Etiket arşivi: ruh

Kalb

Evet, şu kâinatta insan bir fihriste-i câmia olduğundan, insanın kalbi binler âlemin harita-i ma’neviyesi hükmündedir.( Bediüzzaman, Telvîhât-ı Tis’a)

Bilimsel araştırmalar gösteriyor ki kalp, kan pompalayan bir organdan çok daha farklı fonksiyonlara sahiptir.  İnsan vücudunda en güçlü ritmik elektromanyetik alan kalbe aittir.

kalp ve allah - animasyon insanYapılan araştırmalarda Kalbe gelen sinyallerin düzenli ve devamlı  olmasının önemi vurgulanmaktadır. Halimizin, taşıdığımız duyguların  ve davranışlarımızın kalbe tesiri kaçınılmazdır. Öfke, ümitsizlik, panik gibi hisler kalp atışlarında düzensizliğe sebep oluyor.  Allah ile bağlantımızı koparan her şey kalp için problemdir. Kalpte sıkıntıya sebep olan haller pek çoktur. Çok konuşma, çok uyuma, çok kazanma hırsı, kıskançlık, nefret, kin, kibir, su-i zan, dünyevî meşguliyetlerin çokluğu ve  dert edinilmesi gibi hususlar kalbi etkilemekte ve mânevî imkişâfına engel olmaktadır.  Bunlar kalbin manevi hastalıklarıdır. Kabin tasaffi ve arınması  için bu kötü hasletlerden uzaklaşılması gerekir.

İnsan bedeninde ”kalb, rûh, sır, hafî, ahfâ” denilen mânevî latifeler vardır. Bu latifelerin tamamı ‘kalb’ ekseninde bulunmakta ve onunla  ifade edilmektedir. ‘İnsanın kalbi’ dediğimizde, bu latifeler kastedilir.

Âlemde var olan her şeyin insanda karşılığı vardır. Meselâ; âlemde ”Levh-iMahfûz” var, insanda ”hâfıza” vardır. Âlemde ”Ay”, insanda ”akıl”; bir başka ifade ile, âlemde ”Arş” var, insanda ”kalb” vardır. Kalb ile aklın muvâzenesi yapılırsa, Arş ile Kürsî, veya Güneş ile Ay gibi değerlendirilir. Çünkü akılda bağımsız bir idrak kabiliyeti yoktur. Akıl, nurunu kalbin ziyasından alır. Yani bir başka ifade ile, insan kalbi Arş’a benzer, akıl ise Kürsî’ye. Zaten emirler Arş’tan Kürsî’ye inmektedir. Kürsî, Arşla varlıklar arasında bir köprü görevi yapmaktadır. Tecelliyât  Arş’da gerçekleşmektedir. Tıpkı Güneşin ziyasının kendisinden olması ve Ay’ın nurunu ondan alması gibi. Kalb de doğrudan doğruya İlâhî ilhamlara mazhar olurken, akıl da dersini ondan almaktadır.

İnsan bu âlemin kapsamlı bir fihristesidir. Yani maddeten binlerce âlemin özüdür,  özetidir. İnsan kalbi de binlerce âlemin mânevî haritası, navigasyon cihazıdır. Âlemde tecelli eden binbir isim, aynı anda kalb üzerinde de tecellisini göstermektedir.

Madem insan hem kâinata fihriste, hem de binbir İlâhî ismin tecelli yeridir. Böylesine mükemmel ve donanımlı bir cihazın çalıştırılması, işletilmesi, fonksiyonlarının tam ve mükemmel bir biçimde harekete geçirilmesi gerekir ki, bir ayna ve tecelligâh olduğunun farkına varsın.

İnsan kalbi, sonsuz hakikatların mazharı, medarı, çekirdeği olabilecek kabiliyette yaratılmıştır. Kalb cüzdanında bulunan on letâif inkişâf ettirilse, enfüsî ve âfâkî dairelerde tecellî eden bin bir isim ve sıfat-ı İlâhiyeyi anlayabilir, keşfedebilir, tartabilir. Tasavvuf ehlinin yazdıkları kitaplarda bu dünyanın sırlarını görmek mümkündür.

Cenâb-ı Hak, on tane cihazı kalbe yerleştirmiştir. Bunlar; ”kalb, rûh, sır, hafî, ahfâ, nefis” ve insan bedeninde bulunan ”su, hava, toprak ve nûr” denilen dört unsurdan o unsura münâsip bir latife-i insaniyedir. Bunlar mülk âlemine, beşi de (kalb, rûh, sır, hafî, ahfâ) Melekût âlemine bakar.

Kalbin on letâifini inkişâf ettiren bir mü’min, bu on cihazla imkân âlemini aşarak, mâsivâyı (Allah’tan gayri her şey) terke muvaffak olur. Ve bu âlemin arkasındaki âlem-i vücûba ulaşır, tecelliyâtı seyreder. Kalbi tam anlamıyla gelişmiş Nebîler, asfiyâ ve evliyâ kesimi Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâ-kemâl-i İlâhsiî ile müşerref olmuşlardır.

İnsanın mahiyetine konulan ve bütün âlemleri açacak olan cihazâtın gayesine uygun bir tarzda  çalıştırılması ve geliştirilmesi halinde, hem âlem-i imkân, hem de âlem-i vücûb birden açılır. Aksi takdirde bütün âlem kapalı kalır.

Çekirdek mahiyetinde olan kalb, ”iman, İslâm ve ubûdiyyet” le çalıştırılsa, hem âlem-i vücûbun keşfine erişir, hem de Cennet gibi bâkî bir meyve verir.

”Ubûdiyyet toprağı” altında, ”imân ziyâsı”yla, ”İslâmiyet suyu”yla, ”kelime-i tevhîdin nesîmi”yle buluşan kalb, gerçek gayesini, vazifesini ve mahiyetini anlamış/kavramış olur.

Bu hakîkatı; Gavs-ı Geylânî, İmâm-ı Rabbânî, Bediüzzaman gibi zatlar eserlerinde ve hallerinde isbat etmişlerdir.

”Lâ ilâhe illellah” kelimesi, kalbi harekete geçiren bir başlangıçtır. Bir kısım kudsî kelimeler de anahtar görevi ifa ederler.

Bediüzzaman Hazretlerinin ve mesleğinin evrâdı ise; ” namazı ta’dîl-i erkân ile kılmak, namazın arkasındaki tesbîhâtı yapmak, Besmele ile beraber salevât-ı şerîfeye devam etmek, akşam ile yatsı arasındaki evrâdı okumak, Risâle-i Nûr’u mütefekkirâne mütalaa etmek, Hakîm ve Rahîm isimlerine mazhar olmak”tır. Kısaca, ”kurb-i ferâiz”dir. Bu mesleğin şiârı ise; ”Lâ Ma’bûde ve lâ Maksûde illâ Hû”dur.

Kalplerimizin, kalbin hakiki sahibi için ve Onun adına atması niyazıyla…

İsmail Aksoy

www.NurNet.Org

Vicdan ve Nefis

İnsanın mânevî cephesini de maddî cephesini de ayrı birer mekanizma şeklinde ele almak ve öyle değerlendirmek gerekir. İsterseniz bunlardan, mânevî olana vicdan mekanizması, diğerine de nefis mekanizması diyebiliriz.

Kalb, ruh, sır, hafî, ahfâ âlem-i emre ait Rabbanî latîfeler, irade, idrak, şuur, his ve duygular vicdan mekanizmasını meydana getirirken; her türlü şehevî arzu, istek ve kaprisler, kin, nefret, öfke, inat gibi belli hikmet ve gayeler için insana verilen duygular da, nefis mekanizmasını meydana getirirler.

Bu iki mekanizma âdeta hep birbirinin aleyhine işler. Şu kadar var ki, vicdan mekanizmasının galebesi halinde, nefis mekanizması da müsbete dönüşür ve insanın yücelip yükselmesine hizmet eden bir mekanizma hâline gelir.

Her hafta Cumartesi günleri devam eden Keşan Risale derslerine Abdülhamid Oruç Hoca konuk oldu. Devamını hep birlikte izleyelim…

“Ziya” ve “Nur” Nedir? Nasıl Ayırt Edilir ve Nasıl Anlaşılmalıdır?

Sual ve cevap, dai ve sebep ikisi de Hak’tandır.” — Sözler

Göz ve Güneş, kulak ve ses, akciğer ve hava, balık ve deniz ve daha da artırabileceğimiz nice ikililerle etrafımız adeta kuşatılmış. Bunlardan birinciler sual, ikinciler cevaptır. İkisi de Hak’tandır.

Yani, Güneş kimin ise göz de O’nundur. Kulağı yaratan ancak sesi yaratan olabilir. Bunun çok önemli iki misali de ruh dünyamızda mevcut. Kalp ve akıl ikisi de birer sual. Kalbin en önemli görevi inanmaktır. Bu manevî gözün ziyası ise hak dindir. Kalp ancak böylece gerçek imana erer. Akıl ise anlama aletidir. Kâinattaki mânâları ve hikmetleri keşfetmeye çalışmak aklın görevidir. Bu yönüyle bütün fen ilimleri aklın gıdasıdır. Ama bu akıl, bu kâinat kitabına, bu sonsuz mânâları kimin yerleştirdiğini bilmek istediğinde kalbin ziyasına muhtaç olur. Ona ancak dinî ilimlerle aydınlanmış bir kalp öncülük edebilir, yol gösterebilir.

 ‘Ziya-yı kalb’ ve ‘nur-u fikir’ den kastedilen manalar şu cümlelerle açıkça ortaya konuluyor: “Vicdanın ziyası, ulum-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder.” (Münazarat)

Burada vicdan kalp yerine kullanılmıştır. “Ziya-yı kalbsiz olmaz nur-u fikir münevver” cümlesiyle “Vicdanın ziyası ulum-u diniyyedir. Aklın nuru fünun-u medeniyedir” cümlelerinin ortak bir yanı dikkatimizi çeker; her ikisinde de kalp ve vicdan için ziya, akıl için nur kelimeleri kullanılmıştır. Bu tespit bir âyeti kerimeye dayanmaktadır. “O, Güneşi bir ziya, Kameri bir nur kılandır.” (Yunus, 5)

Bu âyetin tefsirinde Güneş’in ziya, Ay’ın ise nur kılınması bir çok yönden ele alınmış ve konuya değişik yorumlar getirilmiştir. Büyük Müfessir Elmalılı Hamdi Yazır bunları sıraladıktan sonra şu noktaya dikkatimizi çeker: “Bir de denilmiştir ki, ziya bizzat olana (ışığı kendinden olana), nur bil’araz (başkasının ışık vermesiyle) olana ıtlak edilir. Şu halde burada Ay nurunun, Güneş dolayısıyla verildiğini iş’ar vardır. (Hak Dini Kur’an Dili, 4 – 2673)

Kalb, İşârât-ü’l İ’caz adlı eserde şöyle tarif edilir: “Kalbden maksad; sanevberî (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak bir latife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı, vicdan; ma’kes-i efkârı, dimağdır.” ( İşârât-ü’l İ’caz)

Demek oluyor ki, ruhta esas olan kalptir. Hissiyat da ona bağlıdır, akıl da. Şu var ki, kalbin his yönü vicdan ile icra edilmektedir, anlama yönü ise dimağla, yani akılla. Kalp imanla aydınlanınca akla da ışık saçar, onu da aydınlatır; ona rehberlik eder. Neyin doğru, neyin yanlış, neyin helâl neyin haram olduğuna karar verme gücüne sahip olmayan akıl, imanlı bir kalbin rehberliğinde bütün bu soruların cevaplarını bulur. Kendisinin anlama aleti olduğunu bilir ve bunu iyi değerlendirir. Allah’ın razı olduğu işlerin, hâllerin, hareketlerin ne olduğunu anlar. Dünya işlerini helâl dairesinde ve meşruiyet çizgisinde görmek için çabalar. Kâinat hakkında fennî araştırmalar yaparken de Allah’ın harika bir eserini incelediğinin şuurunda olur. Böylece bir yandan aklı, fikri, bilgisi inkişaf ederken, ötede kalbi feyizden feyze koşar. Aksi halde; “O nur ile bu ziya mezcolmazsa zulmettir, zulüm ve cehli fışkırır.”

Kalbin vazife görmemesi zulüm, aklın fen ilimlerinden geri kalması ise cehalet olarak tespit edilmiş. Her ikisi birlikte zulmettir, karanlıktır. Birisi iman hakikatlerinden mahrumiyet zulmeti, diğeri ise Allah’ın bir eseri olan bu kâinatı anlamama yahut yanlış değerlendirme zulmeti. Bu hale göre aklı kalpten ayırdınız mı, Ay’ı Güneşsiz bırakmış olursunuz. Kalbin ziyası olan imanla aydınlanmayan bir akıl, ne yapacağına, hangi yoldan gideceğine kendi başına karar verecektir. Bu ise başlı başına bir karanlıktır. Kendi hayat felsefelerini kendi akıllarıyla, daha doğrusu kendi nefisleriyle çizen insanlar egoist, kibirli, menfaatperest birer problem tip olmaktan kurtulamamış ve şairin “Ne kendi etti rahat, ne âleme verdi huzur” dediği türden bir huzursuzluk kaynağı olmuşlardır.

Nur Müellifi Bediüzzaman Hazretlerinin tâ gençlik yıllarında ortaya koyduğu ve şarkın âlimlerinden başlayarak padişaha kadar ulaştırdığı bir idealini bu ifadelerde de yakalamak mümkün. O ideal, kısaca, Medresetü’z-Zehra namını verdiği bir ‘darü’l-fünun’ açma ve bu üniversitede, dinî ilimlerle fen ilimlerinin birlikte okunmasını sağlamaktı. Bu ideali Nur Külliyatının birçok bahsinde görebiliyoruz. Bunlardan sadece birisini kısaca değinmek isterim.

Nur Müellifi Kur’ân-ı Kerimi kelâm sıfatından, bu kâinatı ise irade ve kudret sıfatlarından gelmiş birer kitap olarak değerlendirir. Kur’ân’daki kanunlar gibi, kâinattaki kanunların da ilâhî olduğuna dikkat çeker. Ve insanın her iki kitabı da iyi okuması, her ikisindeki kanunlara da riayet etmesi gerektiğini öğütler. Bu ders ile yazımıza konu olan vecizeyi birlikte değerlendirdiğimizde, kalbin ziyasının Kur’ân hakikatleri, aklın nurunun ise kâinat kitabıyla ilgili ilimler olduğu anlaşılır.

Alaattin Başar / Zafer Dergisi

Cenaze ve Vıdı Vıdı

Musallâ saltanattır; başrole koyarlar seni orada. Telaşların ve koşuşturmaların ılık kucağına buzdan bir öpücük olup düşersin ölümün saçağından.

Sensiz zamanların habercisi olursun sevdiklerine. Hesapsız sanılan günlerin hesabını koyuverirsin sığlaşmış ceplere. Eşkâlini belirlersin cesedinle, faili meçhul, sinsi ve sessiz tükenişlerin. Senden arta kalan sessizlik çığlığa dönüşür gül yangınlarının eteğinde… Senden taşan sensizlik ilmek ilmek hasret sarar geniş zamanların göğsüne. Susarsın musallâda; sustuğun için konuşturursun sarhoş sözlerin dillendiremediği haykırışları. Durursun musallâda ve durduğun için dolaşırsın unutuşlara terk edilmiş köşeleri.. Kapatırsın gözlerini musallâda, görmezsin ve görmediğin için gösterirsin ışıkların gösteremediği ıssız sızıları. Yüzünü sakınırsın sevdiklerinden musallâda ve yüzünü sakındığın için kırılgan bir aynada yeniden lûtfedersin gerçeğin yüzünü onlara.

Bu yüzden, işte bu yüzden, anlatamadığım, anlayamadığım, anlatsam da anlayamayacağın nice suskun ve sözsüz gerekçe yüzünden, önünde durduğun cenaze “nesne” değildir! “Özne”dir cenaze; sana konuşur, seni “nesne” eyler. “Sessiz bir dil”dir. “Sözsüz bir çağıltı”dır musallâdan gelip geçenler. Ölümü unutmuş, varlığın farkına varamamışlar için ayağa kalkmış bir nutuktur. Hızla akıp, hazla sığlaşan hayatın teninde bin kılıç yarasıdır; kanatır, acıtır… Son sözünü söyleyen “adam”dır aramızda, son ve en gerçek sözü söyleyen beliğ bir hatiptir. Hayatı pahasına konuşan eşsiz bir kahramandır o. O konuştuğu için susmalısın, sesini iptal etmelisin. Hem de sadece dilini damağını çekmekle kalmamalısın riya bulaşığı sözlerden, kalbini de yumalısın kirli hayâllerden, hırslarının diline de kelepçe vurmalısın.

Gelip geçilecek yer değildir musallânın önü. Oradan suskunca gelip geçen her ceset, senin de eksile eksile oraya gelişini hatırlatır. O gider, sana gelir sıra. O bir daha ölmeyecektir artık; sensin ölecek olan, sensin ölüyor olan, sensin ölümü örülüyor olan.

Sus orada. Sus ve ömrünü gül yaprağı gibi bardağın suyunu bile taşırmayan incecik bir söze dönüştürmüş olanı dinle. Dur orada. Dur ve dilini aklından sürgün eden sloganları unut ve bir daha söyleme. Bekle. Bekle ve sesini kalbine dokundurmayan taraftarlıkları yık ve bir daha ayağa kaldırma.

Durma vaktidir cenazeler. Durulma fırsatıdır. Hızla akıp giden hayatın sahte örtüsünü, sığ örgüsünü yırtıp atma, söküp savurma demidir. “Azıcık yavaşla!” der sana cenaze. “Ağzının gürültüsünde kaybetme kendini.” “Dünyalık kaygıların eteğine dolama ayaklarını.” “Dilini bağla…” “Elini bağla…”

Sen sen ol; kendini fail sayma cenazede. Ölümün ellerinde yıkanmaya hazırlan. Yükünü yık da gel cami avlusuna. Omuzlarından dünyayı at da gel cenazenin karşısına. Sözünü unut da gel. Bu yalnızlık senfonisini dinlemeye gel. Serkeş avuçlarını boş acılarla yeniden kanatma. Ruhunun teknesinde alevden kitreler” kar ki; ebrûlansın felek, ateşten çiçeklere dursun an.

Yık düzenini. Karıştır sahte düzeneğini hayatın. İncecik bir kader tüyüdür alnına değen cenazede. Uyan! Tenlere sarılıp da unuttuğun, sevdalara kanıp da uyuttuğun varoluş kırılganlığını yeniden keşfetmek için kapılar aralar sana o suskun hatip.

Sen; kendini bilmez, cenazenin suskunluğunu kullanamazsın. Ölenin üzerinden ölümü yeniden unutturan yeni sloganlar üretemezsin. Nefretleri susturmuş, kinleri soğutmuş o suskun dilin söylediklerine kulak tıkayıp; yeni kinleri, yeni nefretleri uyandıramazsın.

Öyle edersen, bir defa ölenin yanında bin haysiyetsiz ölümü daha ayağa kaldırırsın. Biricik dirilme fırsatını ayağınla tepersin. Öyle sığ, öyle aldırışsız gelip geçersen cami avlusundan, bir ölünün üzerinden bin cinayeti kurgularsın. Kalbini ayağa kaldırmak üzere uzanan elleri geri itersin.

O suskunluk sana hükmeder. Sen o suskunluğa hükmedemezsin. O hâl seni etkiler. Sen o hâl üzre sulta kuramazsın.

Orada o tabut öylece sessiz akıp giderken ellerin üzerinden senin için varlığın perçemlerinden sıyrılma vakti gelmiştir. O sessiz gemi öylece yüzüp giderken gafletli sloganların arasından, yakanı puslu bedenin hazlarından kurtarma anı gelip çatmıştır.

Ruhun alındığı, suretin bırakıldığı o dem, bedenine üflenen ruhunu yeniden hatırlama zamanıdır. Ölümün konuştuğu yerde vıdı vıdı edenler ruhlarını dünyanın kirli toprağına gömmeye ne kadar da hevesliler. Saygısız, duyarsız bedenlerini, kirli bulaşık sloganlarını, yitirdikleri ruhlarına çirkin bir mezar taşı edip dikiyorlar. Bir Fatiha’yı bile çok görüyorlar dillerine.

Senai Demirci

Sırat-ı Müstakim

Sırat-ı Müstakimin manası hak yol, “dosdoğru yol” (Fatiha, ayet 6) demektir. Emir edildiği üzere Cenab-ı Allah’ın gösterdiği hidayet yoludur. Kur’an’ı Kerim’den, Ruhun, Vücudun, Nefsin ve İradenin sırat-ı Müstakimi’nden bahsetmektedir. Bunlardan vücudun sıratı müstakimi fiziki ve somut; Ruh, Nefis ve İradenin sırat-ı müstakimi ise soyut olduğu görülmektedir.

Bediüzzaman İşaratü’l İ’caz’da Sırat-ı müstakimi şöyle ifade etmektedir: Sırat-ı müstakim yiğitlik, yüreklilik, cesurluk, korkusuzluk ve kahramanlık, helâle razı olup haramdan kaçınma, İlâhi gayeden meydana çıkan “adl ve adalete işarettir” .

“Şöyle ki: tagayyür, inkılâp ve felâketlere maruz ve muhtaç şu insan bedeninde iskân edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas edilmiştir. Bu kuvvetlerin birincisi, menfaatleri celp ve cezp için, kuvve-i şeheviye-i behimiye; ikincisi, zararlı şeyleri def için, kuvve-i subuiyye-i gadabiye; üçüncüsü, nef ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyiz için, kuvve-i akliye-i melekiyedir” (İşaratül İ’caz.)

İnsandaki bu kuvvelere şeriatça bir had ve bir nihayet tayin edilmiş ise de, fıtraten tayin edilmemiş olduğundan, bu kuvvetlerin her birisi, tefrit, vasat, ifrat namıyla üç mertebeye ayrılırlar.

Kuvve-i şeheviye-i behimiye: Menfaatleri kendine çekme, hayvani istek ve arzulara ait duygu, cinsi istek duygusu, dünya zevklerine istek duygusu; yeme, içme, konuşma, uyuma istek ve hissi gibi kabiliyetlerdir. Bunda ifrat, tefrit ve vasat üç kuvve vardır. “Tefrit kuvvesi humuttur (Cinsi isteksiz) ki, ne helâle ve ne de harama şehveti, iştihası yoktur. İfrat mertebesi fücurdur (günahkârlık, ahlaka aykırı, cinsi sapıklık) ki, namusları ve ırzları payimal etmek iştihasında olur. Vasat mertebesi ise, iffettir ki, helâline şehveti var, harama yoktur.”

Kuvve-i sebuiyye-i gadabiye: zararlı şeyleri defetmeye sevk eden gazap hissi ve duygusudur. Bunda Tefrit mertebesi, korkaklık ve yüreksizliktir. Korkulmayan şeylerden bile korkar. İfrat mertebesi, öfkelenme, köpürme, kızma ve aşırı hiddet gibi ne maddi ne de manevi hiçbir şeyden korkmaz, bütün tazyik ve baskı, zorbalık ve zulümler tamamen bunun ürünüdür. Vasat mertebesi ise kuvvetini yiğitlikte, cesurluk ve kahramanlıkta kullanarak dünya ve ahireti için canını feda eder, meşru olmayan şeylere karışmaz.

Mehmet Akif şöyle demiş, “Yumuşak huylu isem, kim demiş uysal koyunum/Kesilir fakat çekmeye gelmez boynum.” Başkalarına zarar vermeden, uysal koyun değil, aslan gibi kükreyen imanlı bir M.Akif’tır. Kükreyenlerden,  haykıranlardan bahsedince elbette,  Bediüzzaman akla gelir. İşte o İslam mücahidi, İman, İslam ve Kur’an adına dinine zarar gelmesin diye gençliğini ve tüm hayatını feda etmiştir. “Başımda ki saçlarım sayısınca başlarım olsa, her gün birini kesseniz, İman ve Kur’an’a feda olan bu baş zındıkaya eğilmeyecektir.” İşte yiğitlikte kahramanlık ta  budur. Sefih ve mimsiz medeniyetin zulmü altında yetişen gençlerin sonu da elbette bugün ki tahribat ve anarşistliktir.

Kuvve-i akliye-ı Melekiye: akıl ve meleke duygusudur. Bunun tefrit mertebesi, ahmaklık ve kalın kafalılıktır. Hiçbir şeyden haberi olmaz. İfrat mertebesi, haksız yere aldatıcı sözlerle karşı tarafı iknaa çalışmak demagoji ve lâfazanlık yapmaktır. Hakkı batıl, batılı hak suretinde gösterebilecek zekâya sahiptir. Vasat mertebesi ise hakkı hak, batılı batıl bilir. Kötülüklerden uzak kalır. Böylece hem kişi, hem aile hem de toplum olarak herkes rahat eder, huzur ve emniyet içerisinde yaşar.

Rüstem Garzanlı – Diyarbakır

www.NurNet.org