Kategori arşivi: Röportajlar

Risale-i Nur’u medyaya taşımayı bırakın medya siz olun

Dr. Vehbi Karakaş Risale-i Nur ve Medya sorularını cevapladı.

Risale-i Nur’un medya (televizyon, radyo, yazılı basın, internet) kanalları aracılığı ile duyurulması, anlatılması, konuşulması ve tartışılması için uygun kişi ve uygun dil, yakışır üslûb konusundaki düşünceleriniz…

Biraz öz eleştiride bulunacağım. Güneşin güzelliğine en büyük delil, yine güneştir. Risale-i Nur’un güzelliğine en büyük delil de Risale-i Nur’un kendisidir. Yani güneş varlığını hissettirebilmesi için başkasının kuvvetine ve himmetine ihtiyaç duymaz. Risale-i Nur’un temsilcisi durumunda olanlar veya kendisini o konumda görenler, ona gölge düşürmesinler, ona perde olmasınlar, ona ayna olsunlar yeter. Risale-i Nur, sadece İslam’ın ve Kur’an’ın ilmi değildir. O aynı zamanda İslam’ın hali ve Kur’an’ın ahlakıdır. Bu hal ve bu ahlak, herkesten çok Risale-i Nur’u okuyanların yaşama biçiminde görülmelidir. Risale-i Nur, tesanüdden, teanukden, tecavüpten, teavünden, müfritane irtibattan, şefkatten, muhabbetten, uhuvvetten, vifaktan, ittifaktan, ittihattan, isardan ve ihlasdan bahsediyorsa ve bu özellikler fert ve cemaat olarak Nur talebelerinde görülmüyorsa kimse kusura bakmasın böyle bir cemaatin etkin gücü olmaz ve böylelerini de kimse kale almaz.

Bu halinizle siz medya kanallarında Risale-i Nur’u etkin bir şekilde duyuramaz, anlatamaz, konuşamaz, tartışamaz ve tartıştıramazsınız. Bu işten önce Risale-i Nur ekolüne intisaplı olanların aralarındaki ihtilafı, dağınıklılığı, soğukluğu, kırgınlığı, düzensizlik ve disiplinsizliği, başsızlığı ve programsızlığı gidermeleri, herkesin birbirinden ve değerlerinden haberdar olmaları lazım. Bu gerçekleştirilirse soruda belirtilen uygun kişiler, uygun diller, yakışır üslûplar bulmakta zorluk çekilmez. Üstad-ı Muhterem ne demiş: “Kardaşım hizmet, hikmet-i ilahi ile bütün dünyaya yayılacaktır. Siz aranızdaki uhuvvet, muhabbet, ittihat ve tesanüd düsturlarını çiğnemeyin.

Risale-i Nur, uygulanmak için okunmalıdır. Ezberlenmek için değil. Kur’an, Tevrat’ı ezberleyip de amel Onun dediklerini yapmayan Yahudileri Cuma sûresinde şiddetle kınamış, bizim de aynı konuma düşmememiz için dikkatimizi çekmiştir.

Bediüzzaman, İslam’ın sadece dili değildir. O aynı zamanda İslam’ın halidir ve Rasulullah’ın ahlakıdır. Mevıza-i hasene ve hikmetle davet, onun davet şekli, kavl-i leyyin ve müsbet hareket onun hareket tarzı, ilim ve marifet onun en müessir silahı, pozitif enerji ve nur onun bombasıdır. Bu bomba nereye düşerse orayı imha değil, ihya eder. Ölmüşleri diriltir, cahilleri âlim eder. Bediüzzaman Nur talebesini tarif ederken şöyle der: Koyun gibi olmalı, kuş gibi olmamalıdır. Çünkü koyun yavrusuna süt (yaşadığını ve ürettiğini) verir. Kuş yavrusuna kay (kusmuğunu, yaşamadığını ve üretmediğini) verir.

TV, Radyo, gazete, kitap ve dergi yayıncılığı dışında alternatif yayın araçları konusunda neler söylenebilir?           

Hele siz öncelikle bu yayın araçlarını bir kullanın. Alternatiflerini sonra düşünelim. Bana göre daha başka alternatifler aramak yerine bu araçları etkili kullanmanın yolları aranmalıdır. Elin oğlu bu gün bu araçların hepsini kullanıyor. Hem de en etkili bir şekilde kullanıyor. Ama biz onlar kadar bu araçları etkili kullanamıyoruz. Bu araçları kullananlarımızdan bir kısmı da körler-sağırlar birbirini ağırlar olmuşlar. Aynı adamlarla oturmuş, aynı adamlarla kalkmışlar. Bu yüzden etkileri de kapının eşiğinden dışarı çıkamamıştır.

Bugün bütün dünyanın kullandığı en etkili iletişim araçları ve aygıtları nelerdir? Biz bunları ne kadar kullanabiliyoruz?

Radyo, televizyon, internet, gazete, dergi ve benzeri araçlar en etkili iletişim araçlarıdır. Biz bunları yeterince kullanamıyoruz. Neden? Nedenini birinci ve ikinci cevapta arz ettim. Bir sebep de üçüncü cevapta arz edeyim: Galiba Allah’ın yardımına liyakat kesp edemiyoruz. Muhabbetin yerini, adavet alırsa, tevhidin yerini tefrika alırsa, tevazuun yerini tekebbür alırsa, mahviyetin yerini hava atma ve kendini gösterme hevesi alırsa, yardımlaşma ve diğergamlığın yerini bencillik alırsa… Herkes mevcut imkânlarıyla Allah’ın dinine hizmet etmesi gerekirken, Allah’ın dinini ve hizmeti dünyevi nimetleri ve imkânları elde etme aracı olarak görürse Allah’ın yardımı geri dönebilir. Allah’ın yardımı gelmezse muvaffakıyet olur mu? Olmaz. Allah ne buyuruyor? Siz Allah’a (ve Allah’ın dinine) yardım ederseniz, Allah da size yardım edecek ve ayaklarınız kaymayacak, sırtınız yere gelmeyecektir.”

Müslüman yeryüzünde Allah’ın halifesidir. Allah ise hâkim-i mutlaktır. Allah’ın halifesi olan Müslüman yeryüzünün hâkim-i mutlakı olması gerekmez mi? “Kur’an, yeryüzüne Allah’ın salih kulları varis ve hâkim olacaktır” demiyor mu? Hani nerde? Bu gün “dünyanın hâkimi ve süper gücü Müslümanlardır” diyebiliyor muyuz? Hayır. Neden yeryüzünün varisleri ve hâkimleri Müslümanlar değil? Neden? Lütfen bir düşünün.

Risale-i Nurun iletişim dili konusundaki düşünceleriniz?

Risale-i Nur’la insan arasında iletişim sağlanmalı. İnsan Risale-i Nur’la buluşmalı ve onu anlamalıdır. İletişim dili olarak da kendi orijinal dili kullanılmalıdır. Risale-i Nur’un dili nedir? Risale-i Nur, ne Türkçedir, ne Kürtçedir, ne de Arapçadır. Risale-i Nur Risale-i Nur’cadır. Risale-i Nur’u anlamak için bu dil öğrenilmeye değer. Fani dünyayı kazanmak için bir sürü yabancı dil öğrenen insan, baki dünyayı kazanmak için Risale-i Nurca öğrenmeyi ihmal etmemelidir. Risale-i Nur, İslamî ilimlerin harmanlanmış halidir. Onu çok iyi anlamak için bu ilimlere ihtiyaç vardır. İslamî ilimleri bilmeyenler onu anlayamaz, ondan nasibini alamaz, demiyorum.  Okuyan herkes ondan nasibini alır. Ama herkes anladığı ve algıladığı kadar alır. Kim ne alırsa alsın, alınan şey, Risale-i Nuru eskitmez, ondan bir şey de eksiltmez. Risale-i Nur, insan ve iman kurtarma aracıdır. O hep taze ve genç olmalıdır ki bu kurtarma operasyonu kıyamete kadar devam etsin. Bu özelliği Allah Kur’an’a ve Kur’an’dan ilhamını alan Risale-i Nur’a vermiştir. Onun için diyorum ki nasıl dil kursları açılmakta, Risale-i Nur’u anlamak için de özel birimler, fakülteler ve kurumlar açılmalıdır. Risale-i Nur okuma ve anlama kursları diye. Herkes buranın müdavimi olmalıdır. Kimisi öğretmen ve kimisi öğrenci olarak. Öğretmen de kendisini öğrenci hissetmeli, asla ona karşı müstağni durmamalıdır.

Mevcut medya organları –özellikle televizyon kanalları- üzerinden Risale-i Nur’un tanıtımı nasıl yapılabilir?

“Herkesin ve her kesimin muhtaç olduğu ilim” şeklinde bir sloganla medya organlarına reklam verilmeli. Risale-i Nur’un hakikatlerini anlatmak için takvalı simalar, güler yüzler, tatlı diller, tatlı dilliler, anlayan dimağlar, anlatan kabiliyetler kullanılmalıdır. Bunun için fonlar tahsis edilmeli. Bu tahsisat israf sayılmamalı. Sizin defineniz var, mücevher hazineniz var ama kimsenin ondan haberi yok. Neye yarar o define ve o hazine? Onu alan, bulan Kur’an’la tanışacak, Peygambere sevdalanacak. Allah’ın sevgili kulu olacak. Bu sonuca götürecek olan bir duyuru, bir reklam, bir hakikat her yerde, her insanın karşısına çıkarılmalıdır. Bu yolda bir veren, bin, on bin ve nihayet cennet kazanacaktır.

Televizyon programcılığında karizmatik ve medyatik isimlerin daha etkili olduğu göz önünde bulundurulursa mevcut potansiyelimiz ile tanıtım ne düzeyde yapılabilir?

Eskimemiş karizmalar aranmalı, bulunmalı, şovdan, şöhretten, riyadan uzak, anlayan, yaşayan ve anlatma kapasitesinde olan herkese ve her kesime hitap edebilecek çapta ve tipte isimler istihdam edilmeli. Bunlar mevcut potansiyelden (tabii varsa) ve mevcut olmayan potansiyelden, hatta farklı fraksiyonlardan çıkarılmalıdır.

Bilim adamı, gazeteci, sanatçı, yazar gibi mesleklerinde tanınmış isimlerimiz ile televizyon yayımcılığı konusunda harekete geçmemizin zamanı gelmiş midir?

Geç bile kalınmıştır. Bu geç kalmanın vebali ve günahı nasıl telafi edilecektir bilmem. Bu meselenin de müzakere ye ihtiyacı vardır. Ve derhal harekete geçilmelidir.

Nur hareketinin kendi medyası olacaksa bunun alt yapısı nasıl oluşturulabilir? Cemaati kanallar mı olmalı yoksa cemaatler üstü bir anlayışla yeni bir yapılanmaya doğru gidilmeli? Tamamen özel girişimciler eliyle yürütülecek işlere destek mi verilmeli?

Nur hareketinin medyası demeyin, iman hareketinin medyası deyin. Çerçeveyi daraltmayın, tekele düşürmeyin, çok elleri işin altına sokun. Bu hususta çok ciddi çalışmalar yapılmalı, bu hususta ittifak ve ittihadın sağlanması, kurulacak medyanın da başarısını beraberinde getirecektir. Bu meselenin de hiç zaman kaybetmeden müzakere mutfağına alınıp pişirilmeye ihtiyacı vardır. Risale-i Nur ekolüne mensup olanlardan birçoğu, ellerindeki üründen başka ürünleri kullanamıyorlar; çünkü bunların çoğu İmam-Hatip ve İlahiyat kökenli değil. (Onun için kullanmıyorlar demedim, kullanamıyorlar, dedim.) Risale-i Nur ekolüne mensup olmayan Müslümanlar da Risale-i Nur’a yanaşmıyor ve yaklaşmıyorlar. Bu insafsız ve izansız yanlışı ortadan kaldırmanın yollarını bulmak lazım. Risale-i Nur’u tekelde tutan zihinlerdeki bariyerleri kırmak lazım.

Risale-i Nur’u ne tür programlar ve formatlar aracılığı ile ekrana taşımalıyız?

Ehl-i dünyanın kullandığı meşru anlamdaki bütün programlardan ve formatlardan yararlanılabilir. Yeni ve orijinal formatlar bulunabilir. Bu hususta format yarışmaları tertiplenebilir. Şimdilik bu kadar söylemekle yetinelim.

Toplum neyi niçin seyrediyor? Bizi niçin ve nasıl seyretmeli?   

Toplumun ilgi ile izlediği her şey, toplumun yararına olduğu söylenemez. Hattâ bazen toplum, zararına olanları da ilgiyle izlemektedir. Bu zararlı gidişi durdurmanın en etkili yollarından biri, toplumun ilgisini çeken daha kaliteli programlar ve projeler toplumun önüne koymak ve ekranlara getirmektir. Bir bu. İkincisi de toplum, size ihtiyacını hissetmelidir. Ve siz onun ihtiyacı olduğunuzu, orijinal olduğunuzu üstünlük havasına kapılmadan topluma hissettirmelisiniz. Üçüncüsü de, abi-kardeş, ahbab-çavuş ilişkisiyle ekranlar doldurulmamalıdır. İşin erbabı ekranlara davet edilerek bir taşla birkaç kuş avlama hedeflenmelidir.

Risale-i Nur camiasına yakın/uzak TV kanalları ile ilişki kurma ve irtibata geçme konusunda ne gibi çalışmalar yapılabilir?

Kimsenin yapmadığını yapma niyetiyle yola çıktığınızı söyleyerek. Bunu söyleyebilmeniz için de ciddi hazırlıklarınız olması lazım. Kimi zaman da yakın bulduğunuz medyaya iş birliği ve güç birliği teklifinde bulunarak. Mehtap TV, Radyo Cihan, nasıl Samanyolu TV’nin rakibi değil de yardımcısı ise sizin kuracağınız radyo, televizyon da mevcut kanalların destekleyicisi olabilir ve olmalıdır. Her şeye rağmen sizin çıkışınızı hoş karşılamayabilirler. Hiç önemli değil. Önemli olan sizin İslam ve ihlas düsturları içinde hayırlı hizmete teşebbüs etmiş olmanızdır. Kur’an’ın ifadesi ve işareti ile söyleyeyim, siz doğru ve dürüst olduktan sonra başkasının sizin hakkınızda olumsuz düşünceleri size zarar veremez.

Medyanın gündemine Risale-i Nur’u taşımak için yapılması gereken uygun sosyal ve kültürel faaliyetler nelerdir? Bu faaliyetler ile medyayı buluşturma konusunda neler yapılabilir?

Medyanın gündemine Risale-i Nur’u taşımayı bırakın. Medya siz olun. Öyle bir medya kuracaksınız, öyle programlar icra edeceksiniz ki, medya sizi gündemine taşımak mecburiyetinde kalacaktır. Ölü toprağını üzerinizden atacaksınız. Her yere medrese açmak, medrese binalarını büyütmek ve büyük binaları medrese haline getirmek ne kadar önemli sanıldıysa –ki şimdiye kadar hizmet hep böyle telakki edildi- en az bunun kadar önemli olan da hizmeti medyalaştırmak, medyayı hizmetin emrine sunmak, böylece vatan sathını, hattâ dünyayı medreseleştirmek, iman ve Kur’an eğitim merkezi haline getirmektir. Üstad-ı Muhterem’in hedefi de bu idi. “Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da, yalnız bize tedenni dünyası olsun?” Sözünün ve sorusunun anlamı da budur. Bizim yeni yayınlanan “Hz. Peygamberden Bediüzzaman’a Yansımalar” kitabımızdaki “Bediüzzaman’ı Anlamak” başlığını lütfen herkes okusun. Bizim bu sözlerimiz, uyarı değil, bir çığlıktır. Lütfen lütfen lütfen… Çabuk olun.

Risale-i Nur yayıncılığı yapanlar için yayın standartları ortaya koymak istense, önerileriniz ne olacaktır?

Önerilerim, yukardaki cevaplar içinde saklıdır ve açıktır. Bu söylenenler istikametinde adımlar atıldıktan sonra, özel bir gündemle neler yapılabileceği masaya yatırılabilir ve yatırılmalıdır. Önce bu işleri yapacak kadrolar, beyinler ve dimağlar tesbit edilmelidir.

Sizce Risale-i Nurları tanıtmada en etkili araçlar nelerdir? İlk üç tanesini belirtir misiniz?

İletişim araçlarının hepsidir. Biri diğerinden önemsiz değildir. Herkes arabanın motorunu en önemli görür. Şiddetli bir yağmurda ve karda arabanızın silecekleri olmazsa ya olduğunuz yerde kalırsınız, ya da uçurumdan aşağıya yuvarlanır paramparça olursunuz. Derler ki “Küçük bir şey yoktur.” Büyük büyüklüğüne güvenmesin, küçük de küçüklüğünden dolayı mahzun olmasın, ye’se kapılmasın. İkisini Allah bir birine muhtaç yaratmış. Bu hikmetli icraatından dolayı O’na namütenahi şükürler olsun.

Yerel, bölgesel, ülke çapında ve uluslararası platformlarda Risale-i Nur yayınlarına bakıldığında, Cemaatlerin durumu nasıl gözükmektedir?

Düzensizlik ve disiplinsizlik içinde görüyorum. Vifak, ittifak ve ittihadsızlık noktasındaki başarısızlık bu faaliyetlere yansımaktadır. Vifak, ittifak ve ittihad en büyük ihtiyacımızdır. Cemaatleri bu noktaya yönlendirecek barış timlerine, takımlarına acilen ihtiyaç var. Bu barış elçilerinin ve timlerinin oluşturulmasına da acilen ihtiyaç var. Bu görev çok önemlidir. Bunun önemini önce Allah ortaya koymuş, sonra da Rasulullah Efendimiz gerek icraatıyla ve gerekse sözleriyle perçinlemiştir. Gerekirse bir başka platformda bu meseleyi açabiliriz; şimdilik bu kadarla iktifa edelim.

Son olarak derim ki tebliğ araçları içinde Risale-i Nur’un orijinalliği dikkate sunulmalı, farklı olduğu çok iyi hissettirilmelidir. Bediüzzaman’ın işlediği konular mercek altına alınmalı, Bediüzzaman’ca işlenmelidir. Mesela: Risale-i Nurda iman esasları, Risale-i Nur’da Hz. Peygamber, Risale-i Nurda Melekler ve Azrail, Risale-i Nurda hayat ve ruh, Risale-i Nurda üç aylar ve Ramazan, Risale-i Nur’da haşir ve ahiret, Risale-i Nur’da Kader, Risale-i Nur’da Miraç…

Bu ve benzeri konuları sempozyum, konferans, panel ve medyaya taşımakla hem geniş çapta İslam’ın esaslarını işleyerek millet evlatlarının imanını takviye etmiş olacaksınız; hem akademisyenleri tebliğ hazırlamaya davet ederek onlara Bediüzzaman’ı okuma ve tanıma fırsatı vermiş olacaksınız, hem akademik dünya ile halkı bütünleştirmiş olacaksınız; hem de Bediüzzaman’ın farkını âleme fark ettirmiş olacaksınız. Bir taşla birçok kuş avlamak buna derler. Allah hepimizi yardımına layık eylesin, tevfiki hepimize refik olsun. Vesselamu aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh.

Risale Akademi

Bediüzzaman’ın ‘Avrupa İslama gebedir’ sözü doğrudur!

Avrupa’nın önde gelen Müslüman entelektüellerinden Tarık Ramazan, “Arap Baharı” süreci öncesinde Batı’nın yönlendirici etkisi olduğunu söyledi. İhvan-ı Müslimin hareketinin kurucusu Hasan el-Benna’nın torunu olan Ramazan, Arap Baharı sürecinde Mısır’daki Müslüman Kardeşler’i de “Dinî ilkeleri yüzeysel yorumlamamalılar.” şeklinde uyardı.

Cihan Haber Ajansı’na konuşan Ramazan, AK Parti hükümetinin, Ortadoğu’da bundan sonraki süreçte demokratik gelişmeleri takip ederek bölge ekonomilerini desteklemesinin faydalı olacağını belirtti; İsrail’in ise aslında “diktatörlüklerle yaşayamayacağını” savundu.

Oxford Üniversitesi Modern İslam Çalışmaları Profesörü Tarık Ramazan, yıllardır göçmenlerin yerel kültüre uyum sağlayamadığından yakınan Avrupalıların, Müslümanlar “yerlileştikçe” daha da sağa kayarak radikalleştiklerine ve problem ürettiklerine işaret ediyor. Bu noktada, Bediüzzaman Said Nursi’nin şu tespitini de doğruluyor: Avrupa İslam’a gebe…

‘Prospect Magazine’ ve ‘Foreign Policy’ dergilerinin 2008’deki ‘Dünyanın en değerli 100 entelektüeli’ anketinde 8. seçilen Ramazan, Cihan’ın sorularına şu cevapları verdi:

Avrupa doğumlu, Batı eğitimi almış, Hasan el-Benna’nın torunu Profesör Tarık Ramazan kendini nasıl tanımlıyor?

Müslüman bir aileden geliyorum. Dinim benim için önemli, yazılı kaynaklarımı ciddiye alıyorum. Müslümanlığımı tam ve derin bir şekilde yaşamak istiyorum. Fakat aynı zamanda, kültürel olarak Avrupalı, ülke olarak İsviçreliyim ve nerede olursam olayım iyi bir Müslüman olmak istiyorum. İslam’dan aldığım terbiye nerede olursam olayım pozitif ve katma bir değer olmamı gerektiriyor.

– Ortadoğu’da ‘bahar’ olarak nitelenen hareketlerin arkasındaki motivasyon nedir? Bu ‘bahar’ın peş peşe devam etmesini nasıl algılıyorsunuz? Müslüman dünyasındaki geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Bence çok fazla saf durumuna düşmemek için dikkatli olmalıyız. Benim dikkatli bir iyimserliğim var. Fakat biliyorum ki Batı ülkeleri, ABD, Avrupa ülkeleri bunun için zorluyorlardı. Çünkü ekonomik bir pazar için istedikleri nitelikte bir demokrasiye ihtiyaçları var. Dolayısıyla bu uyanış sadece nereden geldiği belli olmayan genç insanların daha fazla özgürlük istemesi değil. Perdenin arkasında başka sebepler de var. Hâlâ diktatörlüğe, baskıya hayır diyecek kadar enerjiye sahip insanların jeo-stratejik, ekonomik ilgileri, özgür, özerk ve onurlu vatandaşlar olabilmek için politik istekleri olduğunu anlama noktasında doğru dengeyi bulmalıyız. Aynı zamanda biliyoruz ki Ortadoğu’da Filistin ve İsrail anlaşmazlığı çok etkili. Burada insanlara şunu hatırlatmadan geçemeyeceğim. Şu an İsrail’de 1600 mahkûm hapishanede açlık grevinde. İki tanesi her an ölebilir. Bilmeliyiz ki bu da ‘Arap Uyanışı, Baharı’nın parçası. Çünkü şiddete başvurmuyorlar, yargılanmadan hapisteler ve adalet istiyorlar.

İSRAİL, KENDİNİ YENİDEN GÖZDEN GEÇİRMELİ

– Tunus, Libya, Yemen ve Mısır’daki tecrübeleri göz önünde bulundurduğunuzda Arap uyanışının ne kadar İslami olduğunu düşünüyorsunuz?

Söylemem gerekir ki ilk eğilim İslami değildi. Evet katılımcılar Müslümandı; ama İslami bir niyetle, İslamcı partiler tarafından yönlendirilmemişlerdi. (İslami bir tepkiyle hareket edenler) ayaklanmalardan, diktatörler devrildikten sonra yönlendirici unsurlar oldu. İslam her yerde; Tunus, Mısır, Suriye, Yemen, Libya’da… Bunu hesaba katmalısınız. Bu çok ciddi bir şey; Türkiye’de de aynı. İslam önemli bir referans. Bundan sonra bizim için önemli olan, İslam’ın demokrasiye, insan haklarına karşı olmadığını, tamamen ülkeyi özgürleştirdiğini ve vatandaşları güçlendirdiğini net bir şekilde anlatmak.

İsrail’le ilişki özelinde de açıklamak gerekir ki, İsrail diktatörlüklerle yaşayamaz. Hatırlayın, İsrail başlangıçta (Arap Baharı) ‘Mübarek’i desteklememiz gerekir’ diyerek Mübarek’i destekledi. İlke diktatörlere karşı insanları desteklemektir. Bu İsrailliler için şu anlama geliyor; doğru bir demokrasi anlayışıyla siyasetlerini tekrar gözden geçirmeliler. Filistinlilere olan muameleleri konusunda insan haklarına saygı duymalılar ki bu şu an geçerli değil.

MÜSLÜMAN KARDEŞLER İSLAM’I YÜZEYSEL YORUMLAMAMALI

– Müslüman kardeşler geçmişte ve günümüzde ne gibi hatalar yapmış olabilir? Arap uyanışının kendileri için yararları ya da zararları nelerdir?

Bu çok karışık bir konu ve tarihi süreç hakkında konuşacak kadar zamanımız yok. İslami kaidelere geri döndüler. Sömürgeciliği ve diktatörleri ret, daha fazla şeffaflık esaslarında nettiler. Şimdi de bazı politik zorluklarla uğraşıyorlar. Bazen eleştirilen bazı stratejileri tercih ediyor olabilirler. İslami referansları, amaçları arasında görünür olmalı. İslami ilkeleri yüzeysel yorumlamamalılar. Aralarında bazen gerginlik olabiliyor. Diktatöre (Mübarek) karşı oldukça omuz omuzaydılar. Ayaklanmalar sırasında bile içeride bazı gerginlikler olduğu açıktı. Onları anlamaya çalışmalı, mevcut zorlukları da göz önünde tutmalıyız.

TÜRK HÜKÜMETİ ARAP EKONOMİLERİNİ DESTEKLEMELİ

– Son zamanlarda Türkiye’nin genelde Müslüman dünyaya, özelde de Arap dünyasına karşı izlediği siyaseti nasıl buluyorsunuz. Türkiye doğru yolda mı?

Düşünüyorum ki kimse şimdiki Türk hükümetinin çok iyi bir iş yaptığını inkâr edemez. Kendi iç işleri, rüşvete karşı mücadeleleri, daha fazla özgürlük için çalışmaları pek çok şey yapılmış durumda. Düşünce özgürlüğü ve eşit vatandaşlıksa hala geliştirilebilir. Dışarıda Tunus’la, Mısır’la, tabandaki gençlerle yapılanlar, halka verilen destek, diktatörlerden ayrılmalarını istemeleriyle her yerde selamlandılar. Bence bu doğru yol, doğru felsefe. Bundan sonra yapmamız gereken, sadece demokratik süreçleri takip etmek değil, ekonomileri de desteklemek. Gelecekte Ortadoğu ve Kuzey Afrika (MENA) ülkelerinde önemli olan, ekonomik istikrar. Türkiye’nin şu an Afrika’da birçok ülkede yapmaya çalıştığı gibi, elçilikler açması, yeni yönetimlerle irtibat halinde olmaya çalışması çok iyi. Bu bizim kendilerinden yapmalarını beklediğimiz bir şey. Bu çalışmaları geliştirmeliler ve daha da derinleştirmeliler.

AVRUPALILAŞMA MÜCADELESİNİ HAKLAR VE İLKELER ÇERÇEVESİNDE YAPMALIYIZ

-Avrupa’daki İslamofobi ve provokasyonlara gelirsek… Müslümanlar uyum sağladıkça, Avrupa’da İslamofobi yükseliyor, Avrupalılar daha fazla sağa mı kayıyor sizce?

Evet. Bize yıllarca vatandaş olun, bizim bir parçamız olun dediler. Biz daha fazla vatandaş oldukça durum daha da problematik hale geliyor. Bize gerçek demokratlar, gerçek Avrupalılar gözüyle bakılmıyor. Avrupa’daki varlığımıza meydan okumak için kurulmuş popülist partiler ve diğer cepheler var. Dolayısıyla net çözüm olarak sunulan şey aslında problem. Göçmenken ve Avrupa’yı anlamazken iyiydi. Şimdi anlıyoruz ve yerlileşiyoruz; Avrupalı oluyoruz ve problemiz. Fakat haklara ve ilkelere yoğunlaşmalıyız; savunmacı olarak değil, hakkımızı savunarak. Bu sadece bütünleşme değil, bir hak ve onur mücadelesi. Tüm bu entegrasyon meselesi aslında bizim vatandaş olmamızdan, sorumluluklarımız ve haklarımız olmasından ve yapmak istediğimizin bu olması temelinden stratejik bir şekilde dikkati başka bir yöne çekme ile alakalı.

BEDİÜZZAMAN, BÜYÜK BİR REFORMCU

– Bediüzzaman Said Nursi, 20. yüzyılın başında Avrupa’nın İslam’a gebe olduğunu söylemişti. Bu konuda sizin yaklaşımınız nedir? Ayrıca, Batı’da Müslümanları bekleyen en büyük tehlike nedir?

En önemli tehlike İslam’ın üzerine kurulduğu kaideleri unutma tehlikesi. Müslümanlar için en önemli görev İslam’ın doğru temellerine dönmek ve kültürel yanlış anlamalardan kurtulmak. Biliyorum bu bir zorluk… Ve evet; Said Nursi’nin, Avrupa’nın İslama gebe oluşu sözü doğrudur. Kendi kitabımda da, “tekrar İslam’ın ilkelerine dönelim, bilgiden korkmayalım ve hakkı savunan kimliğimizi öne çıkaralım” sözlerine referans yaptığım Said Nursi’nin büyük reformculardan birisi olduğunu belirttim. Şu an Avrupa’da olan da budur.

 Cihan

Atilla İlhan: Nur talebeleri bana kitap getirdi!

Yazar Emine Fikriye Beledli, Türk edebiyatında önemli bir yere sahip olan şair, romancı, denemeci, gazeteci ve eleştirmen Atilla İlhan’ın Nur talebeleri vesilesiyle imana gelmiş olabileceğini düşündüğünü söyledi.

Yazar Emine Fikriye Beledli, Türk edebiyatında önemli bir yere sahip olan şair, romancı, denemeci, gazeteci ve eleştirmen Atilla İlhan’ın Nur talebeleri vesilesiyle imana gelmiş olabileceğini düşündüğünü söyledi. Beledli, Atilla İlhan ile arasında çok ilginç bir diyalog geçtiğini belirterek “Onunla ölümünden kısa süre önce görüşmüştük. Hatta Nur talebelerinden bahsetmişti bana. Bana kadar ulaştılar, bana kitaplar getirdiler, demişti Nur talebeleri. Sonra aramızda çok ilginç bir diyalog geçti. Ben orada Atilla İlhan’ın imana gelmiş olduğunu düşünüyorum. Çünkü benimle konuşurken bir konu oldu ve dedi ki; Allah bu konuda bana yardım ediyor, çocuğum. Bu Atilla İlhan için, ateistim diyen bir kişi için imkânsız bir sözdür. Orada Nur talebeleri onun imanına vesile mi oldu, diye düşündüm.” dedi.

Yazarlık hayatım Atilla İlhan’la başladı

Yazar Emine Fikriye Beledli, Moral FM’de Tuğba Akbey İnan’ın sunduğu Mavi Dünya programında Nesil Yayınlarından çıkan ve Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (SAV) ile annesi Hz. Amine’yi anlatan “Dürr ve Sadef” isimli kitabının hikâyesini ve yazarlık serüvenini anlattı. Beledli, çocukluk hayalinin edebiyat öğretmenliği ve yazarlık olduğunu anlatırken bu süreçte yazar Atilla İlhan ile yollarının nasıl kesiştiğini şöyle anlattı: “Üniversiteyi bitirdiğim dönem Atilla İlhan’ın telefonunu buldum ve ona ulaştım. Aradım. Çok kibar ve sevecen bir insandı. Hemen kabul etti. Yazarlık hayatım Atilla İlhan’la başladı. Yazılarını beğenmezsen söylerim, dedi. Bir hafta sonra yanına gittiğimde bana “şen şairsin” dedi. Hikâyelerin var mı, diye sordu. Ben hikâyelerimi de gösterdiğimde onları da çok beğendi. Sonra Karşı dergisine gönderdim ve orada yayınladı. Sonra yazdım ama dergiye göndermedim. Bir roman yazdım. Bir yayın evine gönderdim onlar yayınlamadı. Dünyevi bir romandı. Nasip burasıymış

Beledli, öğrencilik döneminde tanıştığı Atilla İlhan ile 16 yıl görüştüklerini, şiir ve yazı ve edebiyat konusunda birçok şey öğrendiğini söyledi. Beledli, sözlerine şöyle devam etti: “Ona şiirlerini götürdüğümde isimleri yoktu. Şiirlerin çok güzel ama isimleri yok, dedi. Ben isim koymayı bilmiyorum, dedim. Ne var bunda, dedi. Şiirin içinde bir satırı alırsın başlık yaparsın, dedi. Ve ondan şiirlerime isim bulmayı öğrendim. Şiire hiçbir ekleme ya da çıkarma yapmadan şiirdeki mısraların yerini değiştirerek çok güzel sonuçlar çıkarıyordu. Ben onu da öğrendim. Mısraların yerini değiştirerek bambaşka bir şiir yapıyordu.

Emine Fİkriye Beledli’nin Dürr ve Sadef isimli kitabını 444 24 14’ten isteyebilir ya da internet üzerinden http://www.kitapokusak.com/kitap/durr-ve-sadef-p506341.html alabilirsiniz.

Dursun Kabaktepe

Risale-i Nur’larda keşfedeceğim çok şey var!

Gölgeler Koridoru adlı ikinci kitabı yayınlanan ABD′li ilim adamı Muhyiddin Şekûr, Faruk Çakır′ın sorularını cevaplandırdı. Şekûr hayatını İslâmı anlamaya adamış.

TAKDİM

Muhyiddin Şekûr’un ilk kitabı “Su Üstüne Yazı Yazmak” yayınlandığı yıllarda Türkiye’de de büyük ilgi görmüştü. Şimdi ikinci kitabı “Gölgeler Koridoru” yayınlandı. Şekûr ile Timaş Yayınları’nın Cağaloğlu’ndaki merkezinde görüştük. Görüşmeyi, “yakını” olarak tanıdığımız Zeynep Dadal tercüme etti.

İkinci kitabınız, “Gölgeler Koridoru” yayınlandı. Önce bu çalışmanızdan dolayı sizi tebrik ediyoruz. Uygun görürseniz, önce kitabı bize anlatmanızı isteyeceğiz. Türkiye’de yayınlanan ilk kitabınız “Su Üstüne Yazı Yazmak”ı severek ve istifade ederek okumuştuk. İkinci kitap ile birinci kitap arasında nasıl bir bağ var?

Su Üstüne Yazı Yazmak” faslı bitti, şimdi “Gölgeler Koridoru” devam ediyor. Bununla süreci devam ettirmiş oluyoruz. İki kitap benim hayatımın 10’ar yıllık bölümünü, devresini anlatıyor. “Su Üstüne Yazı Yazmak” da, “Gölgeler Koridoru” da hayatımın 10’ar yıllık süresini kapsıyor. İkisinde de ‘hocam, şeyhim’ aynı. Yani iki kitaba bakıldığında hayatımın 20 yılındaki serüven görülebilir.

Bu proje, yeni kitaplarla devam edecek mi?

İnşallah 10’ar yıllık devreler olarak yazmayı kafamda kurmuş, öyle planlamış durumdayım. Ama keskin bir yıl ayrımı olarak da düşünmemek lâzım. İkinci kitap, ilk kitaba göre biraz zaman aldı. İnşallah üçüncü kitabı bu kadar uzun süre beklemeyeceğiz. Üçüncü kitabı daha kısa sürede yayına hazırlamayı düşünüyorum. Dördüncü kitap da inşallah daha sonra olabilir…

Su Üstünde Yazı Yazmak” adlı ilk kitabınızı okurken, yazarıyla, yani sizinle tanışmak arzu etmiştim. Çünkü anlatılan ve yaşanan hadiseler samimiyeti gösteriyordu. İhlâslı bir anlatım vardı. Benim asıl dikkatimi çeken, bu kitaptaki anlatım, insana yaklaşım ile Risâle-i Nur eserlerindeki anlatımla arasındaki uyumdu. Burada bir bağ hissettim. Kâinattan bahsedilen bölümler, tefekkür… Kitaptaki bazı ifadeler bana çok tanıdık gelmişti.

Bu cümleden olarak, Risâle-i Nur eserlerini ve müellifi Bediüzzaman’ı ne ölçüde tanıyorsunuz? 

Said Nursî’nin çok etkin birisi olduğunu biliyorum. Benim sürecimde bir takım eserleriyle denk geldim. Bir aşinalık kazandım, ama benim hâlâ onunla ilgili keşfedeceğim çok şey var. Ve ona bir hayranlığım olduğunu söyleyebilirim. Ve onunla kalbî bir bağım var.

Şu anda Fatih Üniversitesinde ‘misafir öğretim üyesi’ olarak bulunuyorsunuz. Türkiye’deki eğitim sistemini nasıl buluyorsunuz?

Türkiye’ye geleli daha 3 ay oldu. Bu hususu çok bildiğimi ve aşina olduğumu söyleyemem. Değerlendirme yapabilmek için henüz erken olduğunu düşünüyorum.

Üniversite gençliğine muhatapsınız… Bu noktada Bediüzzaman’ın bir tesbitini de aktarmak istiyorum. Said Nursî diyor ki: Ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sadâ İslâmın sadâsı olacaktır.” Biz bunu bir müjde olarak değerlendiriyoruz. Muhatap olduğunuz gençliğin durumu bu müjdenin habercisi olabilir mi?

Benim bakış açım da hep ümitten yanadır. Belki de Said Nursî ile kalbî bir bağımın olması bu yüzdendir. Benim düşüncem de her zaman ümitvar olmak yönündedir. Hayatta ilgili, hayatın getirdiği ihtimallerle ilgili olarak ben de her zaman ümitten yana olmuşumdur.

O yüzden gençlik için de ümitliyimdir, her zaman. Bu ülkenin çok sıradışı bir tarihi var. Ve bunun farkında olmayan çocuklar dahi atalarının sırtında geziniyorlar. Onların kahramanlıklarından istifade ediyorlar. Onların sırtında yürüyorlar. Bugün sabahleyin evden çıkarken, eşimle birlikte asansöre bindim. 9 yaş civarında bir çocuk da asansöre bindi. Sırtında okul çantası vardı. Ben ‘İyi günler’ dedim. O bizim yüzümüze bakmadı, kapıya doğru dönmüştü. Sırtındaki çantada, meydan okuyan bir figür vardı. O dikkatimi çekti. Çocuğa baktığımda çok ümitlendim, çünkü o geleceği ifade ediyor. Çok ümit veren bir fotoğraftı o gördüğüm.

Gördüğüm bu çocuk, sizin sorunuzun cisimleşmiş cevabıydı bence. Çünkü bu çocuğun inanılmaz ecdadı var, bütün dünyaya asırlarca hükmetmiş. Bu ecdadın enerjisi halen şehrin içinde, ülkenin içinde hissediliyor. Bu çocuk okula gidip geldikçe o havayı teneffüs ediyor. Onların enerjisini soluyor.

Sizin sorunuzla, bugün karşılaştığım bu çocuğun durumu enteresan bir tevafuk oldu. Çünkü bu çocuk da ‘modern dünya’ içinde yaşıyor. Ancak halen o, geçmişi taşıyor. Önemli olan soru şu: Bu çocuk hidayete kavuşabilecek mi? Veya kendisini doğru yola yönlendirecek, rehberlik edecek kişilerle karşılaşacak mı? Asıl soru bu… ‘Modern hayat’ın tuzağına düşmeyecek ve iyi bir hidayet rehberine kavuşacak mı?

Bu gençlere ne gibi tavsiyelerde bulunmak istersiniz?

Öncelikle insanın kendi kalbine karşı dürüst olması gerekir. Dürüst olmak ve dikkatli olmak… Olabileceğimiz en iyi şekilde olmaya niyetlenmek, onun için gayret göstermek. Bir sıçrama yapmadan önce, bir adım atmadan önce dikkatli bir değerlendirme yapmak lâzım. Gençlere bunu tavsiye ederim. Çünkü insanın kendi kalbini dinlemesi, onun sesini dinlemesi çok esaslı bir şeydir. Vicdanın sesini, o hidayet sesini dinlemek çok gereklidir. İnsanın kalbi her şeyi söyleyebilir, ama hidayet sesini dinlemek lâzım. Ne olursa olsun insan derinden derine, neyin yanlış, neyin doğru olduğunu kalben bilir. Sigara içip içmememiz gerektiğini illâ bir Kur’ân âyeti şeklinde duymamıza gerek yok. İnsan bunun yanlış olduğunu kalben bilir. Hidayet ibresini Allah (cc) kalbimize yerleştirmiş. Bir çok şeyde doğruyu ve yanlışı biz aslında biliyoruz, kalbimiz bize bunu fısıldıyor. Bir gence, bir hatasını hatırlattığınız zaman o, “Ben bunun yanlış olduğunu zaten biliyorum, ama…” der. Yaptığı işin yanlış olduğunu derinden derine bilir, ama nefsine uyarak yapabilir. Tek çare içten gelen sesi, vicdanın sesini dinlemek.

Bu noktada erişkinlere, büyüklere çok büyük sorumluluk düşüyor. Ama bunu yaparken önce kendi imanlarını geliştirmeleri gerekir. Kendi imanî hayatlarıyla örnek olarak bunu yapabilirler. Sonra da Allah’a duâ edecekler. Sonra da izleyecekler. Gençlere örnek olmanın yolu bu, yaşayacağız ve duâ edeceğiz.

Kitabınız, tasavvufî kurguları olan bir roman gibi. Buna bir seyr-i sülûk romanı diyebilir miyiz? Bu üslûbu tercihinizin özel bir sebebi var mı?

Ben oldum olası yazmaya meyilliydim. Çocukluğumdan itibaren sürekli notlar tutardım. Şeyhimle tanıştığımda o bir İslâm merkezinin imamıydı, dolayısıyla sohbetleri olurdu o dönemde. Ben de oraya katılırdım ve sohbetlerden notlar tutardım. Nitekim o sohbetler “Su Üstüne Yazı Yazmak”ın birinci bölümünü oluşturdu. Ama ben bu notları tutarken kitap niyetiyle yapmıyordum, farkında değildim. Bir gün şeyhim bana bakarak, “Ne yazıyorsun?” diye sordu. Ben de biraz utandım, “Sadece not tutuyorum” dedim. O bana, “Biliyorum ne yazdığını. Seni bir şekilde bir kitap yazmaya yönlendiriyorum” dedi. Hatta bunu bana söylediğinde şaşırmıştım. Nitekim, o söylediği, birinci kitabın ilk bölümü oldu.

Samimî bir Müslüman ve bir tasavvuf ehli olarak şunu söyleyebilirim: Tek yapmaya çalıştığım şey, yaşadığım şeyleri en iyi şekilde aktarmaya çalışmak. Ve yaşadığım deneyimleri en dürüst ve samimî şekilde yazayım diye düşündüm ve ortaya çıkan da bu oldu. Yani özel olarak seçtiğim bir üslûp yok. Samimî olarak yaşadıklarımı insanlara aktarmak istedim. Mümkün olduğu kadar en içten ve dürüst olarak aktarmayı düşündüm.

Aslında bu ifadeler de (yani yaşananları başkaları da istifade etsin düşüncesiyle anlatmak) Risâle-i Nur’daki bazı anlatımla örtüşür… Her halde tesir etemesi de bundan…

Bu yüzden çok şükrediyorum. Ben bunları yazarken insanların müsbet tepkiler vereceğini hiç tahmin etmemiştim. Bunları bana şeyhim söylediğinde, benim kulaklarım tıkalıydı sanki. O bana söylemişti, ama ben farkında değildim. Şimdi şükrediyorum…

Kitabınızda ‘cihad’la ilgili bir bölüm de var. Cihadı, çok farklı yorumlayanlar da var. Size göre bu çağda cihad nasıl olabilir?

Cihadın gerekliliği zamansızdır, yani zamanla sınırlı değil, her zaman geçerlidir. Peygamber Efendimizin de (asm) belirttiği gibi büyük cihad, insanın nefsiyle yaptığı cihaddır. Bu cihad her zaman devam eder. Bu zamanda da olsak başka zamanda da olsak, her zaman nefsimizle cihad halinde olacağız. En büyük cihad da zaten nefisle olan cihaddır. Dünyanın nereye gittiği, hangi çağda yaşadığımız da önemli değil. Şu anda nükleer bir felâket olsa ve kendimizi taş devrinde bile bulsak yine aynı şey, yani nefisle cihad geçerli olacak. O hep devam edecek.

İslâmı şiddetle özdeşlendirenler var. Bediüzzaman da ilimle cihadı öne çıkarıyor. Hatta, “Medenilere galebe etmek ikna iledir” diyor…

İslâmı şiddetle özdeşleştirme, öyle anlamak cihadı son derece yanlış anlamak ve yorumlamak olur. Yanlış anlamalara mani olmak lâzım.

Kitabınızda, “Tarikat, hakikati müdafaa aden insanlardan oluşur” demişsiniz. Hakikati müdafaa”dan ne anlayacağız?

Çok geniş izah isteyen bir soru. Yapılacak ilk şey insanın kendisine karşı dürüst olması. Bundan sonra doğru olan şey için dik durmak, sebat etmek… Doğru olanı savunmak lâzım. Bu savunmadan kastım, onun içinde bir çok şey karışabilir. Orada da ciddî imtihanlar vardır. Dengeyi kurmak çok önemli. Algınızın berraklığı çok önemlidir. Çünkü kendi nefsinizin arzularının içine karışma tehlikesi var.

“Gölgeler Koridoru”ndaki “gölge” neyi temsil ediyor?

Gölgeden kasdettiğim şey şu: Işığın önüne geçen her şey… İşe, yaratılmışlar açısıyla bakarsak, ‘ışık’ın önünde duran her şeyi kastediyorum. ‘Işık’ın önünü kesen, gölgeleyen her şeyi kastediyorum. Temelde, ‘nur’ ve ‘karanlık’ arasındaki hareketi ilgilendiren her türlü dersi kastediyorum. Karanlık ve ışık arasındaki gidiş-gelişler diyelim. Aslında Kur’ân-ı Kerim’deki bir âyetten esinlendim. Kendi deneyimlerimden de esinlendim.

Çok teşekkür ediyoruz, bu istifadeli sohbet için…

Ben de teşekkür ediyorum.

Faruk Çakır

cakir@yeniasya.com.tr

*************************

Muhyiddin Şekur kimdir?

AMERİKA Ohio, Cleveland’da doğan Muhyiddin Şekûr 1973’te ABD Kent Eyalet Üniversitesi’nde Psikolojik Danışmanlık bilim dalından doktora derecesi aldı. Ülkemizde ilk baskısı 1994 yılında yapılan ve kendisinin İslâmı tanıma sürecinden itibaren geçen ilk 10 senesini anlattığı “Su Üstüne Yazı Yazmak” adlı kitabıyla tanındı.

ABD’de ve başka ülkelerde öğretmen ve uygulayıcı olarak bireysel terapi ve aile terapisi alanlarında ders verdi, akıl sağlığı sorunları üzerine makaleler yazdı. Hayatın sadece afakî boyutuna değil, enfüsî anlamına da odaklanan Şekûr, yıllar önce tasavvufla tanıştı. Doğu’da uzun seyahatlere çıktı, kutsal toprakları birkaç kez ziyaret etti. Şu anda İstanbul’da Fatih Üniversitesi Eğitim Fakültesinde misafir öğretim üyesi olarak görev yapan Şekûr, Hüseynî Hayatî Rufaî tarikatına mensup ve ömrünü İslâmı anlamaya adayan bir isim.

Şekûr’un ikinci kitabı “Gölgeler Koridoru” da Sufi Kitap’tan yayınlandı.

Azınlıklar, Müslümanlara emanet, mabetleri yıkılamaz!

İslam dünyasının tarihte şahit olunmayan bir dönemden geçtiğini söyleyen Görmez, İslamafobia, ırkçılık gibi söylemlerle yüreklerde oluşan nefreti ortadan kaldırmak gerektiğini söyledi. İnsanlığın yeni bir durumla karşı karşıya kaldığını söyleyen Diyanet İşleri Başkanı “Dünyanın her yerinde Müslümanlar, başka medeniyetin mensupları ile birlikte yaşamaya başladılar. Bunun için bizim tarihte gerçekleştirdiğimiz birlikte yaşama tecrübelerini yeniden keşfetme zorunluluğumuz var.” ifadelerini kullandı.

Suudi Arabistan Baş müftüsünün ülkedeki kiliselerin yıkılması ile ilgili sözlerini eleştiren Görmez, “İslam dünyasında asırlarca varlıklarını sürdüren dini azınlıklar, Müslümanlara emanettir. Hiçbir Müslüman’ın bu emanetlere hıyanet etme hakkı ve salahiyetleri yoktur.” dedi. Batı’da İslam’ın uç yorumlarının kendisini hissettirmesinden yakınan Görmez bu durumun İslam’ın yanlış anlaşılmasına neden olduğunu söyledi. Heybeliada Ruhban Okulunun açılmamasının bu topraklarda inşa edilen medeniyete yakışmadığını dile getirdi. Yeni eğitim sistemine de değinen Diyanet Reisi, bunun yeni bir çatışma alanı haline getirilmemesini isteyerek, Kur’an-ı Kerim’in öğrencilerin yaşı dikkate alınarak öğretilmesi ve lafsının yanı sıra manasının da okutulması çağrısında bulundu.

– Bir kesim medeniyetler çatışması derken, Türkiye’yi temsilen Diyanet Reisi olarak Çin, AB ülkeleri ziyaretleriyle dünyanın değişik ülkeleriyle temaslar kuruyorsunuz. Buralarda İslam dünyasına nasıl bakılıyor?

Bundan 50 sene önce dünyanın büyük bir kısmında herhangi büyük bir Müslüman topluluktan söz etmek mümkün değildi. Bugün öyle bir dünyada yaşıyoruz ki içinde herhangi bir Müslüman azınlığın olmadığı ülke yok. Dünyanın her yerinde İslam kültürünün mensupları, başka medeniyetin mensupları ile birlikte yaşamaya başlamışlardır. Bunun için bizim tarihte gerçekleştirdiğimiz birlikte yaşama tecrübelerini yeniden keşfetme zorunluluğumuz var. Bizim elimizde olmadan birileri bir çatışma kültürünü besliyor, bir çatışma dili oluşturuluyor. Bu çatışma kültürünü de ortadan kaldıracak bir çabaya ihtiyaç var.

Diyanet olarak henüz yeterli olduğumuzu söyleyemeyiz ama çabamızın önemli olduğunu düşünüyorum. Birileri kültürler arası çatışmadan yangın çıkarmak istiyor. Bazı yerlerde bu yangın çıkmış vaziyette. Biz de Hz. İbrahim’in ateşine su götüren karınca misali bir şekilde yüreklerde oluşan nefreti ortadan kaldırmak için elimizden geleni sarf etmemiz gerekiyor.

– İslamofobia, ırkçılık nefret suçları gibi uluslar arası anlamda suç teşkil eden hastalıklar toplumlar arasında yaygınlaşıyor. Bunun önlemek için neler yapılmalı?

Maalesef İslam dünyasında bazı kesimler eczacı yöntemiyle tedavi olmayı deniyor. Eczaneden ilaç alarak tedavi olmayı denediğimiz zaman kendi sorunlarımızı çözmek bir yana, yeni sorunlar ortaya çıkarırız. Bütün İslam dünyasının bilgi kaynaklarını ve bilgi üretme düzeneklerini, metodunu ve İslam âlimi yetiştirme düzeneklerini gözden geçirme zarureti var. Bugün bizim sahip olduğumuz İslam müktesebatı hem İslam dünyasında kendi aramızda ortaya çıkan sorunlarımızı hem de dünyada ortaya çıkan yeni verili durumun üstesinden gelebilecek güç ve kuvvette değil. Dolayısıyla İslam dünyasının bütün bu sorunları çözümü için mevcut olan müktesebatını yeniden gözden geçirmeye ihtiyacı var.

– Yine Suriye, Irak, Afganistan gibi İslam coğrayasında iç çatışma görüntüsü var. Bunun önlenmesi adına diplomatik olarak ve kardeşlik hukuku açısından neler yapılabilir?

Müslümanlar arasındaki çatışma o kadar can yakmaya başladı ki birbirimize diplomasi uygulayarak sorunları çözebileceğimiz kanaatinde değilim. Bütün kardeşlerin yüreklerini birbirine açarak bunu ele almaları gerekiyor. Kutlu doğum haftasında bu başlığı seçme amacımız; İslam kardeşliğini yeniden nasıl bir retorik, bir söylem olmaktan çıkarıp bir ahlak ve hukuk haline getirebiliriz çabası. Gerçekten çok zengin bir İslam irfan geleneği var ve bu gelenek ‘Yaratıcı‘ eksenli bir kardeşlikten o kadar söz etmiştir ki bugün insanlığın buna ihtiyacı var. Ama biz Müslümanlar bunu ihmal ettik.

Özellikle irfan geleneğini, bazı anlayışlar gayri İslami ilan ettiler. Onun doğurduğu boşluk şuan pek çok sorununa yol açmıştır. İslam’ın daha çok tarihi, kültürü ve yaşanmışlıkları yok sayan, sadece dini metinleri bir kanun metnine dönüştürerek hüküm çıkarmaya çalışan bir anlayışın, modernizmin bir eserin olarak İslam dünyasını kuşatmaya çalıştığını hepimiz biliyoruz. Bu uçlar özellikle birbirleriyle mücadele ettiği için de ana yol dediğimiz yani Kur’an ve sünnetin bir şekilde dışlandığını görüyoruz. Bugün Batı İslam ikileminde İslam’ın kendisi görünürde yok. İslam’ın uç yorumları görünürde. Bu da İslam’a ve tüm Müslümanlara ve İslam’ın kitabına ve peygamberlerine mal edilmek isteniyor. Bu doğru değil.

– Suudi Arabistan’ın baş müftüsünün kiliselerin ortadan kaldırılabileceğine yönelik açıklamaları oldu. Kur’an, Sünnet ve İslam devlet ve topluluklarının müktesebatı açısından baktığınızda bu açıklamayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Böyle bir açıklamanın, İslam’ın kendi asli kaynaklarıyla, Hz. Peygamber’in (sas) kendi çağında Müslüman olmayan topluluklarla imzaladığı bütün anlaşmalarla, İslam Medeniyetinin tarih boyunca en büyük rüçhaniyeti olan farklı dinleri, kültürleri, mabetleri yanyana yaşatma tecrübesiyle hiçbir ilişkisi yok. Zayıf, üzerine hiç hüküm bina edilemeyecek olan ve doğrudan Hz. Peygamber’in ana uygulamalarına aykırı denilebilecek bir rivayeti esas alarak böyle bir açıklama yapmak doğru olmaz. Böyle bir şey söyleyebilmek için Kuran’ı Kerim’in din özgürlüğü ve farklı din mensuplarına verdiği hakları, Hz. Peygamber’in hayatındaki bütün uygulamaları bir kenara bırakmak lazım. Böyle bir fetva için, Hz. Peygamber’in Necran, Eyle, Yemen, Hicaz Hıristiyanlarıyla yaptığı ve bugün orijinal metinleri hala elimizde olan vesikaları yok saymak lazım. İstanbul’da, Endülüs’te, Bağdat’ta, Şam’da Müslümanların tarih boyunca yaşadıkları tecrübeleri yok saymak lazım. Fatih Sultan Mehmet’in Galata ve Bosna’daki Hıristiyanlarıyla yaptığı sözleşmeler keza aynı. Bütün bunları yok sayarak ancak böyle bir şey söylenebilir. Ben açıkça ifade edeyim: Ortadoğu’da İslam dünyasında asırlarca varlıklarını sürdüren dini azınlıklar İslam medeniyetinin her bir Müslüman emanetidir. Hiçbir Müslümanın bu emanetlere hıyanet etme hakkı ve salahiyetleri yoktur. Biz batıda herhangi bir ırkçı ayrılıkçı kimsenin içindeki nefreti ortaya koymak için caminin duvarına ırkçı bir yazı yazmasından ne kadar rahatsız oluyorsak, İslam dünyasının herhangi bir yerinde asırlarca varlığını sürdürmüş olan deyr, manastır, kilise, havra yada herhangi bir mabet herhangi bir Müslüman tarafından en küçük bir yanlışa maruz kaldığında da aynı rahatsızlığı hissetmesi, bizatihi inancımızın bize yüklediği bir sorumluluktur.

– Yani İslam dini bunun hukukunu da oluşturmuş durumda…

Evet. Yüce dinimiz bizimle beraber yaşayan gayrimüslimlere nasıl davranacağımızı bize bırakmamış, hak, hukuk ve ahlak çerçevesinde prensiplere, ilkelere bağlamıştır. Düşünebiliyor musunuz bir Peygamber; “Müslümanlarla beraber, Müslümanların emanı altında yaşamayı kabul etmiş bir gayrimüslime eziyet eden bana eziyet etmiş olur. Bana eziyet eden, Allah’a eziyet etmiş olur.” buyuruyor. Geçenlerde Lübnan Maruni Kilisesi papazları beni ziyaret etti. Onlara Osmanlı arşivinden 4 belge hediye ettim. 1890 da Lübnan Marunilerinin başındaki Papaz Yohanna Efendi, Cebeli Lübnan Mutasarrıflığı’na bir yazı yazıyor: “Biz Roma’da din adamı yetiştirmek üzere papaz mektebi açmak istiyoruz. 10 bin altına ihtiyacımız var. Lütfen bize yardımcı olun.” Yazı İstanbul’a geliyor. Sultan Abdülhamit’e takdim ediliyor. Sultan 10 bin altının tahsis edilmesini istiyor. Ve en zor zamanımıza denk gelmesine rağmen Beytülmalden yardım gönderiliyor. Bizim tarihimiz bunun çok büyük örnekleriyle doludur.

KUR’AN ÇOCUKLARIN YAŞLARI DİKKATE ALINARAK ÖĞRETİLMELİ

– 4+4+4 eğitim sistemi ile Kur’an-ı Kerim ve Siyer seçmeli hale geldi. Bu eğitimi kimlerin vereceği ve eğitim içeriğin kaliteli ve müktesebata uygun şekilde verilmesi için neler yapılmalı?

Bu tartışmaların başladığı günden itibaren üzerinde en çok durduğum husus Türkiye’de din üzerinden bir ayrışma meydana gelmemesi yönünde. İnsan kaynağına gelince, Türkiye eş zamanlı olarak bu açığını kapatacak ölçüde ilahiyat fakülteleri açtı. Yani 23’ten 53’e çıktı ilahiyat fakültesi sayısı. Zannediyorum 53’le de yetinilmeyecek. Dolaysıyla Türkiye’de üniversite sisteminin çok kısa sürede bunun üstesinden gelebileceği kanaatindeyim.

– Yaygın eğitimde siz de Kur’an eğitimini milyonlara taşıyorsunuz…

Diyanetin görevi yaygın din eğitimidir. Milli Eğitim Bakanlığı daha çok örgün eğitim, hatta din eğitiminin de örgün kısmı tamamen MEB’in uhdesindedir. Eğer bize bir işbirliği çerçevesinde sorulursa, benim kanaatim: Kur’an-ı Kerim’i yüzünden okumayla birlikte mutlaka belirli yaş seviyelerine göre Kur’an’ın içeriği hakkında da yani Türkçe anlamlarından da çocukların haberdar olması, en azından belli ünitelerin de bu konuya tahsis edilmesinin daha faydalı olacağı yönünde. Avrupa’dan Batı muhitlerindeki din eğitiminde, İncil eğitiminde bu çok gelişmiş bir konudur. Kur’an’ın muhtevasının yanı sıra çocukların yaşları da dikkate alınarak, içindeki muhtevasını tasnif etmek ve onu lafzını ve nazmı ile birlikte anlamını da çocuklara vermek mümkündür. Bunun gelişmiş dünyada çok güzel teknikleri vardır. Bunu Diyanet İşleri Başkanı olarak önemsiyorum.

– Gayrimüslimlerin sıkça dile getirdikleri Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılmasıyla ilgili düşünceleriniz nedir?

Anlayış itibariyle Türkiye’de yaşayan Ortodoks vatandaşların kendi din adamlarını yetiştirmek için Selanik’e, Yunanistan’a, yahut Ermeni vatandaşların din adamı yetiştirmek için çocuklarını Ermenistan’a göndermek zorunda kalmasının, bizim bu topraklarda inşa ettiğimiz medeniyetin büyüklüğüne yakışmadığına inanıyorum. Daha 6-7 sene önce üniversite bünyesinde böyle bir imkanın tanınması için çalışmaların başladığını biliyorum. Ancak azınlık cemaatler böyle bir yapıyı kabul etmediler. Geleneksel yapı içerisinde bunun olması gerektiğini ifade ettiler. Dolayısıyla onların da bu isteklerini dikkate alarak en güzel şekilde bu sorun çözülmeli. Din, inanç ve dini eğitim özgürlüğü e insan hakları konusunda ben uluslararası ilişkilerde egemen olan muadelet prensibinin doğru olmadığını düşünürüm. Yani “Başka ülkelerde veya yanı başımızdaki bir Müslüman azınlığa şu yapılıyor, öyleyse ben de bunu yaparım.” demeyi bir ilim adamı ve Diyanet İşleri Başkanı olarak doğru bulmam.

 FATİH UĞUR, CİHAN YENİLMEZ / Zaman Gazetesi

Suudi Arabistan’ın baş müftüsünün kiliselerin ortadan kaldırılabileceğine yönelik açıklamaları oldu. Kur’an, Sünnet ve İslam devlet ve topluluklarının müktesebatı açısından baktığınızda bu açıklamayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Böyle bir açıklamanın, İslam’ın kendi asli kaynaklarıyla, Hz. Peygamber’in (sas) kendi çağında Müslüman olmayan topluluklarla imzaladığı bütün anlaşmalarla, İslam Medeniyetinin tarih boyunca en büyük rüçhaniyeti olan farklı dinleri, kültürleri, mabetleri yanyana yaşatma tecrübesiyle hiçbir ilişkisi yok. Zayıf, üzerine hiç hüküm bina edilemeyecek olan ve doğrudan Hz. Peygamber’in ana uygulamalarına aykırı denilebilecek bir rivayeti esas alarak böyle bir açıklama yapmak doğru olmaz. Böyle bir şey söyleyebilmek için Kuran’ı Kerim’in din özgürlüğü ve farklı din mensuplarına verdiği hakları, Hz. Peygamber’in hayatındaki bütün uygulamaları bir kenara bırakmak lazım. Böyle bir fetva için, Hz. Peygamber’in Necran, Eyle, Yemen, Hicaz Hıristiyanlarıyla yaptığı ve bugün orijinal metinleri hala elimizde olan vesikaları yok saymak lazım. İstanbul’da, Endülüs’te, Bağdat’ta, Şam’da Müslümanların tarih boyunca yaşadıkları tecrübeleri yok saymak lazım. Fatih Sultan Mehmet’in Galata ve Bosna’daki Hıristiyanlarıyla yaptığı sözleşmeler keza aynı. Bütün bunları yok sayarak ancak böyle bir şey söylenebilir. Ben açıkça ifade edeyim: Ortadoğu’da İslam dünyasında asırlarca varlıklarını sürdüren dini azınlıklar İslam medeniyetinin her bir Müslüman emanetidir. Hiçbir Müslümanın bu emanetlere hıyanet etme hakkı ve salahiyetleri yoktur. Biz batıda herhangi bir ırkçı ayrılıkçı kimsenin içindeki nefreti ortaya koymak için caminin duvarına ırkçı bir yazı yazmasından ne kadar rahatsız oluyorsak, İslam dünyasının herhangi bir yerinde asırlarca varlığını sürdürmüş olan deyr, manastır, kilise, havra yada herhangi bir mabet herhangi bir Müslüman tarafından en küçük bir yanlışa maruz kaldığında da aynı rahatsızlığı hissetmesi, bizatihi inancımızın bize yüklediği bir sorumluluktur.

– Yani İslam dini bunun hukukunu da oluşturmuş durumda…

Evet. Yüce dinimiz bizimle beraber yaşayan gayrimüslimlere nasıl davranacağımızı bize bırakmamış, hak, hukuk ve ahlak çerçevesinde prensiplere, ilkelere bağlamıştır. Düşünebiliyor musunuz bir Peygamber; “Müslümanlarla beraber, Müslümanların emanı altında yaşamayı kabul etmiş bir gayrimüslime eziyet eden bana eziyet etmiş olur. Bana eziyet eden, Allah’a eziyet etmiş olur.” buyuruyor. Geçenlerde Lübnan Maruni Kilisesi papazları beni ziyaret etti. Onlara Osmanlı arşivinden 4 belge hediye ettim. 1890 da Lübnan Marunilerinin başındaki Papaz Yohanna Efendi, Cebeli Lübnan Mutasarrıflığı’na bir yazı yazıyor: “Biz Roma’da din adamı yetiştirmek üzere papaz mektebi açmak istiyoruz. 10 bin altına ihtiyacımız var. Lütfen bize yardımcı olun.” Yazı İstanbul’a geliyor. Sultan Abdülhamit’e takdim ediliyor. Sultan 10 bin altının tahsis edilmesini istiyor. Ve en zor zamanımıza denk gelmesine rağmen Beytülmalden yardım gönderiliyor. Bizim tarihimiz bunun çok büyük örnekleriyle doludur.

KUR’AN ÇOCUKLARIN YAŞLARI DİKKATE ALINARAK ÖĞRETİLMELİ

4+4+4 eğitim sistemi ile Kur’an-ı Kerim ve Siyer seçmeli hale geldi. Bu eğitimi kimlerin vereceği ve eğitim içeriğin kaliteli ve müktesebata uygun şekilde verilmesi için neler yapılmalı?

Bu tartışmaların başladığı günden itibaren üzerinde en çok durduğum husus Türkiye’de din üzerinden bir ayrışma meydana gelmemesi yönünde. İnsan kaynağına gelince, Türkiye eş zamanlı olarak bu açığını kapatacak ölçüde ilahiyat fakülteleri açtı. Yani 23’ten 53’e çıktı ilahiyat fakültesi sayısı. Zannediyorum 53’le de yetinilmeyecek. Dolaysıyla Türkiye’de üniversite sisteminin çok kısa sürede bunun üstesinden gelebileceği kanaatindeyim.

– Yaygın eğitimde siz de Kur’an eğitimini milyonlara taşıyorsunuz…

Diyanetin görevi yaygın din eğitimidir. Milli Eğitim Bakanlığı daha çok örgün eğitim, hatta din eğitiminin de örgün kısmı tamamen MEB’in uhdesindedir. Eğer bize bir işbirliği çerçevesinde sorulursa, benim kanaatim: Kur’an-ı Kerim’i yüzünden okumayla birlikte mutlaka belirli yaş seviyelerine göre Kur’an’ın içeriği hakkında da yani Türkçe anlamlarından da çocukların haberdar olması, en azından belli ünitelerin de bu konuya tahsis edilmesinin daha faydalı olacağı yönünde. Avrupa’dan Batı muhitlerindeki din eğitiminde, İncil eğitiminde bu çok gelişmiş bir konudur. Kur’an’ın muhtevasının yanı sıra çocukların yaşları da dikkate alınarak, içindeki muhtevasını tasnif etmek ve onu lafzını ve nazmı ile birlikte anlamını da çocuklara vermek mümkündür. Bunun gelişmiş dünyada çok güzel teknikleri vardır. Bunu Diyanet İşleri Başkanı olarak önemsiyorum.