Etiket arşivi: hizmet

Cennet-asâ Günlere Doğru.. (Üstad’a Mektup)

Üstadım, sen nuru çile ile ektin ve istikbale ışık tuttun. Senin, çile ile ektiğin tohumlar filizlendi bugün. Yaktığın meşale dünyayı kuşattı. Verdiğin müjdeler bir bir gerçekleşiyor bu günlerde..

Allah’ın selâmı üzerine olsun Muhterem Üstadım!

Elli iki yıldan beri aramızda cismin yok; fakat ismin gönlümüzde, nurun ruhumuzda, aydınlığın kalbimizde.

İsmin deniz aşırı ülkelerde bir aydınlık tufanı gibi insanları inkârdan çıkarıp kurtarıyor, kalpleri vesveselerden kurtarıp temizliyor, gönülleri evhamlardan söküp arındırıyor, insanlığa büyük insanlık hakikatini gösteriyor, çağımıza âhir zaman Peygamberinin (asm) çizdiği o saadet ufkunu sislerden arındırıp yeniden sunuyor bu gün.

Dünyamız her ne kadar fitne ve çekişmelerden, ateş ve oyunlardan, fesat ve istibdatlardan yakasını kurtaramıyorsa da; Kur’ân’ın nuru dünyayı nur rengine boyamak üzere Üstadım.

Sen, o çile dolu günlerinde; “Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkıtâne Nur’un sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temâşâ eden Said’ler, Hamza’lar, Ömer’ler, Osman’lar, Tâhir’ler, Yûsuf’lar, Ahmed’ler, vesâireler!.. Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, ‘Sadakte’ deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun! Şu muâsırlarım, varsın beni dinlemesinler. Târih denilen mâzi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizin ile konuşuyorum. Ne yapayım; acele ettim, kışta geldim. Sizler Cennet-asâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır. Biz, hizmetimizin ücreti olarak sizden şunu bekliyoruz ki: Mâzi kıt’asına geçmek için geldiğiniz vakit, mezarımıza uğrayınız. O bahar hediyelerinden birkaç tanesini medresemin mezar taşı denilen ve kemiklerimizi misafir eden ve Horhor toprağının kapıcısı olan kal’anın başına takınız. Kapıcıya tembih edeceğiz. Bizi çağırınız. Mezarımızdan, ‘Henîen leküm’ (Sizlere tebrikler!) sadâsını işiteceksiniz”1 demiştin ya…

Ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sadâ İslâmiyetin sadâsı olacaktır” 2 demiştin ya…

Bedbaht Rus polisine; “Asya’da, Âlem-i İslâm’da üç nur, birbiri arkası sıra inkişafa başlıyor. Sizde birbiri üstünde üç zulmet inkişafa başlayacaktır. Şu perde-i müstebidâne yırtılacak, takallüs edecek, ben de gelip burada medresemi yapacağım” 3 demiştin ya…

Eğer biz, doğru İslâmiyet’i ve İslâmiyet’e lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek, bundan sonra onlardan fevc fevc dahil olacaklar” 4 demiştin ya…

İstikbal, yalnız ve yalnız İslâmiyet’in olacak. Ve hâkim, hakâik-i Kur’âniye ve îmâniye olacak.” 5 demiştin ya…

Eğer biz, ahlâk-ı İslâmiye’nin ve hakâik-i îmâniyenin kemâlâtını ef’âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki Küre-i Arz’ın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyet’e dehâlet edecekler.” 6 demiştin ya…

Akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı akliye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’ân hükmedecek.” 7 demiştin ya…

Avrupa ve Amerika İslâmiyet’le hamiledir. Günün birinde bir İslâmî devlet doğuracak. Nasıl ki, Osmanlılar Avrupa ile hamile olup bir Avrupa devleti doğurdu.” 8 demiştin ya…

Üstadım, müjdelerinin ortaya çıkışına şahit oluyor, ufukta aydınlığını görüyoruz bugün.

Üstadım, sen nuru çile ile ektin ve istikbale ışık tuttun.

Senin, çile ile ektiğin tohumlar filizlendi bugün.

Yaktığın meşale dünyayı kuşattı.

Verdiğin müjdelerin bir bir gerçekleştiği bu günlerde, Cennet-asâ günlere doğru hızla adım atışımızın yakıcı heyecanını yaşamaktayız.

Her ne kadar günahımız çok ve isyanımız hâlâ yeryüzünün taşıyamadığı bir yük ise de, yine de mukaddes değerlerimize bağlılığımızı gün geçtikçe daha güçlüce hissedebilmekteyiz. Müjdelediğin biçimde, medenî dünyada İslâmiyet çığ gibi büyümekte, Kur’ân güneş gibi yayılmakta, İman ve Tevhid hakikatleri dalga dalga genişlemekte.

Üstadım; günahkâr asrımızın böylesine doyulmaz hidayet fırtınasına sahne oluşunda senin gösterdiğin yüksek hamiyet, hiç şüphesiz, Hazret-i Muhammed’in (asm) çağlar ötesi tasarrufundan ve Cenâb-ı Hakk’ın yüksek rahmetinden başka bir şey değildir.

Aramızdan ayrılışının 52. yılında ey Üstadım, zat-ı âlinize sayısız selâm, rahmet ve mağfiret; Allah’ın Sevgili Resûlüne (asm) sonsuz salât-ü selâm ve dünyayı iman nuruna boğan Allah’a hadsiz hamd ü sena olsun. Âmin.

Süleyman KÖSMENE

Dipnotlar:

1- Münâzarât, s. 39, 40.

2- Sünûhât, s. 47.

3- a.g.e. s. 63.

4- Münâzarât, s. 37.

5- Hutbe-i Şâmiye, s. 18.

6- Hutbe-i Şâmiye, s. 20.

7- a.g.e. s. 23.

8- a.g.e., s. 27; Tarihçe-i Hayat, s. 46, 82.

Bediüzzaman’ın ‘Avrupa İslama gebedir’ sözü doğrudur!

Avrupa’nın önde gelen Müslüman entelektüellerinden Tarık Ramazan, “Arap Baharı” süreci öncesinde Batı’nın yönlendirici etkisi olduğunu söyledi. İhvan-ı Müslimin hareketinin kurucusu Hasan el-Benna’nın torunu olan Ramazan, Arap Baharı sürecinde Mısır’daki Müslüman Kardeşler’i de “Dinî ilkeleri yüzeysel yorumlamamalılar.” şeklinde uyardı.

Cihan Haber Ajansı’na konuşan Ramazan, AK Parti hükümetinin, Ortadoğu’da bundan sonraki süreçte demokratik gelişmeleri takip ederek bölge ekonomilerini desteklemesinin faydalı olacağını belirtti; İsrail’in ise aslında “diktatörlüklerle yaşayamayacağını” savundu.

Oxford Üniversitesi Modern İslam Çalışmaları Profesörü Tarık Ramazan, yıllardır göçmenlerin yerel kültüre uyum sağlayamadığından yakınan Avrupalıların, Müslümanlar “yerlileştikçe” daha da sağa kayarak radikalleştiklerine ve problem ürettiklerine işaret ediyor. Bu noktada, Bediüzzaman Said Nursi’nin şu tespitini de doğruluyor: Avrupa İslam’a gebe…

‘Prospect Magazine’ ve ‘Foreign Policy’ dergilerinin 2008’deki ‘Dünyanın en değerli 100 entelektüeli’ anketinde 8. seçilen Ramazan, Cihan’ın sorularına şu cevapları verdi:

Avrupa doğumlu, Batı eğitimi almış, Hasan el-Benna’nın torunu Profesör Tarık Ramazan kendini nasıl tanımlıyor?

Müslüman bir aileden geliyorum. Dinim benim için önemli, yazılı kaynaklarımı ciddiye alıyorum. Müslümanlığımı tam ve derin bir şekilde yaşamak istiyorum. Fakat aynı zamanda, kültürel olarak Avrupalı, ülke olarak İsviçreliyim ve nerede olursam olayım iyi bir Müslüman olmak istiyorum. İslam’dan aldığım terbiye nerede olursam olayım pozitif ve katma bir değer olmamı gerektiriyor.

– Ortadoğu’da ‘bahar’ olarak nitelenen hareketlerin arkasındaki motivasyon nedir? Bu ‘bahar’ın peş peşe devam etmesini nasıl algılıyorsunuz? Müslüman dünyasındaki geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Bence çok fazla saf durumuna düşmemek için dikkatli olmalıyız. Benim dikkatli bir iyimserliğim var. Fakat biliyorum ki Batı ülkeleri, ABD, Avrupa ülkeleri bunun için zorluyorlardı. Çünkü ekonomik bir pazar için istedikleri nitelikte bir demokrasiye ihtiyaçları var. Dolayısıyla bu uyanış sadece nereden geldiği belli olmayan genç insanların daha fazla özgürlük istemesi değil. Perdenin arkasında başka sebepler de var. Hâlâ diktatörlüğe, baskıya hayır diyecek kadar enerjiye sahip insanların jeo-stratejik, ekonomik ilgileri, özgür, özerk ve onurlu vatandaşlar olabilmek için politik istekleri olduğunu anlama noktasında doğru dengeyi bulmalıyız. Aynı zamanda biliyoruz ki Ortadoğu’da Filistin ve İsrail anlaşmazlığı çok etkili. Burada insanlara şunu hatırlatmadan geçemeyeceğim. Şu an İsrail’de 1600 mahkûm hapishanede açlık grevinde. İki tanesi her an ölebilir. Bilmeliyiz ki bu da ‘Arap Uyanışı, Baharı’nın parçası. Çünkü şiddete başvurmuyorlar, yargılanmadan hapisteler ve adalet istiyorlar.

İSRAİL, KENDİNİ YENİDEN GÖZDEN GEÇİRMELİ

– Tunus, Libya, Yemen ve Mısır’daki tecrübeleri göz önünde bulundurduğunuzda Arap uyanışının ne kadar İslami olduğunu düşünüyorsunuz?

Söylemem gerekir ki ilk eğilim İslami değildi. Evet katılımcılar Müslümandı; ama İslami bir niyetle, İslamcı partiler tarafından yönlendirilmemişlerdi. (İslami bir tepkiyle hareket edenler) ayaklanmalardan, diktatörler devrildikten sonra yönlendirici unsurlar oldu. İslam her yerde; Tunus, Mısır, Suriye, Yemen, Libya’da… Bunu hesaba katmalısınız. Bu çok ciddi bir şey; Türkiye’de de aynı. İslam önemli bir referans. Bundan sonra bizim için önemli olan, İslam’ın demokrasiye, insan haklarına karşı olmadığını, tamamen ülkeyi özgürleştirdiğini ve vatandaşları güçlendirdiğini net bir şekilde anlatmak.

İsrail’le ilişki özelinde de açıklamak gerekir ki, İsrail diktatörlüklerle yaşayamaz. Hatırlayın, İsrail başlangıçta (Arap Baharı) ‘Mübarek’i desteklememiz gerekir’ diyerek Mübarek’i destekledi. İlke diktatörlere karşı insanları desteklemektir. Bu İsrailliler için şu anlama geliyor; doğru bir demokrasi anlayışıyla siyasetlerini tekrar gözden geçirmeliler. Filistinlilere olan muameleleri konusunda insan haklarına saygı duymalılar ki bu şu an geçerli değil.

MÜSLÜMAN KARDEŞLER İSLAM’I YÜZEYSEL YORUMLAMAMALI

– Müslüman kardeşler geçmişte ve günümüzde ne gibi hatalar yapmış olabilir? Arap uyanışının kendileri için yararları ya da zararları nelerdir?

Bu çok karışık bir konu ve tarihi süreç hakkında konuşacak kadar zamanımız yok. İslami kaidelere geri döndüler. Sömürgeciliği ve diktatörleri ret, daha fazla şeffaflık esaslarında nettiler. Şimdi de bazı politik zorluklarla uğraşıyorlar. Bazen eleştirilen bazı stratejileri tercih ediyor olabilirler. İslami referansları, amaçları arasında görünür olmalı. İslami ilkeleri yüzeysel yorumlamamalılar. Aralarında bazen gerginlik olabiliyor. Diktatöre (Mübarek) karşı oldukça omuz omuzaydılar. Ayaklanmalar sırasında bile içeride bazı gerginlikler olduğu açıktı. Onları anlamaya çalışmalı, mevcut zorlukları da göz önünde tutmalıyız.

TÜRK HÜKÜMETİ ARAP EKONOMİLERİNİ DESTEKLEMELİ

– Son zamanlarda Türkiye’nin genelde Müslüman dünyaya, özelde de Arap dünyasına karşı izlediği siyaseti nasıl buluyorsunuz. Türkiye doğru yolda mı?

Düşünüyorum ki kimse şimdiki Türk hükümetinin çok iyi bir iş yaptığını inkâr edemez. Kendi iç işleri, rüşvete karşı mücadeleleri, daha fazla özgürlük için çalışmaları pek çok şey yapılmış durumda. Düşünce özgürlüğü ve eşit vatandaşlıksa hala geliştirilebilir. Dışarıda Tunus’la, Mısır’la, tabandaki gençlerle yapılanlar, halka verilen destek, diktatörlerden ayrılmalarını istemeleriyle her yerde selamlandılar. Bence bu doğru yol, doğru felsefe. Bundan sonra yapmamız gereken, sadece demokratik süreçleri takip etmek değil, ekonomileri de desteklemek. Gelecekte Ortadoğu ve Kuzey Afrika (MENA) ülkelerinde önemli olan, ekonomik istikrar. Türkiye’nin şu an Afrika’da birçok ülkede yapmaya çalıştığı gibi, elçilikler açması, yeni yönetimlerle irtibat halinde olmaya çalışması çok iyi. Bu bizim kendilerinden yapmalarını beklediğimiz bir şey. Bu çalışmaları geliştirmeliler ve daha da derinleştirmeliler.

AVRUPALILAŞMA MÜCADELESİNİ HAKLAR VE İLKELER ÇERÇEVESİNDE YAPMALIYIZ

-Avrupa’daki İslamofobi ve provokasyonlara gelirsek… Müslümanlar uyum sağladıkça, Avrupa’da İslamofobi yükseliyor, Avrupalılar daha fazla sağa mı kayıyor sizce?

Evet. Bize yıllarca vatandaş olun, bizim bir parçamız olun dediler. Biz daha fazla vatandaş oldukça durum daha da problematik hale geliyor. Bize gerçek demokratlar, gerçek Avrupalılar gözüyle bakılmıyor. Avrupa’daki varlığımıza meydan okumak için kurulmuş popülist partiler ve diğer cepheler var. Dolayısıyla net çözüm olarak sunulan şey aslında problem. Göçmenken ve Avrupa’yı anlamazken iyiydi. Şimdi anlıyoruz ve yerlileşiyoruz; Avrupalı oluyoruz ve problemiz. Fakat haklara ve ilkelere yoğunlaşmalıyız; savunmacı olarak değil, hakkımızı savunarak. Bu sadece bütünleşme değil, bir hak ve onur mücadelesi. Tüm bu entegrasyon meselesi aslında bizim vatandaş olmamızdan, sorumluluklarımız ve haklarımız olmasından ve yapmak istediğimizin bu olması temelinden stratejik bir şekilde dikkati başka bir yöne çekme ile alakalı.

BEDİÜZZAMAN, BÜYÜK BİR REFORMCU

– Bediüzzaman Said Nursi, 20. yüzyılın başında Avrupa’nın İslam’a gebe olduğunu söylemişti. Bu konuda sizin yaklaşımınız nedir? Ayrıca, Batı’da Müslümanları bekleyen en büyük tehlike nedir?

En önemli tehlike İslam’ın üzerine kurulduğu kaideleri unutma tehlikesi. Müslümanlar için en önemli görev İslam’ın doğru temellerine dönmek ve kültürel yanlış anlamalardan kurtulmak. Biliyorum bu bir zorluk… Ve evet; Said Nursi’nin, Avrupa’nın İslama gebe oluşu sözü doğrudur. Kendi kitabımda da, “tekrar İslam’ın ilkelerine dönelim, bilgiden korkmayalım ve hakkı savunan kimliğimizi öne çıkaralım” sözlerine referans yaptığım Said Nursi’nin büyük reformculardan birisi olduğunu belirttim. Şu an Avrupa’da olan da budur.

 Cihan

Muhlaslar Kervanından (devamı)..

11 Mayıs 2010’da hizmet-i Nuriye için gittiği Filipinler’de uğradığı silahlı saldırı sonucu Rahmet-i Rahman’a kavuşan aziz şehid abimiz Hafız Cevdet Baybara’nın hatırasına ithafen yakın dava arkadaşı Rıza Dalkılıç’ın bir yazısını takdim ediyoruz.

Habiblerden Bir Nur İn’ikası..

(Sizi alsam, bağrıma bassam, zerratimi zerratınıza katsam… Siz olsam kısacası…)

Gün içerisinde birçok cami, mescid, kilise, dini merkezleri vesaire ziyaret ediyor adeta uçuyorduk. Gece geç vakitte otel odasına geldiğimizde Cevdet Ağabey’e telefon açtım. Gün içinde yaptıklarımızı, ihtida eden bahtiyarları, hüsn-ü kabul görmekliğimizi, Filipinliler‘in misafirperverliklerini tek tek anlattım. Heyecanla anlatıyordum.

O ise Isparta’nın Barla köyünde olduğunu söyledi. Sonra “İşte bu…İşte bu kadar… Vallahi söyleyecek cümle bulamıyorum…Sizi tebrik etmek az, takdir etmek eksik, tebcil etmek nakis… Artık ne diyeyim… Allah ecrinizi milyarlar katıyla versin… Aynı ilk defa asr-ı saadette Nur-u Hakk’ı uzak doğuya götüren sahabelere, melekler ve ind-i Rahman tarafından biçilen ecir misali, (Ahir zamanda olduğunuzu hesaba katarak) defterinize ecirler yazılsın… Amin…” diyordu. Bir ara “Dayanamıyorum…” dedi… Kısık kısık ağlıyordu… Barla‘daydı…

Kendisini toparlayınca “Zerrat-ı vücudum titriyor şu an… Çok fazla konuşamayışım ondan… Sizi alsam, bağrıma bassam, zerratımı zerratınıza katsam… Siz olsam kısacası… diyecek çok şeyim var ve diyemiyorum… Nutkum tutuluyor… Her ne ise, bu da güzel bir fal-i hayr… Sesinizi ilk defa Barla’da duyuyorum…”

Bizim iktidar ve irademizin üstünde bir küllî irade ve her şeyi ihata eden bir kudret bizi bir gayeye sevk ediyordu, biz bilmesek bile, o an anlayamasak bile…

Filipinler’de daha fazla kalamayacağımızı anlamıştık. Hem paramız bitmişti, hem de başka planlarımız vardı. Şunu anlamıştık… Filipinler münbit bir zemin ve ekilen tohumlar yemyeşil bitki örtüsü gibi yeşermeye çok müsait…

Dönüyoruz Türkiye‘ye dedik Şehid Cevdet Hafıza.. Bana şunları yazdı bu defa:

“ Kahramanlarım; ızdırabsız zafer olmayacağını bilenlerdeniz ama… Gel ki gönüle sor…Başka yol yok… Sadece niyaz, elimizi açtık, gözümüzü tek noktaya diktik ve aczin zirvesinde olduğumuz anlar misali müteveccih olmak için çırpındık, Rabbimizi şah-damarımız kadar yakın hissedip dedik ki:

“Rahman ve Rahim olan adına sığınarak;
Açtım iki elimi, kor gibi iki yaprak;
Bir edeb ölçeğinde umutlu ve utangaç;
İşte dünya önümde, benim ruhum sana aç;
Bu seğriyen ellerle Senden Seni isterim;
Senden Seni isterken, canımdan çıkar tenim;
Kainat bir mozaik, her şeye sahip Allah;
Ey gizli ve aşikar, her derde Tabib ALLAH…
Ey gizli ve aşikar, her derde Tabib ALLAH…”

Ve Hasan Feyzi Abi’nin cümleleri dökülüyor ruhumun zerrelerine, hem de yıkaya yıkaya, ıslata ıslata katre misal;

“Risale-i Nur’a sahip olanlardan hırs ve hiddet zevale yüz tutar;
Zulmet ve şehvet erir; cehalet ve şekavet ateşi söner;
Tabiat uykusu azalır; gaflet uykusu kalkar;
Kara ve çirkin, bozuk ve uyuşuk kanlar düzelir;
Nefes ve kalp işler; Kan boruları birer mecra-i Nur olur;
Hubb-u Dünya ve meyl-i masiva kalmaz; Ene (Ben) ve Ente (Sen) gider;
Yetmiş bin diye söylenen perdeler kalkmaya ve “Varlık Dağı” delinmeye başlar;
IRCii ILA RABBİKi’den sesler gelir; Vuslat yolu açılır; Misk-u-Anber saçılır;
FEDHULI FI İBADİ ile memur ve VEDHULI CENNETI nişanı ile mecur olur.”

Bilemiyorum, işte hal-i melalim… Sizden de başka kimsem yok ki yazayım…Ve dayanamadım, yazdım…

Süreyyayı süpürge yapacak değilim… Ancak, ruhum Zuhal’i omuzlamış meleği arkadaş edinmek istiyor; Asuman’ı evim; sistemleri odalarım, Mars’ı da Nur’u okuduğum sandalyem kılmak gibi acib bir fırtına, garip bir heyulanın içinde gidip geliyorum… Eğer felek bir gün cana kıymaz ve film orta bir yerde kopmazsa…
Kemal-i lezzetle okuyacağımız Lahikanızı iştiyakla, hasretle gözlüyor; kemal-i ferah ve yeni bir devrenin açacağı kemal-i sevki bekliyor, o kıymettar ruhunuzu bağrıma basıyor, ellerinizden pür tazim ile öpüyor, affımı rica ediyorum…

Sen olan Ben Riza Cevdet.”

Sabah erken saatte havaalanına geldik. Rehberimiz de uğurlamaya geldi bizi… Ayrılacakken baktık ağlıyor, sonra “Beni bırakıp nereye gidiyorsunuz” dedi. Yanımızda kalan kitaplardan verdim. Ve kerhen de olsa Manila’dan ayrıldık…

M. Rıza DALKILIÇ

Muhlaslar Kervanından..

11 Mayıs 2010’da hizmet-i Nuriye için gittiği Filipinler’de uğradığı silahlı saldırı sonucu Rahmet-i Rahman’a kavuşan aziz şehid abimiz Hafız Cevdet Baybara’nın hatırasına ithafen yakın dava arkadaşları Said Baybara, Rıza Dalkılıç ve Kerem Şerbetçi’nin yazılarını takdim ediyoruz.

Hayalleri dünyaya sığmayan, kalbi bütün insanlığın selameti için atan, şefkat ve metaneti mahiyetinde cem’ etmeye muvaffak olmuş bahtiyar ağabeyimizin dahil olduğu muhlaslar kervanına Cenab-ı Hak bizleri de dahil eylesin. Amin. Ruhuna el-Fatiha..

Mümtaz Ağabeyim..

Kendisi hem dava arkadaşım, hem fikir babam, hem hayatta refikim, hem yoldaşım olan bir ruhu tarif etmeğe sahifelerce yazsam, mümtaz ağabeyimi, tarif etmiş olamam. Ama birkaç anekdotu sizlerle paylaşayım.

Cevdet Baybara; İnsanlığın imanının kurtulması için canını ve malını feda etmeği ideal edinmiş bir ruh. Kendisi 1978 Mardin doğumlu olup İlkokulu ve hafızlığı Mardin’de tamamladıktan sonra yerinde duramaz bir hali vardır. Kâh yerel radyo programlarında kâh cami kürsülerinde kâh muhtelif meclislerde Kur’an okurken veya sohbet ederken görürsününüz onu. O dönemler Babası Cüneyt Hoca Mardin Ulu Camii imam hatibidir. Cüneyt hocanın teşvikleriyle Mardin’den Diyarbakır’a, Van’a, Urfa’ya, Elazığ dan Malatya’ya, doğuda birçok ilde okuma kamplarına katılır. Ve birçok İslami, felsefi, mantıki ve fenni eserleri okur. Küçüklüğünden beri; Alem-i İslam’a canını, malını ve hissiyatlarını feda eden (Hz. Ebu Bekir’ler, Ömer’ler, Hamza’lar, Bediüzzaman’lar, Cüneyd-i Bağdadi’ler) ve birçok asil ve necip ruhların, insanlığın iki cihan saadetleri için canlarını ve mallarını (harcadıklarını demeyeceğim) bilakis en güzel bir şekilde değerlendirdiklerini görür.

Kendisinin anlattığı bir rüyada Peygamberimiz kendisine hitaben “Ömrün kısa olacak, aşirelerini yani her bir ânını ganimet bil” diye ikazda bulunduğunu anlatmıştı. Benim müşahede ettiğim, hakikaten her bir ânını dolu dolu değerlendirmiştir. 1996 yılı baharında İstanbul’a gelir. Bediüzzaman Said Nursi’nin talebelerinden olan Mustafa Sungur ağabeyin yanında on yıl beraberlikleri olur. O yıllarda Bediüzzaman Said Nursi’nin eserlerini mütalaa fırsatı bulur ve çok istifade eder. Bazı mülahazalarını kaleme alarak 2000’li yıllarda editörlüğünü yaptığı, üç dilde yayınlanan (Nur The Light) dergisinde yayınlar. Mustafa Sungur ağabey ile yurtiçi ve yurtdışında birçok panel, konferans ve sempozyumlara katılır.

Rusya, Azerbaycan, Hollanda, Mısır, Avustralya, Japonya, Kore, Filipinler, Fas, Cezayir ve daha başka birçok ülkede bulunur. Bu vesileler ile insanlığın maddi ve manevi eksikliklerini görür. Hamiyetli ve himmetli insanlar anlatılırken “yerlerinde duramazlar, her zaman başkasının derdi ile dertlidirler.” diye tarif ederler. Hakikaten Cevdet ağabeyimizi en güzel ve veciz tarif böyle olsa gerek. Kendisi de “Karınca kudretince” yurtiçinde ve yurtdışında irtibat ettiği insanların vesileleri ile ihtiyaç olan yerlere (muhtelif eserler; Kur’an-ı Kerim, İngilizceye tercüme edilmiş tefsir kitapları ve eğitime dayalı bir çok eser göndermiş, yurtdışında eğitim alan öğrencilere burs vs.) yardımlarda bulunmuştur.

Daha sonraları 2008 yılında resmi olarak tüm insanlığa “Çare” olma maksadı ile gönüllü birkaç arkadaşı ile beraber Çare Yardımlaşma ve Kalkındırma Derneği kurulur. Yurtiçi ve yurtdışında geniş çaplı faaliyetler yapma imkanına sahip olur. Ramazan kumanyaları, iftar çadırları, eğitim malzemeleri, kurban etleri dağıtım organizasyonları, fakir aileler ve yetim çocuklara yardım, su kuyuları, sağlık kabinleri, öğrencilere burs v.s. tarzında birçok faaliyet alanlarında rol alır. O yıllarda kendisi çok şevk ve gayretle ifade ettiği şu sözü; “Dünyada ulaşmadığımız insan, derdine yetişemediğimiz masum kalmasın.” demişti. Öyle olalım ki; yatağı görmesek uyku aklımıza gelmesin, suyu görünce susadığımızı bilelim, aç olanların doyduğunu görünce acıktığımızı hatırlayalım derdi. 2010 yılında gönüllü olarak gittiği Filipinler’de talihsiz iki genç Filipinli’nin gasp maksadıyla, silahlı saldırısı sonucu şehit edilir.

Yaşı henüz 32’dir. Aklımıza gençliğinde gördüğü rüya gelir, “Ömrün kısa olacak her bir dakikanı ganimet bil.”

Meşhur şöyle bir söz var; “Kimin himmeti milleti ise o tek başına bir millettir”. O sadece milletini değil, bütün insanlığa “Çare” olmak isterdi. Ne mutlu hayatını böyle yüksek ideallere adayanlara.

Ey şehidimiz Seni hatırladıkça gözlerimiz doluyor,

İftirakin hüznü boğazımızda düğümleniyor.

Rahmet sana ey Nurlu şehidimiz.

***

Geride Yiğit ruhlu Mehmetlerin,

Kadir-şinas Rızaların

***

Bilirler ki Said ve mesut’sun sen.

Bilirler ki ötelerde saadete mazharsın sen.

***

Yasin’ler sana, okurlar her dem

Âdem amcalar Dua zendir her dem

***

Beyn-en nîsa Sümeyye ilk şehittir

Mabeynimizde sende bizlere, ilk şehitsin

***

Yusuf simalılar orada refiktirler hep sana

Bizden ötelere selam üstüne selam sana

***

Sana gurbet şehidimi

yoksa, hicret şehidimi diyelim

Hayır, sen bizim gönlümüzün ser habibisin

Rahmet sana ey nurlu şehidimiz  

Hayatı, insanı hayrette bırakan çeşitli kahramanlıklarla dolu olmakla beraber; Hak’ta ve Hak yolunda fani olup, şahsından feragat etmede de mümtaz bir fedakarlıkta olduğunu göstermiş oldu. Allah ğani ğani Rahmet etsin.  

Vefatından sonra kendisinin açtığı, (ÇARE) hayır kapısını açık bırakmış. Bizler sevenleri olarak, sizlerde hamiyetli gönüllüler olarak; “Dünyada ulaşmadığımız insan, Derdine yetişemediğimiz masum kalmasın” diye el ele bu hayır kapısını hayırlı işler için açık tutalım.

ÇARE gönüllüsü

Said BAYBARA

Risale-i Nur Hizmetinin Büyümesi Manevi Bayramdır

Son zamanlarda, başta bu vatan ve millette Risâle-i Nur hizmet-i îmâniyesinin devâm ve inkişâfı ile beraber, hâriçte âlem-i İslâm ve insâniyyette fevkal’âde hayırlı ve hâs hizmetler, neşriyâtlar olmaktadır. Mâlumunuz olduğu üzere, Mekke-i Mükerreme’de Nurlar’dan bâzı Risâleler tab’ ile neşr edilmiştir. Rusya’da ve Türkî Cumhuriyetlerde hakaik-i İmâniyeye dâir eserlerin neşri devâm ediyor. Akademik sâhalarda, yâni Üniversiteler gibi ilim ve irfân merkezlerinde de ümidin fevkinde gelişmeler olmaktadır.

Dînî İlimlere ve Kur’ânî hakikatlara âşina ve kendi sâhalarında otorite olan selâhiyyetli, mümtâz zatların, Hz. Üstâd Bediüzzaman ve Nur Risâleleri hakkında takdim ettikleri tebliğler, makàleler ve beyânları, yakın bir zamanda “Kur’ân-ı Hakîm’in bu asrın fehmine bir dersi” olan Risâle-i Nur’a nazarların daha çok çevrileceğine kat’i bir kanâat vermektedir. Nitekim, Hz. Üstâdımız hayatlarının son senelerinde, bir gün ikindi abdesti aldıktan sonra “Şu câzibedâr siyâset hâdiseleri biraz tevakkuf etse; birden beşeriyet nazarını Kur’ân’a çevirecek.” demişlerdi.

.. .. .. ve 1910 yılından beri Amerika’da yayınlanan beynelmilel “The Muslim World” dergisinin Üstâd Bediüzzaman hakkında özel bir sayı hazırlaması.. gibi bu babda pek çok hizmetler, dersler ve neşriyâtların Cenâb-ı Hakk’ın inâyet ve keremi ile îfâya başlanması; 1911’de Şam’da Câmi-i Emevî’de Üstâd Bediüzzaman’ın îrad ettiği ve sonra 1951- 1371’de neşr ettirdikleri Hutbe-i Şâmiye’den şu gelen hakikatlı haber ve beşâretlerin mes’ûdâne tahakkukları ve mâsadakları hükmündedir diye telâkki ediyoruz:

“…Hâsıl-ı kelâm: Beşer bu asırda, harblerin ve fenlerin ve dehşetli hâdiselerin îkâzatıyla uyanmış ve insâniyetin cevherini ve câmi’ istidâdını hissetmiş. Ve insan, acîb cem’iyetli isti’dâdıyla yalnız bu kısacık, dağdağalı dünyâ hayâtı için yaratılmamış; belki ebede meb’ustur ki, ebede uzanan arzular, mâhiyetinde var. Ve bu dar, fâni dünya, insanın nihâyetsiz emel ve arzularına kâfi gelmediğini herkes bir derece hissetmeğe başlamış.

Hattâ insâniyetin bir kuvâsı ve hâdimi olan kuvve-i hayâliyeye denilse: “Sana, dünyâ saltanatı ile beraber bir milyon sene ömür olacak, fakat sonunda hiç dirilmeyecek bir surette bir i’dam senin başına gelecek.” Elbette, hakikî insâniyetini kaybetmeyen ve intibâha gelmiş o insânın hayâli; sevinç ve beşârete bedel, derinden derine teessüf ve eyvahlarla saâdet-i ebediyenin bulunmamasına ağlayacak.

İşte bu nükte içindir ki, herkesin kalbinde derinden derine bir dîn-i hakkı aramak meyli çıkmış. Herşeyden evvel, ölüm i’dâmına karşı din-i haktaki bir hakikatı arıyor ki kendini kurtarsın. Şimdiki hâl-i âlem bu hakikata şehâdet eder.

Kırkbeş sene sonra, tâmâmıyla beşerin bu ihtiyâc-ı şedîdini dinsizliğin zuhûruyla küre-i arzın kıt’aları ve devletleri birer insan gibi hissetmeğe başlamışlar. Hem âyât-ı Kur’âniye, başlarında ve âhirlerinde beşeri, aklına havâle eder, “Aklına bak” der, “Fikrine, kalbine mürâcaat et, meşveret et, onunla görüş ki, bu hakikatı bilesin”diyor.

Meselâ: Bakınız, o âyetlerin başında ve âhirlerinde diyor ki: “Neden bakmıyorsunuz? İbret almıyorsunuz? Bakınız ki, hakikatı bilesiniz.” “Biliniz” ve “Bil” hakikatına dikkat et. “Acaba neden beşer bilemiyorlar, cehl-i mürekkebe düşüyorlar? Neden taakkul etmiyorlar, divâneliğe düşerler? Neden bakmıyorlar, hakkı görmeye kör olmuşlar? Neden insan sergüzeşt-i hayâtında, hâdisât-ı âlemden tahattur ve tefekkür etmiyor ki, istikamet yolunu bulsun. Neden tefekkür ve tedebbür ve aklen muhâkeme etmiyorlar, dalâlete düşüyorlar. Ey insanlar ibret alınız! Geçmiş kurûnlardan ibret alıp gelecek mânevî belâlardan kurtulmağa çalışınız!” mânâsında gelen âyetlerin bu cümlelerine kıyâsen çok âyetlerde beşeri aklına, fikriyle meşverete havâle ediyor.

Ey bu Câmi-i Emevî’deki kardeşlerim gibi âlem-i İslâm’ın câmi-i kebirinde olan kardeşlerim! Siz de ibret alınız. Bu kırkbeş senedeki bu dehşetli hâdisattan ibret alınız. Tam aklınızı başınıza alınız. Ey mütefekkir ve akıl sahibi ve kendini münevver telâkki edenler!

Hâsıl-ı kelâm: Biz Kur’an şâkirdleri olan Müslümanlar, bürhâna tâbi oluyoruz. Akıl ve fikir ve kalbimizle hakàik-i îmâniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bâzı efrâdları gibi ruhbanları taklid için bürhânı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhân-ı aklîye istinâd eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’an hükmedecek.

Hem de İslâmiyet güneşinin tutulmasına, inkisâfına ve beşeri tenvir etmesine mümânâat eden perdeler açılmaya başlamışlar. O mümânaat edenler çekilmeye başlıyorlar. Kırkbeş sene evvel o fecrin emâreleri göründü. Yetmişbir’de fecr-i sâdıkı başladı veya başlayacak. Eğer bu fecr-i kâzib de olsa, otuz-kırk sene sonra fecr-i sâdık çıkacak…”

Hz. Üstâd Bediüzzaman, hayâtının son senesinde Ankara’da neşr edilen Nur’a âid son mecmua olan Sikke-i Tasdîk-i Gaybî.. veyâ İstanbul’da neşr edilen Şuâlar’dan bir formayı tashîh ederken, yakın bir gelecekteki îmânî ve İslâmî bir mânevî inkişâfâta dâir bir cümle münâsebetiyle Muazzez Üstâd; “Ben o bayramları görmeyeceğim. Sizler göreceksiniz” diye beyânda bulundular. Biz de; Tahiri, Zübeyr, Ceylân, Bayram, Hüsnü ve Sungur, “Hayır Üstâdım, Siz de göreceksiniz.” diye mâ’rûzatta bulunduk. Muazzez Nur Üstâd, tekrar; “hayır, ben görmeyeceğim” dedi ve bu karşılıklı mâ’rûzât birkaç defa tekrarlandıktan sonra Nur Üstâd, “hayır; ben görmeyeceğim, siz göreceksiniz. Sen gelir, o bayramları, kabrimde kulağıma söylersin” buyurmuşlardı. Bugün o cemâatten hayatta kalan bizler, bu günleri görmekle, Hz. Üstâdımızın ifâde buyurdukları o bayramları idrâk ediyoruz ümîdi ile kardeşlerimize arz ve takdim ediyoruz.

Bu münâsebetle, Hz. Üstâdımızın uzun ömrüne âit kanâatımızın bir sebebini kardeşlerimize arz etmek isteriz. Şöyle ki:

Hz. Üstâdımız, yanında bulunan talebe ve hizmetkârlarına bazen sadâkat dersi verirdi. Biraz da şiddetli îkâz ve ihtârda bulunurdu. Biz ona “resm-i geçit” derdik. Her birimize âit îkâzları muhtevî bir ders, meselâ; ‘‘Sana deseler ki, gel seni Ankara’da maârif vekîli yapalım. Yine Risâle-i Nur’a çalış. Fakat Said’ten ayrıl..” bu meâlde..

İşbu derslerin muhâtabları olan biz âcizler, Hazreti Üstâdımızın bu beyânlarını ‘kırk elli sene daha hizmetinde bulanacağız, belki hârika bir tecellî ile Üstâdımız uzun yıllar daha yaşayacaktır.’ kanaâti ile; ‘hayır Üstâdımız, siz de o bayramları göreceksiniz’ diye mukabelede bulunduk. Bu sebebledir ki; Hazreti Üstâdımızın vefât edeceğini hiç düşünmemiştik. ‘Said’den ayrıl’ sözü ne demektir, bilemedik. Bunları o zaman hep birer sadâkat dersidir diye telakki etmiştik.

Yoksa Hz. Üstâdımızın bu beyânâtları ‘Risâle-i Nur’un âlem-şümûl ve her ehli îmânâ faydalı küllî intişârı ve yayılması ve dersleri yanında, Hazreti Üstâdın tertip ve tanzim ettiği şekilde ve usulle Risâle-i Nur’un neşriyâtı, dersleri devâm etmelidir.’ gibi birer îkâz ve ihtârları mı idi. Ve son vasiyetleri istikametinde, hizmetin devam etmesi luzumunu mu ihtâr ediyordu. Ve bizzat Hazreti Üstâd’dan kaynaklanan hususların ikàmesini mi ders veriyordu diye tezekkürde bulunmuştuk. Cenâb-ı Hak’ka hadsiz şükür olsun ki Nur câmiasındaki kardeşlerimiz, Hazreti Üstâdımızın kendi yerinde vâris bıraktıkları Nur Külliyâtını, İhlâs ve Uhuvvet Risâlelerini, Mektubât’ın Nur’u ve lâhika mektuplarını, vasiyetlerini, temennî ve ricâlarını yakînen idrâk ederek sırât-ı müstakimin bu asırda bir âyine-i tecellîsi olan bu Hakikat-ı Kur’âniye istikàmetinde idâme-i hayat ettiler.

Yukarıda ifâde ettiğimiz Hazreti Üstâdımızın beyânlarını, mezkûr îkaz ve ihtârlarını ‘Hazreti Üstâdımızın, daha uzun yıllar yaşayacağına, biz de onun yanında ve hizmetinde bulunacağımıza’ haml ederdik. İşte bu sebebledir ki; Hazreti Üstâdımıza “siz de o bayramları göreceksiniz” diye mukàbelede bulunduk. Şimdi de bunun tam hikmetini bütün dekaiki ile idrâk etmiş değiliz. Belki Risâle-i Nur şahs-ı mânevîsinin hizmet-i külliyesi içinde, Nurlar’ın te’lifi, neşri, tertip ve tanzimi, ders tarz ve usulleri ve bilhassa hayâtını nurlara vakfedenlerin tâyinâtlarını devâm ettirmek gibi vasiyetlerinde zikrettikleri hususların yerine getirilmesi sadedinde bir ders-i ikaz telakki ediyoruz.

Nitekim son senelerindeki bir vasiyetinde:

“Hem benim şahsımın, hem Risâle-i Nur’un şahs-ı mânevîsinin sermâyesini, kendilerini Risâle-i Nur’un hizmetine vakfedenlerin tayinlerine vermek, hususan nafakasını çıkaramıyanlara vermek lâzımdır.

Şimdiye kadar, birkaç senedir tayinatları verilen Nur talebeleri, haslara malûm olmuş. Ben de yanımda şimdi bulunan kardeşlerimi kendime vâris ve benim vazifemi yapmaya çalışmak lâzım. Tesânüdü de tam muhâfaza etsinler.

Evet, bu vasiyetnâmeyi tasdik ediyorum.

Said Nursî

Hazreti Üstâdımız “Umum Dostlarıma ve Nur Kardeşlerime Bu Vasiyeti İlân Ediyorum” diye başlayan son diğer bir vasiyetlerinde bu tayinat hususunu ehemmiyetle nazara veriyor ve “Şimdi, Risâle-i Nur’un satılan nüshalarının sermayesi, Risâle-i Nur’un malıdır. Said de bir hizmetkârdır. Hayatta tâyinini alabilir.” diyor ve devamla;

İnşâallah tam Risâle-i Nur intişâra başlasa; o sermâye şimdiki fedâkâr, kendini Risâle-i Nur’a vakfeden şâkirdlerden çok ziyâde fedâkâr talebelere kâfi gelecek ve mânevî Medreset-üz Zehrâ ve Medrese-i Nuriye çok yerlerde açılacak. Benim bedelime bu hakikate, bu hâle mânevî evlâdlarım ve hâs ve fedakâr hizmetkârlarım ve Nur’a kendini vakfeden kahramân ve herkesçe malûm kardeşlerim bu vasiyetin tatbikine yardımlarını ricâ ediyorum. Risâle-i Nur itibâriyle bana hiç ihtiyâç kalmadığı için âlem-i berzaha gitmek benim için medâr-ı sürurdur. Siz mahzun olmayınız. Belki beni tebrik ediniz ki, zahmetten rahmete gidiyorum.

Çok hasta

Said Nursî

Hazreti Üstâdımız Nur neşriyâtını ve matbaalarda tab’ını Nur’un bir mânevî bayramı diye ifade ederken Risâle-i Nur neşriyâtı ile hâs talebelerine husunan nafakasını tedârik edemeyenlere verilen tayinatı da ehemmiyetle nazara alıyor ve;

“Risâle-i Nur’un kıymettâr haysiyeti ve şâkirdlerinin şahs-ı mânevîsinin kemâl-i sadâkati bu mânevî Nur bayramına vesîle oldu..” diye yâd ediyor.

Cenâb-ı Hak’ka hadsiz şükür Risâle-i Nur’un tab’ ile neşriyâtı ve tercümelerle Âlem-i İslâm ve insâniyette intişârı mânevî bir bayram olması gibi .. kemâl-i takdir ve tahsin ile yâd edilmesi dahi Allâh u a’lem Nur’un bir mânevî bayramı hükmündedir diye kardeşlerimize tebriklerle arz ve takdim ederiz.

Mustafa Sungur