Etiket arşivi: sabır

Sıkıntılara iman kuvvetiyle karşı konulabilir!

Bu dünyaya gönderiliş gayemize baktığımızda görüyoruz ki, bu âleme gönderilmiş her insan cennete aday olarak gönderilmektedir.

Ancak cennet adayı bu insan, geldiği bu âlemde bazen sıkıntı ve musibetlerle imtihana çekiliyor, bu imtihanda göstereceği sabır ve tahammülle adayı olduğu cennetin faturasını ödeyerek gidiyor öbür âleme..

Ne var ki, imtihanı kazandıran bu sabır ve tahammül olgunluğu, kendiliğinden oluşmamaktadır insanda. Kuvvetli bir imanla kazanılmaktadır bu sabır ve tahammül olgunluğu..

Bundan dolayı aleyhissalâtü ves’selâm Efendimiz yaptığı duasında şöyle niyazda bulunmuştur:

– Yâ Rab, Senden dünyadaki musibet imtihanlarını kazandıracak iman kuvveti diliyorum. Sıkıntı ve zorlukları kolayca karşılayacak iman kuvveti ihsan eyle bizlere!

Demek ki, sıkıntı ve musibet imtihanlarını kazanmak, ancak sahip olduğumuz iman kuvvetiyle mümkün olur.. Gerçekten de imanı kuvvetli insanlarda zorlukların, musibetlerin tazyiki azalıyor, tahammül ve sabır duyguları gelişiyor, musibetler karşısında yıkılmıyor, dimdik ayakta durarak mutlu şekilde hayatlarını sürdürüyorlar..

İnanç bakımından inkişaf edemeyenlerde ise, küçük sıkıntı ve zorluklar dünya başına çökmüş gibi büyük görünüyor, geçici imtihanların tazyikine dayanamayan bu zayıf insan, hemen şikâyete başlıyor, bu da geçer ya hu! deyip de imtihanı kazanma duygusuna yönelmekte zorlanıyor..

İşte burada sıkıntılara iman kuvvetiyle mukabele ederek dimdik ayakta duranların verdikleri sabır ve tahammül örnekleri dikkatimizi çekiyor. Bu örneklerden ikisini arz etmek istiyorum bugün sizlere.

İmam-ı Gazali Hazretleri’nin naklettiği şu iman kuvvetinin verdiği dayanma gücüne bakın lütfen..

Sahabeden Hazreti Huzeyfe’nin azatlı kölesi Salim, savaşta derin yaralar almış, düştüğü kızgın kumların üzerinde susuzluktan dudakları çatlamış halde baygın yatmaktadır.

Arkadaşlarından biri durumunu görünce hemen kırbasındaki suyu uzatır:

– Şurada birazcık suyum kaldı, içiver de rahat bir nefes al!.

Dudaklarını hareket ettirmeye mecali kalmamış Salim, eliyle ağzını kapıyor, kaş-göz işaretiyle:

-Ben oruçluyum, uzattığın suyu içemem!’ diyor.. Israr ediyorlar:

– Sen bu halde iken orucuna devam edemez ölürsün, şu suyu içiver!.. Bu defa da şöyle cevap veriyor:

– Şu kalkanımın içine dökün. İftar vaktine kadar yaşarsam o zaman içerim. Yaşamazsam Rabb’imin huzuruna oruçsuz gitmektense oruçlu gitmeyi tercih ederim!.. diyerek suyu içme gereği duymuyor.

Salim, son anlarını yaşama derecesinde yaralı. Ama bu yaralar bedendedir, ruhta kalpte değil.. Kalpte ve gönülde öyle bir iman kuvveti var ki, bu imanı onu maruz kaldığı kılıç yaralarının tazyik ve tesirinden kurtarıyor, Rabb’inin huzuruna oruçlu olarak varmanın mutluluğunu hissettiriyor, uzatılan suyu içme gereği dahi duymayacak duruma gelebiliyor.

Sıkıntılara iman kuvvetiyle karşı konulacağına ait ikinci misali de büyük müçtehit Ahmed bin Hanbel Hazretleri veriyor..

Devrin yönetimi, isteğine uygun fetva alamadığı için onu zindana atmıştı. Hapishanenin rutubetli bodrumunda bir hayli zayıflamış olan Hazret-i İmam, nihayet mahkemeye götürülürken yol kenarında toplanmış olan sevenlerinden birinin feryadını duyar:

– Eyvah, böylesine zayıflamış bir bedenle bu musibete nasıl karşı koyacak mübarek hocamız?.

Sesin geldiği yana dönen büyük müçtehid, şöyle ikazda bulunur zayıflığına acıyan insana:

– Dikkat et! der, hayatta eksik olmayan musibet ve sıkıntılara, beden kuvvetiyle değil iman kuvvetiyle karşı konulur. İnsanın bedeni zayıf olabilir, yeter ki imanı kuvvetli kalsın. Kuvvetli iman, sahibine karşılaşacağı her türlü musibeti yenme azim ve şevkini verir, zorluklar karşısında pes ettirmez, ümitsizliğe düşürmez..

Evet, büyük müçtehidin sıkıntılara beden kuvvetiyle değil iman kuvvetiyle karşı konulacağı konusundaki bu açıklaması, hep hatırda tutulacak muhteşem bir hatırlatmadır.

Biz de hayatta eksik olmayan sıkıntı ve zorluklar karşısında Efendimiz (sas) Hazretlerinden öğrendiğimiz duamızı vesile kılarak diyoruz ki:

– Rabb’imiz, biz aciz, zayıf kullarız, aczimizi, zaafımızı açıkça itiraf ediyoruz. Bizi ve ülkemizi zorlanacağımız sıkıntılarla imtihan etme. İmtihan edeceğin sıkıntıları da sarsılmadan kolayca karşılayacak iman kuvveti ihsan eyle!.

Ahmed ŞAHİN / 15 Kasım 2011, Salı

Sabır Timsali Hz. Eyüp Nebi(Şiir)

Hazreti Eyüp Peygamber Allah’ın bir nebisidir
Vazifesini tam yapan Rabbinin sevgilisidir

Eyüp Peygamber zengindi malı ve mülkü pek çoktu
Allah’ın rahminden başka kimseye minneti yoktu

Birçok oğul ve kızları yanında yaşıyorlardı
Nebi servet sahibiydi Dünyada her şeyi vardı

Sabah-akşam ümmetiyle vaktini geçiriyordu
Geri kalan zamanlarda hep ibadet ediyordu

Böyleyken Eyüp Nebi’yi Rabbi imtihan ediyor
Çeşitli hastalıklara vücudu maruz kalıyor

Kalbi ve dili dışında bütün vücut yaralanır
Her yeri çıbanla dolar iltihaplarla kaplanır

Hastalık ilerledikçe yaralara kurtlar dolar
Günbegün kötüye gider vücudu bozulup kokar

Bir de şeytan kendisine durmadan musallat olur
Çocuklarını kaybeder mal-mülkü hepsi kaybolur

Bu durumda hiçbir kimse yanaşamıyor yanına
Yalnız eşi “Rahmet” hariç hizmet eder kocasına

Buna rağmen hiçbir zaman kaybetmemiştir sabrını
Ve Cenabı Hakk’a olan hakiki bağlılığını

Eyüp Nebi’nin durumu dayanılmaz bir hal alır
Rabbine yalvarmak için mecburen bir karar alır

Nebi diyor ki: “Ey Rabbim şu halım malumdur Sana
Sen’in şifana muhtacım ne olur şifa ver bana

Adını anamayacak kadar hasta bir haldeyim
Emir ve yasaklarına her şeyimle amadeyim”

Yıllar süren bu sıkıntı nihayet sona eriyor
Sabırla denenen Nebi imtihanı kazanıyor

Cenabı Hakkın emriyle toprağa ayak vuruyor
Ayak vurulduğu yerden şifalı su fışkırıyor

Fışkıran su kaynağından su içerek yıkanıyor
Daha önce kaybettiği sağlığına kavuşuyor

Rabbine pür şükür eder Sabır Küpü Eyüp Nebi
Ondan sonra yine olur mal-mülk ve evlat sahibi

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR

www.NurNet.org

Sabır Kahramanı Hz.Eyyüb’ün Kıssasından Bize Mesajlar

Hz.Eyyüb (a.s.), Hz. İbrahim(a.s.) soyundan gelen bir peygamber. İslâm kaynaklarına göre Havrân bölgesinde yaşayan ve çok zengin olup, sayısız malı-mülkü, birçok oğlu kızı bulunan Eyyûb (a.s.), kendi toplumuna peygamber olarak gönderilmiştir.

Sabah-akşam ümmeti ve Allah’a ibadetle meşgul olan Hz. Eyyûb, Rabbinin bir imtihanına maruz kalmış, bütün servetini, çocuklarını kaybettiği gibi şeytanın kendisine musallat olması neticesinde kalbi ve dili hariç bütün vücudunda çıbanlar çıkmış, iltihaplı yaralar açılmış, yaralarına kurtlar dolmuş ve vücudu bozulup kokmaya başlamıştı, bu durumda kocasına hizmete sebat eden eşi “Rahmet” hariç hiç kimse onun yanına yanaşmadığından cemiyetten çekilmek mecburiyetinde kalmış, fakat hiçbir zaman sabrını ve Cenâb-ı Hakk’a bağlılığını kaybetmemiştir.

Farklı rivayetlere göre 3, 7, 13 veya 18 sene gibi epey uzun süren bu sıkıntılı dönemden sonra sabrıyla imtihanı kazanan Eyyûb (a.s.) Cenâb-ı Hakk’ın lütfu ve emriyle ayağını yere vurmuş, fışkıran su kaynağından yıkanıp içerek eski sıhhati ve güzelliğine kavuşmuştur. Ayrıca kendisine yeniden birçok servet ve çocuk da ihsan edilmiştir.

Genellikle kabul edildiğine göre bu imtihana uğradığı sırada yetmiş yaşında olan Hz. Eyyûb, şifa bulduktan sonra yirmi yıl daha yasamış, diğer bazı rivayetlere göre ise hastalığından önceki kadar daha ömür sürmüştür. Kendisinden sonra Bişr adındaki bir oğlu, kavmine peygamberlik yapmıştır. 1

Kuran’da dört yerde Hz. Eyüp’ten bahsedilir ve onun sabrı mü’minlere örnek olarak gösterilir.

Biz Nuh’a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik.2

Hz.Eyyüp ciddi bir hastalığa yakalanarak birçok sıkıntılarla karşılaşmıştır. Ancak içinde bulunduğu her türlü ağır şartlara daima sabrı ve Allah’a olan güveni ile örnek bir şahsiyet olmuştur.

… Gerçekten, Biz onu sabredici bulduk. O, ne güzel kuldu. Çünkü o, (daima Allah’a) yönelip-dönen biriydi. 3

Eyüp de; hani o Rabbine çağrıda bulunmuştu: “Şüphesiz bu dert (ve hastalık) beni sarıverdi. Sen merhametlilerin en merhametli olanısın.” 4

Hâkim-i Adil olan Cenab-ı Allah insanları çok farklı şekillerde imtihan etmektedir. Sabır kahramanı olan Hz. Eyüp de şiddetli bir hastalıkla denenmiştir. Sabır, tevekkül ve umudunu sarsmayan ve şükredenlerden olmuştur. Benzer sıkıntılar, yine dünyadaki imtihan ortamı içinde başka mü’minlerin başına da gelebilir. Onun için Hz. Eyüp örneğinde olduğu gibi, imtihanın şekli ve süresi ne olursa olsun tahammül etmek ve imtihanı kazanmak lazımdır.

Bediüzzaman Hazretleri, sabır kahramı Hazreti Eyüb (a.s.)’ın hadisesini mealen şöyle ifade etmektedir:

Hz.Eyyüb’in vücudu bir çok yara içinde uzun müddet kaldığı halde, hastalığın büyük fayda ve mükâfatını bildiği için sabırla tahammül etmiş, daha sonra yaralarından çıkan kurtlar, kalbine ve diline iliştiği zaman, zikir ve marifet-i ilahiyenin yeri olan kalp ve lisanına iliştiklerinde, kulluk vazifesine zarar gelir düşüncesiyle, belki kulluk vazifesi için demiş: “Ya Rab! Zarar bana dokundu, lisanen zikrime ve kalben kulluk görevime zarar veriyor.” diye kurtuluş için Allaha yalvarmış, Cenab-ı Hak o halis ve safi, garassız, lillah için münacatı gayet harika bir surette kabul etmiş, sıhatı vermiş ve her türlü merhametine kavuşturmuştur.

Bediüzzaman, Hz.Eyyüb Aleyhisselamın zahiri hastalıklarına mukabil zamanımız insanlarında ruhi ve kalbi hastalıkları var olduğu açıklaması:

BİRİNCİ NÜKTE: “Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm’ın zâhirî yara hastalıklarının mukabili bizim Batıni ve ruhî ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış içe bir çevrilsek, Hazret-i Eyyüb’den daha ziyade yaralı ve hastalıklı görüneceğiz. Çünkü işlediğimiz her bir günah, kafamıza giren her bir şüphe, kalb ve ruhumuza yaralar açar.

Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm’ın yaraları, kısacık hayat-ı dünyeviyesini tehdid ediyordu. Bizim manevî yaralarımız, pek uzun olan hayat-ı ebediyemizi tehdid ediyor. O münacat-ı Eyyübiyeye, o Hazretten bin defa daha ziyade muhtacız. Bahusus nasılki o Hazretin yaralarından neş’et eden kurtlar, kalb ve lisanına ilişmişler; öyle de; bizleri, günahlardan gelen yaralar ve yaralardan hasıl olan vesveseler, şübheler (neuzübillah) mahall-i iman olan bâtın-ı kalbe ilişip imanı zedeler ve imanın tercümanı olan lisanın zevk-i ruhanîsine ilişip zikirden nefretkârane uzaklaştırarak susturuyorlar.

Evet günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah istiğfar ile çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir manevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Meselâ: Utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melaike ve ruhaniyetin vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emare ile onları inkâr etmek arzu ediyor..5

Şu dar-ı dünya imtihan meydanı ve hizmet yeridir. Cenab-ı Allah insanı bir model yapmış, vücut libasını o model üstünde istediği gibi keser biçer, tebdil ve tağyir eder; çeşitli sıfatlarını gösterir. Örneğin Şafi ismi hastalıkları, Rezzak ismi de açlığı iktiza ediyor… Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder. Eğer sabretse, musibetin mükâfatını düşünse, şükretse, o vakit her bir saati bir gün ibadet hükmüne geçer. Kısacık ömrü uzun bir ömür olur. Hatta bir kısmı var ki, bir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçer. Musibetlerin neticesi olan sevap ve mükâfat-ı uhreviye ve kısa ömrü, musibet vasıtasıyla uzun bir ömür hükmüne geçmesini düşünse sabırdan ziyade, şükreder.

Cenab-ı Hakk’ın insana verdiği sabır kuvvetini evham yolunda dağıtmazsa, her musibete karşı kâfi gelebilir. Fakat vehmin tahakkümüyle ve insanın gafletiyle ve fâni hayatı baki tevehhüm etmesiyle sabır kuvvetini mazi ve müstakbele dağıtıp hâl-i hazırdaki musibete karşı sabrı kâfi gelmez, şekvaya başlar. Âdeta (hâşâ) Cenab-ı Hakk’ı insanlara şekva eder. Hem çok haksız bir surette ve divanecesine şekva edip sabırsızlık gösterir. Nasıl şükür, nimeti ziyadeleştiriyor; öyle de şekva, musibeti ziyadeleştir.

Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir. Musibet-i diniyeden her vakit dergâh-ı İlahiyeye iltica edip feryat etmek gerektir.

Musibetlerin bir kısmı ihtar-ı rahmanîdir. Nasıl ki çoban, gayrın tarlasına tecavüz eden koyunlarına taş atıp, onlar o taştan hissederler ki: Zararlı işten kurtarmak için bir ihtardır, memnunane dönerler. Öyle de çok zahiri musibetler var ki; İlahî birer ihtar, birer ikazdır ve bir kısmı keffaret-üz zünubdur ve bir kısmı gafleti dağıtıp, beşerî olan aczini ve za’fını bildirerek bir nevi huzur vermektir. Musibetin hastalık olan nev’i, sâbıkan(geçmişte) geçtiği gibi o kısım, musibet değil, belki bir iltifat-ı Rabbanîdir, bir tathirdir. Rivayette vardır ki: “Ermiş bir ağacı silkmekle nasıl meyveleri düşüyor, sıtmanın titremesinden günahlar öyle dökülüyor.

Bediüzzaman devamla şöyle diyor:

…Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm münacatında istirahat-ı nefs için dua etmemiş, belki zikr-i lisanî ve tefekkür-ü kalbîye mani olduğu zaman ubudiyet (kulluk)için şifa taleb eylemiş. Biz, o münacat ile -birinci maksadımız- günahlardan gelen manevî ruhî yaralarımızın şifasını niyet etmeliyiz. Maddî hastalıklar için ubudiyete mani’ olduğu zaman iltica edebiliriz.

… Nasılki mübarezede müdhiş bir hasma karşı gülmekle; adavet musalahaya, husumet şakaya döner, adavet küçülür mahvolur. Tevekkül ile musibete karşı çıkmak dahi öyledir.

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

Kamu Yöneticisi 29.9.2011

 www.NurNet.org

KAYNAKLAR

1- Şamil İslam ansiklopedisi

2-Nisa,163

3-Sa’d, 44

4-Enbiya, 83

5-İkinci lem’a

Dırdırcı Kadın ile Kazanılan Makam

Bediüzzaman Hazretlerinin verdiği bir örnek vardır; Bir gemide dokuz cani, bir masum bulunsa, o gemi batırılamaz. Aynen öyle de bir insanda dokuz kötü huya karşılık bir iyi huy bulunsa, o kişiye kötü diyemeyiz. Onun iyi huyunu nazara alıp, halimize razı olacağız.

Mübarek alimlerden Zenbilli Ali Efendi hanımından hiç memnun değilmiş. Bir gün yolculuğa çıkmış. Yolda giderken, iki kişiye rastlamış. Beraberce yollarına devam etmişler. Bir müddet gittikten sonra acıkmışlar; adamlardan biri, ‘Allah’ım bize yemek gönder’ diye dua etmiş. Bakmışlar ki karşıdan bir adam elinde bir tabak yemekle geliyor. Karınlarını doyurmuşlar. Tekrar yola çıkmışlar; yine karınları acıkmış. Bu Sefer diğer adam dua etmiş, “Allah’ım bize yemek gönder.” Yine karşıdan bir adam elinde yiyeceklerle gelip, bunlara ikram etmiş. Bir müddet daha gitmişler ve yine mola vermişler. Sıra Zenbilli Ali Efendiye gelmiş. Biraz düşünmüş ve sonra şöyle dua etmiş; “Ya Rabbi bu kardeşler kimin hatırı için senden yiyecek istedilerse ben de onun hürmetine senden yemek istiyorum. Bakmışlar ki, karşıdan iki adam ellerinde çeşit çeşit yemeklerle, şerbetler geliyor. Adamlar çok şaşırmış ve , “nasıl dua ettin” diye sormuşlar. Zenbilli Ali Efendi demiş ki, “Önce söyleyin siz nasıl dua ettiniz?” Adamlar, “Biz duamızda “Allah’ım, bize karısının zulmüne sabredip erenler arasına karışan Zenbilli Ali Efendi hürmetine yiyecek gönder” diye dua ettik” demişler. İşte o zaman Zenbilli Ali Efendi, işin farkına varmış. Arkadaşlarına, “Benim yolculuğum burada bitiyor. Evime dönmem gerekiyor” demiş. O mertebeyi karısının eziyetlerine katlanarak elde ettiğini anlamış.

Hekimoğlu İsmail

Silgi Yiyen Çocuk

Elimden oyunumu ve yazlık elbiselerimi aldığı için sonbaharı pek sevmezdim. Bir de, okulların başladığı bir mevsim olduğundan tabii. Çocukluk günleri malum; bir günümüz bir hafta kadar uzun gelirdi bize. İşte o uzun günlerin bitmez zannedilen yaz tatilinin peşinden eylül çıkagelirdi. Eylül; tatile veda, okula merhaba demekti…Bahçemizdeki kavak ağaçlarının yaprak döküm mevsimiydi. Bir yandan ağaçlar soyunuyor, kuru dallar iskelet şeklini alıyorlardı. Sadece dut ağaçlarının yaprakları direniyordu, sonbaharın son ânına kadar. Bir yandan kısalan günler ve biten tatil, diğer yandan ise sürprizler ve meraklar karmaşası içinde okulun yolunu tutuş. Birinci sınıfta refakat eden, okulun kapısına kadar getiren babaanne ya da yakın biri yok artık. Önce ilkokul iki de bu ilgiler azalıyor. Üçüncü sınıfta ise, tamamen yalnızlaşıyorsunuz. Eh okulu da tanıdığınıza göre, bir de sınıf başkanıysanız benim gibi, havanız değişiyor birden. Belki de bize güven duydukları için, ilk yılların takip ve ilgisi kalmıyor. Sevdiğim bazı arkadaşlarımdan sınıflarımız ayrıldı diye çok üzülürdüm…Bir müddet sonra buna da alışırdık. Hiç olmazsa aynı okuldayız diye teselli bulurduk. Aklım sokaklarda ve oyunlardaydı. Alışkanlıkları terk etmek kolay mı? Ama yine de yeni öğretmen, yeni sınıf ve yeni arkadaşlar heyecan uyandırmıyor değildi. Pırıl pırıl giysilerimiz, özenle kaplanmış defterlerimiz bir başkaydı. Çantaya tüm kokusunu sindiren kalemler ve silgiler unutulur mu hiç? Hâlâ hatırlarım hafızama sinmiş bu kokuyu. İçime uzun uzun kokusunu çektiğim pembe silgiler vardı. Sekizgen köşeli, parmak kalınlığında, köfteye benzerdi. İnsanın yiyesi gelirdi onları. Bu pembe silgiler, o günlerde başıma çok iş açmıştır.. “Sakın Ağzındakini Çıkarma!” Bir gün Necla Öğretmen sınıf arkadaşlarımızdan birini sözlüye kaldırmıştı. Ezberlediği çarpım tablosunu dinliyordu. Ben de dalmışım. Alışkanlık işte, ısırdığım silginin ufalanmış parçalarını ağzımda gezdiriyordum. Öğretmenim birden bana doğru bakıp, “Öyle kal!” dedi. Ne yapacağımı bilemedim. “Sakın ağzındakini çıkarma” diyordu. Eyvah ki eyvah. Silgiden başka bir şey olsaydı ağzımda, onu yutardım ama şimdi ne yapabilirdim. Bu hâlimle bir yanda bütün sınıfa karşı rezil olmak vardı. Bir yanda da utancımdan ağzımdaki silgi parçalarını kimsenin görmesini istemiyordum.Her şeyi göze alıp, başımı sıranın altına doğru eğdim ve ağzımdaki silgi parçacıklarını yere tükürdüm. Benim ağzım boşalmıştı ama öğretmenimin ağzı, yüzü öfkeyle dopdoluydu. Ne vardı bu kadar büyütülecek, anlamadım gitti. Ben onun yerinde olsaydım, daha koca bir silgi verirdim öğrencimin eline kimseye çaktırmadan. “Boş vakitlerinde evde devam edersin” diye, bir de işi espriye vururdum. Öyle olmadı maalesef. Sanırım o gün Necla Hanım da çok kötü bir günündeydi. Orta boylu, ağır vücut yapısıyla iki yana sallana sallana hışımla yanıma geldi. “Aç bakayım ağzını” dedi. Ağzımda bir şey olmadığımı görünce, öyle bir tokat aşketti ki, hatırladıkça hâlâ sol yanağımda o acıyı duyarım. Keşke bunları yaşamasaydım ve sizlere de anlatmasaydım. Ama olmuyor işte, hayat böyle acısıyla, tatlısıyla güzel. Bu tatsız günler de, diğer tatlı ve güzel günlerin kıymetini bilmek için bir ölçü oluyor sanki. Öfke ile kalkan zararla oturur derler ya, her ikimiz için de kayıp bir gündü…

Eminim, aynı el o sıralarda yeni doğmuş çocuğuna şefkatle dokunurken, onu tutup sevip, okşarken, bana attığı o bir tokat için çok acılar hissetmiştir. Kendi çocuğuna yapabilir miydi bunu? Asla… Peki ama bana neden? Yaptığım şey yanlış ise, uyarması gerekmez miydi? Sekiz yaşında bir çocuğun, işin doğrusunu ondan öğrenmek hakkı değil miydi? Benim hayatıma mutlaka unutulmaz güzellikler katan öğretmenim, bir tokatla siliniverdi dünyamdan. Onca güzel anılar varken, yaşadığım bu tek acı olay yüzünden; bütün o yılı ve üçüncü sınıfın tamamını sildim hafızamdan… Ağlamak Benim de Hakkım ŞİMDİ ağlamak istiyorum… Öğretmenime haksızlık ediyorum belki de… Bana mutlaka sayısız faydası dokunmuş olan bu insanı, bir tokat attı diye nasıl da acımazsızca silmişim defterimden. Bunu geç de olsa telâfi etmeliyim.

Siz, siz olun, ne yapılırsa yapılsın affetmesini bilin. Bazen büyüklük, küçüklerde kalmalı… Benim gibi öğretmenini affetmek için kırk yıl beklemeyin lütfen olur mu? Yıllarca yüreciğim bu acıya nasıl da dayanmış, hayret… Bu olayı yaşamaktan daha da acısı affetmemekmiş meğer bunu bildim. Affettim öğretmenim, ebediyen affettim sizi. Suçlu bendim ama bunun suç olduğunu bilecek, yanlış olduğunu gösterecek biri çıkmadı karşıma. Elimden tutmalıydınız, doğru davranışı göstermeliydiniz. Buna rağmen affettim sizi, lütfen siz de affedin beni. Dualarım ruhunuza ulaşır inşaallah… Sevgili, öğretmenim benim.

İşte böyle arkadaşlar. Bakın o günlerden kalma en acı bir hatıra bile sonunda tatlıya bağlandı değil mi? Barışmak güzel, yüz yüze olmasa bile güzel. Hem bizim küsmelerimiz hani mendil kuruyuncaya kadardı canım. Ne çabuk unuttuk. Hâlâ mı affetmeyelim bize A’yı, B’yi, hayatı, yaşamayı öğretenleri. Lütfen bu hatıra anlattığım kadarıyla kalsın, sizler bundan başkaca bir olumsuzluk dersi çıkarmayın olmaz mı? Ben sevdiklerimle bir müddet konuşmasam bile, onları dualarımdan silmedim hiçbir zaman. Çünkü küsmek bile, ancak birbirini sevenlerin arasında olan şeydir. Birbirini hiç tanımayan insanlar arasında ne küslük, ne dargınlık olabilir ki. Sevgili öğretmenimle aramızdaki bu anıyı, bugün bir kez daha hatırlamamızın sırrı, onunla tekrar görüşme arzusundan doğmuştur belki de. Hatıralar hatırlandıkça, güzel tarafından bakıldıkça, ne kadar da doyumsuz bir zevk veriyor insana. Dışarıdaki eylül güneşi ne kadar solgun olursa olsun, içinizdeki güneş parlayacak ve ısıtacak sizleriAbdülkadir Geylâni’nin; “Acılara sabırla karşılık verdiler, tatlı oldular” özdeyişini hatırlamanın tam da sırası. Rabbim neşenizi hiç eksik etmesin. Hayatınız en güzel hatıralarla dolu dolu geçsin inşallah.

Selim Gündüzalp