. Saat 15’te öğrencilere başarıya götüren yol, velilere evde ve okulda başarılı eğitimin sırları konulu konferanslar verdim. Müftü Bey’le felçli iki hastayı evlerinde ziyaret ettik. Akşamüzeri cenaze sahibi bir cemaate taziyede bulunduk. Yatsıdan sonra yurt ziyaretinde bulunduk ve üniversiteli öğrencilerle sohbet ettik.

3. İlçedeki öteki kurumlarla birlikte sosyal organizasyonlar düzenlemek. (Kur’an kursu ve okul öğrencileri ile birlikte Konya Kitap Fuarı ziyaretine gittik. Milli Eğitim Müdürlüğü işbirliği ile düzenlenen fuar seyahati hem güzel bir gezi oldu hem de öğrenciler kitap ve yazarlarla tanıştırıldı.

4. Okul aile birliğinde görev almak ve okullardaki öğrencileri ziyaret ve onlara hediyeler vermek, onları aileleri ile birlikte kitap okumaya teşvik etmek. (Bu çerçevede birinci sınıf öğrencilerine 200 boyama kitabı dağıtılmış.)

5. Cemaati evinde ziyaret etmek ve onlara namaz hocası, ilmihal gibi kitaplar hediye etmek. Ziyaret sırasında Kur’an okumak, meal okumak, dini muhtevalı kısa sohbetler yapmak. (Bu çerçevede 100 kitap hediye edilmiş.)

6. Cenaze sahiplerini ve hastaları evlerinde ziyaret etmek, evlerde Kur’an okuyup dua etmek, cemaatle kaynaşmak. Onlara Kur’an, meal, dini kitap hediye etmelerini teşvik etmek.

7. Kandil gecelerinde ve uygun zamanlarda hatip merasimleri düzenlemek ve hatim dualarından sonra vaazlar vererek cemaatin bilgilenmesini sağlamak.

8. Hanım hocaların bayan cemaati evlerinde ziyaret etmesini sağlamak, hanımları cuma ve vakit namazlarında camiye gelmeye teşvik etmek.

9. Kur’an kurslarındaki bayan hocaların hanımlara özel vaaz ve sohbet programları düzenlemesini temin etmek.

10. İlçe, köy ve kasabalardaki yetimleri, öksüzleri ve fakir öğrencileri ziyaret ederek Sosyal Yardımlaşma Vakfı ve Müftülük işbirliği ile onlara maddî ve manevî destek sağlamak.

11. Mübarek gün ve gecelerde programlar düzenlemek, Kur’an ziyafeti, Mevlüt, ilahi, dua, ikram yarışmaları yapmak.

12. Muharrem ayında aşure pişirilip halka dağıtılarak cemaatle kaynaşmayı sağlamak.(Bu sene 1000 kişiye aşure dağıtılmış.)

13. Kahvelere gidip halkla muhabbet etmek, onların camiye gelmesini teşvik etmek.

14. Cemaati, en az haftada bir gün çocuklarını da alarak camiye gelmeye teşvik etmek, çocukların oyuncaklarını alıp gelmelerini ve camide oyuncaklarla oynama programı tertip etmek.

15. Kurum ve esnaf ziyaretleri yapmak, insanlarla iç içe olmak, gönül kapıları açmak.

16. Okul aile birliğinde aktif görev almak, okullarda öğrencilere faydalı projelerin gerçekleşmesine katkı sağlamak.

17. Küslerin barıştırılmasını sağlamak. Eşler arası geçimsizliğin giderilmesi için aile içi eğitim seminerleri vermek, aile içi iletişim konferansları düzenlemek…

18. Kur’an kurslarını akıllı tahtalarla donatmak, gençlerin kurslara gelmesini teşvik etmek, kadınlara yönelik hat, tezhip, ebru, el işi vb. kurslar açmak.

19. Halk eğitimle iş birliği yaparak dersanelere gidemeyen öğrencilere yönelik Türkçe, matematik, fen bilgisi, sosyal bilgiler, İngilizce, bilgisayar vb. kursların düzenlenmesini sağlamak.

20. Müftülük hizmetlerini herkese duyuran ve anlatan çok güzel bir web sitesi yapılmış. Müftülük hizmetleri, önemli konular, haberler, vaazlar siteden duyuruluyor. (www.hadimmuftulugu.com)

Ahmet Hoca, Hadim’e yerleşmiş. Önceki bazı hocalar gibi Konya merkezde oturup mesai saatlerini müftülükte geçirme anlayışını terk etmiş. Halkla iç içe. Cemaate ve insanlara hizmet projeleri başlatmış, canla başla uyguluyor. Kendisini ve bütün din görevlilerimizi tebrik ediyor, hizmetlerinden rıza-yı İlahiye nailiyetler ve başarılar diliyor, dualarını bekliyorum.

Not: 14 Ekim’de Merzifon’da olacağım. İlim Yayma Cemiyeti’nin düzenlediği öğrenci, veli ve öğretmenlere yönelik konferanslar vereceğim, kitaplarımı imzalayacağım. Dostlar davetlidir.

Ali Erkan Kavaklı

Yeni Dünya Düzeni ve Risale-i Nur Hizmeti

Küresel güç odakları Ortadoğu, İslâm coğrafyaları ve zayıf ülkeler söz konusu olunca, sadece menfaatleri için hareket ederler. Bazen petrol gelirlerinin, bazen da diğer yeraltı kaynaklarının peşindedirler.

Şer şebekeleri, yeni dünya düzeninde “Kuvvetli olan haklıdır” prensibi ile hareket etmek isterler. Bu anlayışla haber ağları kurar, kamuoyunu yanlış bilgilendirir, mazlumları cani gibi gösterirler. Yeni dünya düzeni (!) kurma heveslilerinin bu yolun sonunda varmak istedikleri yer, tam anlamıyla bir kara düzendir aslında… Zayıfların ezildiği, maneviyatın, ahlâkın, adaletin olmadığı, insan haklarının rafa kaldırıldığı, hukukun ayaklar altına alındığı bir düzen…

Ancak, görülmesi gereken başka şeyler de vardır.

Maneviyattan nasipsiz güruhun unuttuğu, anlamadığı, asla da anlayamayacağı bir başka “yeniden yapılanma” gerçekleşmektedir dünyada: İman ve Kur’ân Medeniyeti.

İman ve Kur’ân Medeniyeti’ne dünyayı hazırlamakta olan en güçlü dönüştürücü sosyolojik realitelerden biri ise, şüphesiz Risale-i Nur Hareketi’dir.

Bu büyük hareket ve hizmet, temelde bir düşünce ve aksiyon hareketidir. Okumayı, fikri, bilgi üretimini esas alır. İhlâs, Allah rızası, imana hizmet ve samimiyet olmazsa olmazıdır. 

Risale-i Nur hizmetleri Amerika’dan Avrupa’ya, Asya’dan Afrika’ya uzanan coğrafyalarda insanlığa diriliş üflemektedir… Hizmetin vesile olduğu neticeler, çok yakın bir gelecekte, küresel ölçekte net olarak görünecektir Allah’ın izniyle.

Üstad Bediüzzaman’ın talebelerinden Milaslı Halil İbrahim Çöllüoğlu’nun Barla Lâhikası’nda yer alan mektubundaki şu satırlara bakalım:
Risale-i Nur eczaları bir şecere-i nuraniyedir ki, dalları aktâr-ı arza neşr-i envar ediyor. Ve ilânihaye edecektir. Karanlıklı bir gecede, semadaki yıldız ve kamerler, zemin yüzünde nasıl rehberlik ederlerse, Risale-i Nur eczaları da öyledir. Ve zulmette nura ihtiyaç ne ise, Risale-i Nur eczaları da odur.

“Bahr-i dalâlet mevcleri arasında, sefine-i Nuh (as) necat verir, her kim dahil olsa, tufan-ı maâsiden halâs bulur. Risale-i Nur eczaları, küre-i arzın mevsim-i erbaa kütüphanesinde bir bahardır. Ve bahar kadar letâfetlidir ve canbahştır. Ve ölmüş arza o bahar vasıtasıyla hayat verildiği gibi, Risale-i Nur eczaları da ölmüş arz kulûblara taze hayat verir. Risale-i Nur eczaları bir mürşiddir. İnsanı haksızlıktan hakka döndürür ve hayvanlıktan insaniyete ve esfel-i sâfilînden, âlâ-yı illiyyîne yükseltir.” (Barla Lahikası, s. 471)

Risale-i Nur isimli koca çınarın dalları bütün dünyayı manevî olarak aydınlatmaktadır. Aydınlatmaya devam edecektir. Karanlıkların kopkoyu olduğu gecelerde yıldızlar ve ay, dünyaya nasıl ışık verirlerse, bu eserler de aynı şekilde akıl ve kalplere manevî bir projektör olur.

Hz. Nuh’un (as) gemisine binenler nasıl kurtuldularsa, ilhamla yazdırılan, manevî kuvvete sahip bu eserler de, okuyanların kurtulmasına vesile olur. Marifet ve muhabbetle dopdolu kitaplar, ilkbahar mevsimine benzer. İlkbahar gibi kalplere huzur ve diriliş üfler. Sanki ölmüş gibi olan dünyaya, baharla nasıl yeni bir hayat üflenirse…

Marifetullah kaynağı eserler de, ölmeye yüz tutmuş, dünyada boğulmuş gönülleri canlandırır. Allah’ı tanıtan eserler, insanı haksızlıktan hakka döndürür; hayvanlıktan insaniyete, cehennem çukurlarından cennet bahçelerine yükseltir.

Yaşamakta olduğumuz tarihî süreç, insanlığın Kur’ân-ı Kerîm iklimine hazırlandığı, çok muazzam bir dönüşüm sürecidir.

Herkesin haberi olsun: Dünyanın manevî—iman, ihlâs, sevgi, marifet, muhabbet, yardımlaşma, iyilik—haritaları müspet yönde değişiyor.

Necati Kağan Çetin / Nur Postası

Hakkari’nin Kardelenleri..

Derin Çete İntikam Peşinde isimli bir roman yazma sevdasıyla Hakkari’ye gittim. Dağlıca, Aktütün, Hantepe, Gediktepe, Silvan, Çukurca baskınlarını anlatmak istiyorum. Şaibeli baskınlar bunlar. Mehmetçiğin çirkin oyunlara kurban edildiği yerlerin adı Dağlıca, Aktütün, Gediktep, Hantepe, Silvan…

Bölgeyi görmek, bölge insanları ile yüz yüze görüşmek, Mehmetçiğin hâlet-i ruhiyesini anlamak, emniyet görevlilerinin yüz yüze olduğu zorlukları fark etmek için bir hafta boyunca Hakkari, Çukurca, Şemdinli ve Yüksekova’yı gezdim. Birçok insanlar birebir konuştum. Özel harekâtçılar, polisler, askerler, emniyet görevlileri, korucularla birlikte oldum.

İnsanların umutlarını, ümitsizliklerini, dağdan duyulan korkuyu, dağdakilerin korkularını gördüm. Terörü besleyen kaynakları ve terörün panzehirini soruşturdum.

Roman yazma sevdasıyla binlerce kilometre yol almak, aşılmaz dağları aşıp geçilmez ırmakları geçmek ve sevdayı gerçeğe çevirmek… Bazıları için epeyce lüks bir merak ve tecessüs ama benim için mutlaka yapılmasa gereken bir araştırma idi. Terörün kaynağını görmek, terörü besleyen Ankara’yı, terör maşasını kullanan loca, Balyoz, Ergenekon’u keşfetmek benim için karşı konmaz bir tutkuydu.

Delpin karakolu ve derme çatma karakollar zinciri, Van’dan Hakkari’ye doğru yol boyu akıp giden Zap suyu, tepelere inşa edilmiş kale karakolları müşahede, romanın mekân örgüsünü zenginleştirdi. Hakkari’ye tepeden bakan Sümbül Dağı, Kavaklı platosunu çevreleyen Çoban Dağı, Karanlık Dağ, muhteşem kayalar, göğe doğru başkaldırmış kayalıklar, tepeler, zirveler… Teröristlerin sığındığı, saklandığı ve yuvalandığı mekânları görmeliydim.

Hakkari’ye gitme projemi kime anlattıysam endişeli bakışlarla beni uyardı. Dostlarım, daha sana çok ihtiyacımız var, kendine dikkat et, dediler.

İtiraf Ediyorum romanımı yazarken takip ettiğim metodu izlemeye karar verdim. 1997 yılında “derin çete” ve PKK cinayetlerini anlatan bir roman yazmaya karar vermiştim. Vakalar Diyarbakır, Batman, Şırnak, Cizre, Varto, Siirt’te geçiyordu. Diyarbakırlı Orhan Özekinci ile birlikte Diyarbakır’a uçtum. Orada Hakikat Kitabevi sahibi Abdurrahman Bey ile tanıştım. Onun referansıyla Batman’a, oradan Siirt’e geçtim ve Cizre ve Şırnak’ı gezdim. Dostları sayesinde hem bölgeyi gezmek hem de bölge insanı ile diyaloglar kurmak kolay oldu.

Hakkari’ye giderken de benzeri bir yol takip ettim. Eğitim gönüllüsü dostların isimlerini aldım. Hakkari’de Öğretmen Sait Bey’i tanımak beni rahatlattı. Aziz dost Prof. Sefa Saygılı’nın referansı ile emniyetten dostlarla tanıştım. Sefa Bey’le birlikte aynı kitaba imza attığımız bilge Doktor Ali Akben’in referansıyla kitap dostu Hakkari Valisi Orhan Bey’i tanıyıp sohbet ettim.

Hakkari’de Fethullah Gülen Hocaefendi’yi seven eğitimci dostlarla tanıştım. Kardelen çiçekleri gibiler. Bölgenin olumsuz atmosferine rağmen baharı müjdelemek için ilkokul ve ortaokul açmışlar. Lise açma projesinin peşindeler.

Şemdinli’de fedakâr eğitim eğitimcilerin açtığı okul ve dersane var. Akıllara ilim ışığı, gönüllere iman nuru serpmeye çalışıyorlar. İran, Irak sınırındaki Çukurca’da etüt merkezi açmışlar. Gönül kazanma projesini hayatını geçirmek için var güçleri ile çalışıyorlar.

Hakkari’deki yurtta aşçılık yapan Diyarbakırlı Aydın Bey’le akşamları aynı odayı paylaştım. İnanılmaz bir gönül rahatlığı ile Hakkari’ye gelişini anlattı.

Diyarbakır’daki okulda aşçılık yapıyordum, baş aşçımız dedi ki Hakkari’de okul açıyoruz, aşçıya ihtiyaç var, gidebilir misin? Tabi, dedim. Hanımı ve dört çocuğumu orada bırakıp buraya koştum. Hizmet için çalışıyorum. Allah rızasını kazanmak kolay değil. Buralara gelip ben hizmet etmezsem kim edecek?”

Hemen ilk akla gelen soruları yönelttim:

Tehdit edilmiyor musunuz? Korkmuyor musunuz?

Hizmet aşkı korkumdan önden geliyor. Üstat Bediüzzaman, ecel birdir, değişmez, demiş. İnsan eceli gelmeden ölmez. Hizmet ederken ölen şehit olur, cenneti kazanır. Hayatın gayesi cenneti kazanmak değil mi?

Öğretmen de Aydın Bey gibi düşünüyorlar. Sait Bey, açtıkları yurdun terör yandaşları tarafından taşlandığını ve ateşe verildiğini anlattı.

Bizi korkutmak ve kovalamak istediler. Büyüğümüz şehri terk etmeyeceksiniz, olumsuz şartlara rağmen hizmet edeceksiniz, kışta açan kardelen çiçekleri olup baharı müjdeleyeceksiniz, dedi. Azim ve kararlılıkla, cesaretle, bilgelikle hizmete devam ediyoruz. Rabbimizin muhafazası altındayız.”

Netice: Terörün çaresi gönüllere iman nuru, akıllara ilim ışığı vermek. Millete hizmet sevdasıyla çalışan eğitim gönüllüleri desteklenmeli, her ilçede imam hatip liseleri açmalı, okullarda Kur’an ve siyer derslerini seçilmesi sağlanmalı.

İman hem nurdur hem kuvvettir. Hakiki imanı elden adam kâinata meydan okuyabilir.” diyor Üstat Bediüzzaman. Onun eserlerinden ilham alan eğitim gönüllüleri zorluklara meydan okuyor ve baharı müjdeleme gayretiyle çalışıyorlar.

Roman yazma merakı ile dolaşırken benden çok daha cesur yüreklerle tanışmak beni ziyadesiyle sevindirdi. Cenab-ı Hak hepimizi hayırlı hizmetlerde muvaffak eylesin.

Ali Erkan Kavaklı

Hekimoğlu İsmail (Ömer Okçu) İle “Said Nursi”den “Necip Fazıl”a…

TAKDİM

Hekimoğlu İsmail (Ömer Okçu), 1932 yılında Erzincan’da, okuma yazma bilmeyen bir anne babanın çocuğu olarak, kitab bulunmayan bir evde dünyaya gelir. Yıllar sonra dedesinin ismi olan Hekimoğlu İsmail mahlasıyla yazdığı “Minyeli Abdullah” adlı eseri satış rekorları kıracak, eserin sinema uyarlaması ise kapalı gişe oynayacaktır.

İlkokulu bitirdiğinde, ileride geçim sıkıntısı çekmemek arzusuyla memur olmak ister ve bunun için, maddî sıkıntılar içinde ortaokula gider; bir yandan okurken, diğer yandan da fizikî güç gerektiren işlerde çalışmaktadır. Ortaokulu bitirdiği dönemde, gördüğü bir ilân üzerine astsubay olmaya karar verir. Olur da.

Yıl 1950. Bir ikindi vakti Süleymaniye Camii’ne girer. Cemaat iki kişidir. Biri o, diğeri imam. Hoca efendi “haydi kametle” der. Peki kamet nasıl getirilir? Hayatının işte bu safhasında, okumaya ve her şeyi araştırmaya başlar. “Serdengeçti“, derken “Büyük Doğu” ile tanışır. İlk yazılarını Babaeski’de tek odalı bir evde yazar ve mesleğinin nezaketine nazaran, büyük bir cesaretle Üstad Necib Fazıl’a yollar. Görev yaptığı dönemde füze eğitimi için Amerika’ya gönderilir. Türk Hava Kuvvetleri’nden 1972 yılında emekli olur.

1967 yılında yazdığı “Minyeli Abdullah” adlı romanı sebebiyle defalarca gözaltına alınır ve bir bölümü gönüldaşlarımızla birlikte aynı koğuşta olmak üzere bir müddet de hapis yatar. Pek çok gazete ve dergide yazılar yazmış, yurtiçi ve yurtdışında sayısız konferanslar vermiş, bu süreçte 40’dan fazla esere imzasını atmıştır. Hâlen Zaman gazetesindeki köşesinde yazmaktadır.

Ömer Okçu ağabey, beynine giden damarlarda yaşanan tıkanıklık sebebiyle geçtiğimiz yıllarda felç geçirmiş olup, uzunca bir süredir de tedavi görmekte. Bu kıymetli röportaj için teşekkür etmek, duyduğumuz şükran hissini ifade etmekte âciz kalacaktır. Kendilerine âcil şifalar ve hayırlı uzun ömürler diliyoruz.

Röportaj: Hayreddin Soykan

***

Ömer ağabey, geçirdiğiniz ve hâlen de süren ağır rahatsızlığınıza rağmen, dâvânın ve müminlerin istifadesi söz konusu olan yerde, üstelik son haddiyle mazur olduğunuz hâlde bile nefse bahane tanımayıcı bir vazife aşkıyla röportaj teklifimizi kabul etmeniz, bizleri ziyadesiyle mütehassis ve mahcub etti. Bu heyecanınız, “20’lik ihtiyarlar ve 70’lik delikanlılar” tesbitinin ne derece isabet arzettiğine dair canlı bir şahitlik kıymeti teşkil etti bizim için. Dilerseniz, sohbetimize bu noktadan başlayalım. Bir müslümanın sahib olması gereken “vazife aşkı” hasletiyle ilgili olarak bizlere neler söyleyebilirsiniz?

Bediüzzaman şöyle buyuruyor: “Der tarık-ı acz-i mendi lazım amed çar çiz; acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak, şükr-ü mutlak ey aziz!..”

Yani, “Ben aciz, siz acizlere yolumu şöyle çizerim; acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, Allah’a karşı aczinizi fakrınızı bilin. Şevk-i mutlak, her durumda çalışın. Şükr-ü mutlak, her halinize şükredin.”

Bediüzzaman 80 yaşındayken, dağın tepesinde ağacın üstüne çıkmış, oturmuş, Risale-i Nurları okuyor, tashih ediyordu. Yani “ihtiyarladım, hastalandım, çalışamam” yok!..

Ömer Nasuhi Bilmen Hazretleri hastalanmıştı. Onu ziyarete gittim. Yere serili bir yatağın üzerinde yorganı sırtına almış, hocam oturuyor… Klasik bir soru, “nasılsınız” diye sordum. Buyurdu ki, “Şu tefsiri bitirip ölmeyi diliyorum Allah’tan...” Gerçekten Allah onun duasını kabul etti. On ciltlik tefsirini tamamladı ve vefat etti.

Mehmet Zahit Kotku Hazretleri, Zeyrek’te otururdu, biz akın akın oraya giderdik. Onun huzurunda oturmak bize şevk verirdi. “Tövbe edin, ‘Allah’ deyin.” derdi. Acayip bir şeydi onun hayatı… Günahların sel gibi aktığı bir devirde o, büyük bir kaya gibi, günah selinin önüne geçti, gelen çöplükler o kayada yeşerdi… Gezmek yok, tozmak yok, maaş yok, para yok. Kapıdan çıkınca hemen öldürülebilirdi amma o onlarla alâkadar olmazdı. Teslim olmuştu, ne olursa olsun…

Rahmetli Hulusi Yahyagil ağabey… 1928 Dersim hareketinde bölük komutanıydı. Demek ki yaşı 91, 92’ydi ben gördüğümde. Yürüyemiyordu. Onu kucaklar derse götürürlerdi. Ders bitince yine kucaklar eve getirirlerdi. Sorulan sorulara cevap verir, ilmi konuları açıklardı. Hulusi ağabey, içimizde bir abide gibi dururdu.

Yaşar Tunagür hocam; Allah rahmet eylesin, ömrünün sonuna kadar aklını ve kültürünü İslam’a hizmette kullandı. Kısacası hayatını İslam’a vakfetti.

Necip Fazıl, benim şeyhimdi… “Geceler bizim!” diye haykırır, sabahlara kadar vazifesi uğruna çalışırdı.

Yıllarca gezdirdim hoyrat başımı,

Aradım bir ömür, arkadaşımı.

Ölsem dikecek yok mezar taşımı;

Halime ben bile hayret ederim.

Yarış atı besleyecek kadar zenginken, öldüğünde mezar taşı diktirecekleri bir parası yoktu. Malını, mülkünü, canını Allah için harcadı…

Biz böyle mübarek insanların yaşayışına hayran olduk…

Onlardan öğrendiğimiz şuydu: Yılgınlık, ümitsizlik ve bahaneler, Müslüman’ın semtine uğrayamaz.

Genç bilebilse, ihtiyar yapabilse” hikmeti, malûmunuz. Bu bahiste sizlerin tecrübe ve değerlendirmeleri bizler için son derece kıymetli. Genel bir çerçeve dâhilinde, nelere dikkat etmemizi tavsiye edersiniz?

İsterseniz Asr-ı Saadet’e gidelim. Sahabenin az olduğu devirleri düşünelim. Her tarafı müşrikler doldurmuşken, bir avuç sahabenin durumunu hayal edelim. Bunlardan biri diyebilir ki: “Ben bir insanım. Benim cürmüm ne ki hükmüm ne olsun? Koskoca dünyada İslamiyet’i yayma dâvâsını nasıl güdebilirim?” Ama böyle dememişler. Onlar, “mademki ben Müslüman’ım, öyleyse İslamiyet’i öğrenmeliyim ve yaşamalıyım” diyerek, tek başlarına da kalsalar, İslamiyet’i öğrenmek ve anlamak gayesiyle yaşamışlar. Allah’ın rızasını bunda aramışlar, bu gaye onların hayatını doldurmuş.

Her genç ben ne olacağım demelidir. Ve bir hedef tayin etmelidir. Futbol oyununda gol kelimesinin mânâsı, hedeftir. Yani o oyunda hedef olduğu için oyuncular koşuyor. Hedef olmasa hiçbiri koşmaz. İşte insanın da hayatında hedefler olmalıdır. Mesela gençlik yıllarımda “ben sefil perişan olmayacağım” diye kendi kendime konuşurdum. Bu sebeple gençler kahveye giderken ben derse gittim. Amacım oraya gidenlerden farklı olmaktı. Kendi kendime İngilizce, Osmanlıca öğrendim. Kitaplar okudum, kitapları anlamaya çalıştım. Çünkü benim bir hedefim vardı.

Gençlere tavsiyem, gelecekteki hayatlarını daha iyi şartlarda yaşamak istiyorlarsa bugünden hazırlansınlar. Maddî güç olmadan, hizmet de olmaz. Önce eğitim veya sanat üzerinde durmalı ki ekonomik bir sıkıntı yaşamasın. Ayrıca ilim ve irfan için eğitim almalı…

80 Yıllık ömrümde neler gördüm, neler geçirdim… Bir gence ilk tavsiyem şu: Mutlaka alimlerin yanında, yakınında ol. Onların derslerine, sohbetlerine katıl. Bugünün gençleri alimlerin dizinin dibinde oturacak, başka türlü olmaz.

Mevlana Şemseddin Muhammed Rucî Hazretlerine atfen, hepimizin kulağına küpe bir hikmet şöyle: “Şu halk ne garip şeydir! Yarın olsa da bir iş işlesem diye bir lâf eder. Bilmez ki, bugün, dünün yarınıdır. Bugün ne işlemiştir ki, yarın bir şey işleyebilsin“. Aynı şekilde, “Erteleyenler, yarıncılar helâk oldu” meâlindeki hadis-i şerîf de malûmumuz. Maddî-manevî kabiliyetlerimizi daha fazla ertelemeden geliştirmemiz ve vazifelerimizi tam vaktinde aşk ve şevkle yapabilmemiz noktasında bizlere neler söyleyebilirsiniz?

Mesela elimizde bir fidan var. “Ya hu yarın dikerim ben bunu.” diyor adam… Yarına kadar da fidanın kökleri hava alır, kurur. Adam “yarın” fidanı dikince de fidan yeşermiyor. Aynen öyle de, “yarın ben iyi insan olacağım diyen, bugün kötü adamdır.” Niye bugün değil de yarın? “Yarın iyi olacağım” diyoruz; bu emri veren benim! Hayatımızı Kur’an ölçüsünde yaşamaya bugünden başlayacağız. Tren zamanında kalkar, uçak zamanında havalanır, geç kalan yetişemez… Güneş mesaisine bir dakika bile gecikmiyor. Fırtınalar, takvimin söylediği zamanda kopuyor, çiçekler, vakti gelir gelmez açıyor… Bu ilahî nizamın dışına çıkıp, “ vazifeyi sonra yaparım” diyen, gemiyi kaçırır…

Hayat bir imtihan, malûmunuz. Türlü dertle, belâyla ve hastalıkla beraber, muhtelif imkânsızlıklarla da boğuşmak durumunda kalıyoruz. Bir günümüz bollukla geçerken diğer günümüz darlıkla, bir günümüz sıhhatle geçerken diğer günümüz rahatsızlıkla, bir günümüz izzetle geçerken diğer günümüz zilletle, bir günümüz gönül ferahlığıyla geçerken diğer günümüz üzüntüyle geçiyor. Böyle olunca, gönlümüzce bir şeyler yapabileceğimiz o saat bir türlü gelmiyor sanki. Peki, bu dert ve mazeretleri ileri sürmekte hakikaten mazur muyuz sizce?

1950 yılında bir rüya gördüm. Trende gidiyorum. Dediler ki: “Bediüzzaman Said Nursi de, bu trende seyahat ediyor.”

Hemen fırladım, Bediüzzaman’ın yanına gitmeye koyuldum. Üçüncü mevki bir kompartımanda sekiz kişi oturmuş, pencerenin dibinde de Bediüzzaman Hazretleri vardı. Ben içeri girip, Üstad’ın elini öpmek istedim. Fakat kapının önündeki adam hemen ayağa kalktı, beni göğüsleyerek dışarı çıkardı:

Sen kimsin?” dedi. Ben de,

Risale-i Nur dağıtıyorum” diye cevap verdim.

Bu sözümü duyan Bediüzzaman, dışarı çıktı. Koridorda onunla karşı karşıya geldik. Bediüzzaman’ın elini tuttum, öpmeye başladım. İki defa öptüm. Bu sırada Bediüzzaman gayet sinirli bir şekilde bağırdı:

Elimi öp, şekeri öpme!”

Dikkat ettim, Bediüzzaman’ın avucunun içi şeker doluydu. Ben de iki defa bu şekerleri öpmüşüm. Üçüncüsünde Bediüzzaman’ın elini öptüm ve uyandım…

Rüyayı kendim tabir ettim: Şimdi ben bu hizmetin şekerleme tarafındayım fakat çileli zamanlar da gelecek

Nitekim öyle oldu…

Mahkemelerde, hapishanelerde, karakollarda dolaştırıldım. Allah’ın lütfuyla tahkikî iman derslerinden geri kalmadım.

Şu anda hasta yatıyorum. Ameliyat oldum. Hastalık, Allah’ın gönderdiği bir hediyedir. Çünkü hastalığı veren Allah’tır. Allah’ın yarattıklarında kötülük yoktur.

Hastanede yatarken dedim ki, “hani insan Ankara’ya gider gelir ya, ben de ahirete gittim geldim. Ahirete gidip gelmenin yorgunluğunu hissediyorum…”

Türlü derde deva buldum ben elimle çok zaman,

Kimse bilmez bir tabibe ben de muhtacım şimdi.

Durgun sular, akıntı olmadığında bulanır, rüzgâr esmese hava kirlenir. Hayat bir bütündür. Sağlık hastalıkla, iyilikler musibetlerle çalkalanır. İnsan bazen dünya hayatına o kadar dalıyor ki, ölüm aklına bile gelmiyor. Çevresindeki insanlara ölümü yakıştırıyor fakat ölümün bir gün kendi kapısını çalacağını düşünmüyor. Hastalıklar, musibetler burada devreye giriyor, “Ey insan, ölüm var, ahiret var, aklını başına al” diyor. Geçen zaman geri gelmiyor. Ömrünün sınırlı olduğu gerçeğini unutuyor insan. Şimdi ben dönüp maziye bakıyorum, ömrüm bir kuş tüyü gibi uçup gitmiş. Sanki bir gün bile yaşamamışım…

Üstad Necip Fazıl diyor ki,

Bir fikir ki, sıcak yarada kezzap,

Bir fikir ki, beyin zarında sülük.

Selâm, selâm sana haşmetli azap;

Yandıkça gelişen tılsımlı kütük…

İnsan böyle… Yandıkça gelişir.

Bir sırrımı ifşa edeyim… Ne zaman ki Amerika’dan getirdiğim buzdolabını ve teybi hizmete verdim, ondan sonra bende inkişaf başladı… Yani müridi demiş “Şeyhim himmet.” Şeyh demiş “Evladım hizmet…”

Eskiler der ki, “Yok olmayan var olamaz.” Seksen yıllık ömrümde, çeşit çeşit dertler gördüm, sonuç: Minyeli Abdullah…

Koca bir ömrü İslam dâvâsını tebliğe vakfeden, her vesileyle yazan ve gerek sohbet gerek konferans dairesinde insanımızla fikir ve tecrübelerini paylaşan, hatta bu uğurda bir bölümünü gönüldaşlarımızla birlikte geçirmek üzere cezaevinde de yatan bir büyüğümüz olarak, bir dâvâ, bir ideal adamının tesirli olması bakımından en başta dikkat etmesi gereken husus, sizce söyledikleri veya yazdıkları mıdır, yoksa başka bazı hasletleri mi?

Osman Yüksel Serdengeçti, dâvâ adamını şöyle açıklamıştı:

Sofraya yürür gibi, sehpaya gitmeyenler dâvâ adamı değildir.” Hanımı, hapis yattığı yıllarda, çocuğunu tedavi ettirecek para bulamadığı için depresyona girip ayrıldı. Ankara’da Denizciler Caddesi’ndeki dükkânını şöyle tarif ediyor: “Kömürlüğü ömürlük yaptık, yeryüzünden iki buçuk metre aşağıdayız. Ölüm bile bizim için yükseliş olacaktır.” Küçücük bir dükkânda yaşıyordu. Tuvalet ihtiyacı için, caminin tuvaletine giderdi.

İnsan hayatına sığmayacak işler yapan insanlar var… Eski bir binanın taş duvarında, taşların arasından bir filiz çıkıyor ve çiçek açıyor. Bu çiçek, içinde bulunduğu şartları hiçe sayıyor. “Bu duvarda toprak yok, su yok, güneş, rüzgâr beni hırpalar” demiyor. Çiçek, şartlara meydan okuyarak yeşeriyor. Lisan-ı hâl ile diyor ki: “Allah bana ‘yeşer’ dedi, ben de yeşerdim. Sonuç ve şartlar ne olursa olsun…” İşte dâvâ adamı budur!

Yazı yazmak kolay, tesir etmek zordur.

İslamiyet, ölçü ve ahenk dinidir. Ölçü ve ahenk ise “güzel“i ortaya koyar. Güzel yaşanmış bir hayat, aynı zamanda bir eserdir. Hiçbir nazım ve nesir, güzel yaşanan bir hayat kadar güzel ve tesirli değildir.

Peygamber Efendimiz’in hayatı en üstün ve en tesirli bir eserdir. Öyle ki; O’nun biyografisi bile yaşadığı hayatın gölgesidir. Sahabe, “anam babam sana feda olsun” diyor, o kadar hayran bırakmış kendine…

Bir arkadaşım, Amerikalıya demişti ki; “Size İslamiyet’i anlatayım mı?” Amerikalı da dedi ki; “Ben senin hayatını beğenmiyorum ki dinini anlatasın! Bu konuda seni dinlemek istemiyorum. Sen, bira içmeyen Amerikalılara benziyorsun!” Gerçekten o arkadaşın ahlâkı çok bozuktu. Şaka yapacağım, milleti güldüreceğim diye kötü şeyler anlatırdı.

Sonuçta bir Hıristiyan, Müslüman’ı beğenmedi.

İnandığı gibi yaşamak, belagatin en tesirlisidir. Dikkat edin, İslam büyükleri, susabildikleri kadar susmuşlar, sadece İslamiyet’i yaşamışlar.

Harf inkılâbından sonra Kur’an yazısını okuyamaz olduk. Risale-i Nur’lar da eskimez yazıyla yazılıyordu. Kitapları aldım, okuyamadım. Okuyanları dinleyemedim. Anlayamıyordum Risale-i Nur’ları… Fakat Bediüzzaman’ı ziyarete gittim, onun fakir yaşayışını gördüm, çok hoşuma gitti. Hayatını anlatan ağabeyleri dinledim, kitaplar okudum, O’nu çok beğendim. Yani ben Risale-i Nur’ları okuyarak değil, Bediüzzaman’ın yaşayışının tesirinde kalarak Nur talebesi oldum. ALLAH demenin yasak olduğu devirlerde ALLAH deyişine, elinde zengin olma imkânları varken, fakirane yaşamasına hayran kalarak bağlandım ona…

Zübeyir ağabeyi, Bayram ağabeyi, Hüsrev ağabeyi, Tahir ağabeyi düşündükçe diyorum ki; “Bu hayatlara nasıl hayran olmazsın!”

Onlar, dünyaya önem vermedikleri için önemli oldular!

Allah razı olsun Ömer ağabey, size çok teşekkür ediyor, tekrar geçmiş olsun diyor, Allah’tan hayırlı, sıhhatli, bereketli uzun ömürler diliyoruz.