Kategori arşivi: Yazılar

Kitap İlanı

Bu yazı: “Kızıl Meydan’dan Kıbleye Hidayet Hikayesi” başlıklı yazımızın 8. Bölümüdür. Yazının diğer bölümlerine ulaşmak için tıklayınız…

KİTAPLAR hapishanenin kütüphanesindeki masanın üzerine özenle dizildi. Sonra mahkumlara anons yapıldı:

– Dikkat, dikkat! Bediüzzaman Said Nursî’ye ait beklenen kitaplar, hapishanemize gelmiştir. İsteyenler kütüphaneye gelip alabilirler!

Cemalov, mahkumların bu anonsa ilgi duyup geleceğine ihtimal vermiyordu. Ancak kütüphanenin önünde kitap almak için kuyruğa girenleri görünce şaşırdı, gözlerine inanamadı. “Bu nasıl iştir, bunlar peynir ekmek almaya mı geldiler?” diye düşünürken, birden Üstad’ın, “Bir zaman gelecek, hapishane müdürleri bu kitapları, mahpuslara peynir ekmek gibi dağıtacaklar!” sözünün doğruluğunu açıkça görmüştü.

Evet, sırası gelen, her kitaptan birer tane ayırarak kucakladığı gibi koğuşuna koştu. Fakat ilginçtir ki, kuyruk bitmeden kitaplar bitmişti! “Evet, Üstad’ın, ‘Risaleler’deki hakiki teselliye mahpuslar pek çok muhtaçtır’ sözü, ne kadar doğruymuş” diye düşündü.

O gün Nikolay, yeni bir hizmet hedefine ulaşmanın mutluluğunu yaşadı. Cemalov ise ilk defa şahit olduğu olay karşısında şaşkındı. Hatta bunun Risale-i Nur’un hizmet metoduna uyup uymadığından emin değildi. “Nikolay, hizmet prensiplerini pek bilmiyor. Ama ihlâsla yürüdüğü için inşallah bir şey olmaz” diye düşünüp endişelerini hayra yordu.

Hapishaneden ayrıldılar. Nikolay her zamanki gibi onu medreseye bırakıp evine gitti. Fakat Cemalov gece boyu, “Acaba yaptığımız işin sonucu ne olur?” diye düşünmeden kendini alamadı.

Nikolay’ın bir diğer özelliği de takipçiliğiydi. Başladığı işin sonunu getirmeden bırakmazdı. Bu arada Cemalov’un haberi olmadan birkaç kez hapishaneye gidip kitaplarla ilgili gelişmeleri takip etmişti.

Kitapların büyük bir ilgi ile okunduğunu ve mahpuslar üzerinde müspet tesirler bıraktığını öğrendi. Bundan hapishane müdürünün de çok memnun olduğunu haber aldı. Bir gidişinde müdürle de görüşüp istişare etti. Müdür, kitapların mahpuslar üzerindeki olumlu etkisinden son derece memnundu.

Nikolay, isyanla geçmiş yıllarını telafi etmek için devamlı koşturuyordu. Yeni hizmet kanalları arayıp devreye sokuyordu. Müdürle yaptığı bir görüşmesinde Resul Cemalov’dan bahsetti. Rusya’ya bu kitapları yaymak için geldiğini, çok etkili dersler vermesi halinde, eğer mahpuslara ders yaparsa çok daha faydalı olacağını söyledi.

Müdür pratik bir kişiliğe sahipti, yapacağı işe anında karar verir ve onu hemen uygulamaya geçirirdi.

– Hapishanenin sinema salonu ne güne duruyor. Arkadaşını davet edelim çağırırız, mahpusları doldururuz salona, onlara ders yapar, olur biter, deyip Nikolay’dan Cemalov’un telefonunu aldı. Cemalov hâlâ bir şeyden haberdar değildi.

Hapishane Yolu…

Çok geçmeden bir gün Resul Cemalov’un telefonu çaldı.

– Alo siz Ruslan mısınız?

– Evet, buyurun.

– Hapishaneden arıyorum. Müdür bey sizi çağırıyor. Gelirken pasaportunuzu yanınıza almayı da unutmayın!

Cemalov, hapishaneden çağrıldığını duyunca endişelendi.

– Eyvah, tedbirsizce yapılan işin sonucu böyle olacağı belliydi! Pasaportu da istediklerine göre evet, mutlaka bu işte bir iş var, dedi.

Az sonra Nikolay gelişmelerin verdiği keyifle Cemalov’un yanına geldi.

– Ne haber Cemalov, seni hapishaneden aradılar mı? Resul Cemalov, endişeli bir ses tonuyla:

– Evet, maalesef aradılar, gözün aydın olsun, pasaportumu da istediler, deyince Nikolay, Cemalov’un gelişmelerden haberi olmadığını ve endişeye kapıldığını fark etti. Şaka olsun diye rol yapmaya başladı. Hemen ciddi bir tavır aldı ve sesini endişeli bir havaya büründürerek:

– Allah Allah, pasaportunu da mı istediler, dedi.

– Evet, altı yüz tane kitap birden verilir miydi?

Nikolay, Cemalov’un hapishane için çağırıldığına inandığını anlayıp konuşmasını şöyle sürdürdü:

– Şimdi ne olacak?

– Ne olacak, herhalde hapse atacaklar!

– Neyse hemen endişelenme, hele bir gidip bakalım.

Taksiye binip hapishaneye doğru yol aldılar. Fakat yol boyunca Resul Cemalov’un ağzını bıçak açmadı. Nikolay bütün muzipliği ile devam etti:

– Cemalov ne üzülüyorsun, hapiste de hizmet var, orada da hizmet edersin!

– Ya, ne demek, dışarıdaki hizmeti bitirdik de hapis kaldı değil mi?

Nikolay, Resul Cemalov’un kapıldığı endişeye içten içe gülüyordu.

Nihayet hapishanenin kapısına vardılar. Geldiklerini haber alan görevli hemen Cemalov’un pasaportunu alarak müdüre götürdü. Nikolay rolünü ustalıkla oynamaya devam etti:

– Cemalov, ben burada yattığımdan biliyorum. Bak şuradan yemekhaneye gidilir, tuvaletler şu bölümdedir, kantin şu taraftadır. Şimdiden öğrenirsen rahat edersin!

Resul Cemalov çok düşünceliydi:

– Nikolay benimle alay etme, dedi.

Hapishanenin girişindeki bankların üzerinde heyecanlı bir bekleyiş başladı. Adeta saniyeler saat gibi uzuyordu. Cemalov’un endişesi yüzüne yansımaktaydı. Derken memur seslendi.

– Buyurun, sayın Cemalov, müdür sizi bekliyor!

Açılan demir kapıdan genişçe bir bahçeye geçtiler. Hafifçe yağmur çiselemekteydi. Bahçenin ortasındaki parke taşlardan geçerek, yüz metre ötedeki idare binasına vardılar. Dış kapıdan girip sağdaki odanın önüne geldiklerinde memur:

– Buyurun girin, müdür sizi bekliyor, dedi.

Resul Cemalov, açık olan kapıdan içeri girip de pasaportunun müdürün elinde olduğunu ve ona bakıp kâğıda bir şeyler yazdığını görünce, “Tamam, herhalde tevkif yazısını yazıyor!” dedi içinden… İnsan her şeyi içindeki niyete göre görüyordu.

Müdür, kafasını kaldırıp Cemalov’u karşısında görünce:

– Buyurun, Ruslan Cemalov sen misin?

– Evet benim.

Müdür, Resul şen şakrak birine benziyordu. Nikolay, Cemalov’u kendisine öyle tanıtmıştı ki, yerinden kalktı ve kollarını iki yana açarak, “Sen nerdesin kardeşim, gel şöyle!” diyerek onu büyük bir sevgi ile kucakladı, koltuğa oturttu. Cemalov, şaşkındı. Müdür, Resul Cemalov’un şaşkınlığını fark etti.

– Rahat ol Bay Cemalov. Rusya’ya hoş geldin aziz dost! Bize senin gibi birisi lazımdı. Şu faydalı kitapları mahpuslara okuyup ders yapmana hiçbir mani yok!

Resul Cemalov, Nikolay’ın kendisini işlettiğini ancak o zaman anladı. Nikolay da o esnada kıs kıs gülüyordu. O zaman endişesi tümüyle gitti, rahatladı ve Nikolay’ı müdüre fark ettirmeden yavaş bir sesle,

– Seni gidi mafya bozması seni, diyerek şakayla tehdit etti. Sonra müdüre dönerek:

– Demek beni bunun için çağırdınız?

– Evet Bay Cemalov, bunun için, vakit geçirmeden derse başlasak fena olmaz.

Hapishanede Nur Dersi

Resul Cemalov, hapse girmeyi göze alarak geldiği hapishanede ders yapmak için çağırıldığını öğrenince sevinçten ne yapacağını şaşırdı.

Kâbus dolu bir rüyadan uyanmış gibi derin bir nefes aldı ve rahatça koltuğuna yaslandı, ikram edilen kahveyi yudumlamaya başladı. Heyecanlı bir yapıya sahip olan müdür:

– Kardeşim, biz bu kitaplardan daha nasıl istifade edebiliriz, derken, Nikolay, sizin çok güzel dersler yaptığınızı söyledi. Ne dersiniz?

– Estağfurullah, elimden geleni yaparım.

– Tamam, o zaman yarın başlıyoruz. Ben anons eder, mahpusları sinema salonuna toplarım!

Resul Cemalov, anons meselesini duyunca pek hoşlanmadı. Çünkü bugüne kadar böyle alâyişle nümayişle ders yapmamıştı. Hem bu tarz, Risale-i Nur’un ruhuna pek uygun değildi.

– Müdür bey, siz sadece “İsteyen gelsin” diye duyursanız olmaz mı? Hem arzu edenler olursa daha etkili olur, dedi. Müdür, gözlükleri üstünden Cemalov’a bakarak, ümitsiz bir ses tonuyla:

– O zaman kendi aramızda ders yaparız, kimse gelmez, dedi. Cemalov o an daha fazla üstelemedi.

Akşam dershaneye vardıklarında Nikolay:

– Bu çok ciddi bir iş, buna iyi hazırlanmalıyız. Bunların en çok Tabiat Risalesi’ne ihtiyacı var. Tabiat Risalesi’ni esas alacağız, dedi.

Gece geç vakte kadar Tabiat Risalesi’ni paragraf paragraf ele aldılar. Zaman zaman Cemalov’u uyku bastırıyordu. Nikolay:

– Hey, buraya seni uyutmaya getirmedik, diye kendisine takıldı. Bu şekilde Tabiat Risalesi’ni baştan sona okudular. Mahpusların ruh yapısını çok iyi bilen Nikolay bazı paragraflar sonunda durup:

– Burada şöyle bir soru gelebilir. Risale-i Nur’un başka yerindeki izahını yaparsın gibi ifadelerle muhtemel tam sekiz önemli soruya işaret etti. Çalışma bitince sporcuyu maça hazırlayan çalıştırıcı gibi son taktiklerini verdi:

– Ha unuttum söylemeyi. Çok dikkatli olmalısın. Bu, dershane de yaptığın derse benzemez. Sana biri kalkıp soru sorarsa, sen cevabını verene kadar ayakta durur. Cevabı tatminkâr bulursa yerine oturur. Değilse, daha dinlemez, arkasına bakmadan salonu terk edip gider! İş bu kadarla kalsa iyi, ardından onunla birlikte büyük bir kitie de çıkıp gider. İşte o zaman işimiz zorlaşır!

Resul Cemalov içinden, “Yahu biz ders mi yapacağız, yoksa miting mi?” diye geçirdi.

Gece yarısına kadar, yapılacak dersi iyice müzakere ettikten sonra istirahata çekildiler.

Ertesi gün saat 14:00’ten önce hapishaneye vardılar.

Müdür yine kendilerini şen şakrak haliyle karşıladı. Anons vakti geldi. Resul Cemalov yine ısrar etti:

– Müdür Bey, anonsu, “İsteyen gelsin” diye yapsak. Müdür yine:

– Ben yaparım, ama dediğim gibi kendi aramızda ders yapmış oluruz!

– Tamam, siz öyle yapın, gerisine karışmayın…

– Madem ısrar ediyorsun istediğin gibi olsun, deyip mikrofonu eline aldı:

– Dikkat dikkat! Bediüzzaman Said Nursî’nin kitaplarından ders yapmak üzere uzman bir kişi hapishanemizde bulunmaktadır. Saat ikide sinema salonunda bir konferans verecektir. Dinlemek isteyenler, sinema salonuna gelsinler!

Her şeyi emir vererek yapmaya alışmış olan müdürün ağzından “İsteyenler” kelimesi isteksizce dökülüyordu.

devam edecek…

Kardeşliği O’ndan (s.a.v) öğrendik

O’nun sevgisi etrafında toplanacağımız, gönüllerimizi Nûr-i Muhammedî ile aydınlatacığımız, O’nun sevgi pınarından kana kana içeceğimiz kutlu gün… Mevlîd-i Nebî’nin 1441. yıldönümü…

Yedi gün, yirmi dört saat tüm hayatımız boyunca ruhlarımızda O’nun sevgisi, damarlarımızda O’nun heyecanı ağır basacak inşâallah…
Süfyan komitesinin İslâm ümmetini O’ndan uzaklaştırmak için ortaya koyduğu beyhûde çabalar,  habis ruhun kurduğu tuzaklar, semâvî ve Nebevî muhabbetin nuruyla yok olmaya mahkûmdur. O sevgililer sevgilisinin varlık âlemini şereflendirdiği, onurlandırdığı böyle bir günde tüm sevgiler, sevenlerin sevgileri O’na feda olsun gönüller dolusu selam eşliğinde…

O olmasaydı; sevgi nedir, muhabbet nedir, nasıl ve kim adına sevilir, kimler sevilir, bunu nereden bilecektik? O değil mi bize sevgiyi, sevmeyi öğreten? Kinden, nefretten, kıskançlıktan uzak kalmayı öğütleyen?

Anadolu’da anne-babaların çocuklarına, Hz. Peygamber (a.s.m)’in simgesi olduğundan O’nu hatırlattığı için “gül”le başlayıp “gül”le biten isimler vermesi boşuna değil.

Gülderen, Gülistan, Gülbahar, Gülali, Gülseren, Gülşen, Gülendam, Gülnihal, Gülenay, Gülizar ve daha niceleri…

Ayşegül, Fatmagül, Aygül, Nurgül, Nazgül ve diğerleri…

Müslümanlar; Yahudi  ve Hıristiyanlar gib, iPeygamberler arasında ayırım yapmadıkları ve tamamına inanıp sevdikleri için, çocuklarına onların isimlerini seve seve vermişlerdir.

Adem,İdris, Nuh, Şuayıp, Salih,Yakup, Yusuf, İbrahim, İsmail, İshak, Harun, Musa, İsa…

Bu saygı iklimini sahâbe ile birleştirip, bütün insanlığa Asr-ı saâdetin nurlu esintilerini yayan ve kardeşlik/uhuvvet ekseninde birleştiren bir ruh ve şuur halinin yansımasıyla çocuklarına; Ebubekir, Ömer, Osman, Ali, Abbas, Cafer, Haydar, Abdullah, Bilal,  Mus’ab ,Enes, Abdurrahman gibi daha nice mümtaz şahsiyetlerin, Peygamber sevgisinde adetâ tek cisim, tek yürek, tek bilek olmuş; tek bir gaye, tek bir hedef, tek bir istikamet, tek bir amaca kilitlenmiş nice yüreklerin canlı ve diri tutulması adına isimler konulmuş, Resûl-i Ekrem (s.a.v) sevgisi hep diri tutulmaya çalışılmıştır.

Şimdi sıra, O’nu andıktan sonra anlama ve tabi olma hususunda yoğunlaşmaya gelmiştir.

Allah’ı sevmenin O’na ittibadan geçtiğini idrak etmeye ve hayata geçirmeye…

O’nun Sünnet-i Seniyyesini hayatın tüm katmanlarında yaşamaya ve yaşatmaya sıra gelmiştir.

İttihad-ı İslâm’ın tahakkuku ile inşâallah, yer yüzünü barışın/sulhun/selâmetin/sükûnun/huzurun/kardeşliğin sarıp sarmaladığı günler yaklaştıkça; her türlü tağutun, putperestliğin, sanemperestliğin, nefisperestliğin, şehvetperestliğin, menfaatperestliğin müslümanın hayatından tamamen kazınıp silinmesiyle, bütün insanlık rahatlayacak, huzur ikliminde nefes alacak, Karun, Bel’am ve Hamanların tasallutundan biiznillah necat ve halas bulacaktır.

O’nun Sünnetinin ve Şeriat-ı Garrasının dünyaya hâkim olmasıyla; eğitim kurumları Besmele ile açılacak, derse Besmele ile başlanacak, İlimler Allah namına ve mânâ-yı harfi bakışıyla öğrenilecek/öğretilecek, böylece kardeşlik, sevgi bütün renklere, umum ırklara, milletlere, kabilelere, aşiretlere, milletlere hâkim olacaktır.

O eşsiz ve muhteşem insanın anlaşılmasıyla; mazlumlar gülecek, göz yaşları dinecek,zulüm/haksızlık/hukuksuzluk/ayrımcılık/kayırmacılık/ırkçılık/kavmiyetçilik/kafatasçılık fikri ve zihniyeti, bir daha dirilmemek üzere esfele gömülecektir.

Gönüllerde sevinç, ailelerde huzur, toplumda barış olacaktır.

O’nu anlamak mecburiyetindeyiz.

Çünkü; ihtilallerin, işgallerin, intiharların sebebi, O’nu anlamamaktan ve tabi olmamaktan kaynaklanmaktadır. Büyük devletlerin zalim, küçük devletlerin mazlum olmasının sebebi budur.  Aldatmaların, hıyanetlerin, cinayetlerin, hırsızlık ve kapkaç olaylarının, ar ve haya duygularından, güzel ahlaktan mahrum kalışımızın sebebi budur. . Kadınların dövülmesinin, sövülmesinin, taciz ve tecavüze uğramalarının sebebi budur. Aklımızı kaybettik. Aklımız Kur’an’dı, ruhumuz Hz. Muhammed’di (s.a.v). Bugün içine düştüğümüz kaosun, şehirlerimizdeki, Güneydoğu’daki anarşi ve terörün sebebi, Muhammedî ruhtan mahrum kalışımızdandır. Akıl baştan çıkınca insan nasıl deli oluyorsa; Kur’ân hayatımızdan ve dünyadan çıkınca sosyal hayatımız ve dünyamız da  yörüngesinden çıktı. Çünkü Ruh cesetten ayrıldı, akıl baştan gitti.

Çünkü O (a.s.m); Semâvî sadânın, burçlardan/kehkeşanlardan/ galaksilerden tâ atomlara kadar yankılanan güçlü ve rahatlatıcı nefesin varlık âlemine inen izdüşümüdür.

Bediüzzaman’a göre asır hasta, millet hasta, fert hasta. “Hasta bir asrın, hasta bir milletin, hasta bir ferdin reçetesi Kur’an’a uymaktır”

Çünkü bu millet ve vatan, hayat-ı içtimaiyesi ve siyasiyesi anarşilikten kurtulmak ve büyük tehlikelerden halâs olmak için, beş esas lâzım ve zarurîdir.

Birincisi: Merhamet.

İkincisi: Hürmet.

Üçüncüsü: Emniyet.

Dördüncüsü: Haram ve helâlı bilip haramdan çekilmek.

Beşincisi: Serseriliği bırakıp itaat etmektir.

Kardeşlik aşkına Allah’ı dinleyelim, Allah aşkına kardeş olalım!
“Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı yapışın ve birbirinizden ayrılmayın!” (Âl-i İmran 3/103).

İnsanlığın önünde tek bir çare ve seçenek var. O da; Yer kürenin, sema katmanlarının, on  sekiz bin âlemin sakinlerini kardeşlik ahlâkı ve sarsılmaz hukukuyla  dizayn eden İlâhî sırrın taşıyıcısı, uygulayıcısı, ilâncısı ve tebliğcisi sıfatıyla en mükemmel, en zirve, en münâsip, en yapıcı, en güvenilir  vasfıyla başlara tâc, gönüllere ilaç olmuş yüce ve seçkin bir şahsiyet Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e tâbi olmaktır.

İsmail Aksoy

Herkesin Bediüzzamanı..

Bediüzzaman Said Nursi zamanımızda etkisi gittikçe artan bir İslam alimidir. Herkes Bediüzzaman Said Nursi’de kendince ilginç bir taraf bulur. Herkes kendi penceresinden üstadı sever..

Beni her zaman kendisine hayran bırakan tarafı onun o akıl almaz analitik zihni ve İslam’a duyduğu özgüvendir. İslam bilginlerinden İmam Gazali’de ve Fahruddin Razi’de de benzer analizci yöntem ve özgüvenin başarıyla kullanıldığını görüyoruz. Bediüzzaman da bir konuyu araştırıyorsa, bize sunduğu geniş bilgi ve entelektüel alan içinde konunun tek bir ayrıntısını bile dışarıda bırakmaz. Sistematize eder, ana ve alt başlıklara ayırır, daha alt bölümlerle kılcal damarlarına iner. Bediüzzaman, Gazali gibi metodik yöntemi kullanan o harikulade yeteneği sayesinde bizi kendi hedeflediği sonuca varmaya adeta mecbur eder. Kendinizi kaptırırsanız yöntemi, üslubu ve analiz yeteneği size muhtevayı unutturabilir.

23 Mart 1960’ta aramızdan ayrılan Said Nursi’nin vefatının üzerinden uzun bir zaman geçti. Arkamıza dönüp de “Ondan geriye ne kaldı?” diye sorduğumuzda zengin bir bilgi ve düşünce mirası ile imrenilecek bir mücadeleyi buluyoruz. Ancak miras henüz açılmış, yani keşfedilmiş değildir. “Keşif” sözcüğünü kullanıyorum, çünkü aydın çevrelerin ve genç Müslüman nesillerin onu yeterince tanımadıkları bir gerçek. Bediüzzaman’ın bize bıraktığı miras hakikaten çok zengin ama kolayca harcanabilir. Bugüne kadar yapılageldiği gibi politik ve grup önyargılarından hareketle eğer mirası harcamayıp yerli yerinde kullanacak olursak bunun hayli besleyici bir miras olduğunu anlarız. Onu samimiyetle izleyen, eserleri uğruna acılara ve zorluklara katlanan öğrencilerine, sayısız şakirde, meçhul kahramana minnet borcumuz var.

Bediüzzaman’da gözlediğimiz önemli bir özellik, onu geleneksel İslam tefekkürüne ve ilimlerine olan derin vukufiyetidir. Kuşkusuz modern zaman Müslüman aydınının pek yabancısı olduğu söz konusu vukufiyet, kendinden ibaret kalsa büyük bir anlam ifade etmeyecekti. Buna yaşadığı çağı iyi tanıması, olaylara tanıklık etmesi ve Batılı düşünce ve bilimsel akımlardan yeterince haberdar olması özellikleri de eklenince Said Nursi’de ender bir mükemmellik şeklinde tezahür eder. Son iki yüzyılda İslam dünyasının sorunlarına çözüm arayan diğer Müslüman düşünürlerle mukayese edildiğinde Said Nursi, özel bir yetenek, farklı bir kişilik profili ortaya koyar.

Herkes gibi Üstad da kendi çağının ve İslam dünyasının sorunları üzerinde düşündü. Onun sorunlar üzerinde düşünme tarzının diğerlerinden bazı farklılıklar gösterdiğini tespit ediyoruz; onun teşhisi diğerlerinden farklı. Ona göre ekonomik ve teknolojik gelişmenin doruğuna ulaşan Batılı toplumlarda hakim düşünce materyalizmdir ve onların maddî kalkınmasını transfer etmek isteyen ülkelerde bu işlem ilk etkilerini bu alanda gösteriyor. Bediüzzaman, İslam’ın güç ve enerjisinin Batı’dakinden “daha iyi bir medeniyet“i ortaya çıkaracak kadar potansiyel varlığa sahip olduğuna inanıyor, ama onun hareket noktasını “medeniyet sevdası” teşkil etmiyor.

Şunu da biliyordu ki Müslümanların ve İslam dünyasının iç enerjisi tükenmek üzereydi; çünkü insanlar çoğunlukla farkında olmaksızın İslam’a olan inançlarını kaybetmişlerdi. Şu halde teşhisi doğru koymak gerekirdi ve bu sorunlar askeri, ekonomik, politik, ahlakî ve toplumsal da gözükse sonunda gelip “iman” meselesinde toplanıyordu. Geçmişte Müslümanlara şan ve şeref kazandıran, onlara büyük devletler ve medeniyetler kurduran bu büyük iman gücüydü. Bugünse Müslümanlar kendi öz varlıklarına karşı inançlarını ve özgüvenlerini kaybetmiş bulunmaktadırlar. Yapılması gereken iş İslam dünyasına ve Müslümanlara imanlarını iade etmek olmalıydı.

Bugün bile İslam dininin hakikatinden habersiz çoğu aydın çevre için bu teşhisin hayati değeri anlaşılabilmiş değil. Ama Bediüzzaman, 19. yüzyıl kalkınmasının kendine özgü kültürel, tarihî ve maddî temellerden koparılarak İslam dünyasına aktarılması durumunda katı bir pozitivizme ve materyalizme dönüşeceğini doğru tespit etmişti. O, yeni bir uyanışın peşindeydi. Belki de ilk habercilerden sayılır.

Bugün şu gerçekten eminiz, maddî kalkınmanın arkasında belli bir ruhsal ve entelektüel uyanış yatar. İslam dünyasında da uyanışın özünü oluşturan tevhid inancıdır.

Ali BULAÇ

(Zaman Gazetesi)

Kabul olmuş dualar, kapıyı açan anahtarlar..

Hepimiz dua ederiz. Çeşitli isteklerimizi Rabbimize yöneltiriz. Bazen kabul olur, bazen olmaz. Duaların kabul olmasında farklı etkenler vardır. Çeşitli örneklerle bunu anlamaya çalışalım.

Kabul olmuş dualar ile lgili bir yazı yazmayı çoktan düşünüyordum. Yaşadığım son örnekler artık yazının vaktinin geldiğini gösterdi. Önce sözlerden ilgili paragrafları birlikte okuyalım.

Dua bir sırr-ı ubudiyettir. Ubudiyyet ise, hâlisen livechillah olmalı. Yalnız aczi izhar edip, dua ile ona iltica etmeli. Rububiyyetine karışmamalı. Tedbiri ona bırakmalı. Hikmetine itimad etmeli. Rahmetini ittiham etmemeli. Evet hakikat-ı halde âyât-ı beyyinâtın beyânıyla sâbit olan: Bütün mevcûdât, herbirisi birer mahsus tesbih ve birer husûsî ibâdet, birer has secde ettikleri gibi; bütün kâinattan dergâh-ı İlahiyeye giden, bir duadır. Ya istidad lisaniyledir. (Bütün nebâtatın duaları gibi ki; herbiri lisan-ı istidadıyla Feyyaz-ı Mutlak’tan bir Sûret taleb ediyorlar ve Esmâsına bir mazhariyyet-i münkeşife istiyorlar.) Veya ihtiyac-ı fıtrî lisanıyladır. (Bütün zîhayatın, iktidarları dâhilinde olmayan hâcât-ı zaruriyyeleri için dualarıdır ki; her birisi o ihtiyâc-ı fıtrî lisanıyla Cevvad-ı Mutlak’tan idame-i hayatları için bir nevi rızık hükmünde Bâzı metâlibi istiyorlar.) Veya lisan-ı ızdırarıyla bir duadır ki: Muztar kalan herbir zîruh; kat’î bir iltica ile dua eder, bir hâmi-i meçhulüne iltica eder, belki Rabb-ı Rahîm’ine teveccüh eder. Bu üç nevi dua, bir mâni olmazsa daima makbuldür.

Dördüncü nevi ki; en meşhurudur, bizim duamızdır. Bu da iki kısımdır; Biri, fiilî ve hâlî; diğeri, kalbî ve kâlîdir. Meselâ: Esbaba teşebbüs, bir dua-yı fiilîdir. Esbabın içtimaı; müsebbebi îcad etmek için değil, belki lisan-ı hal ile müsebbebi Cenâb-ı Hak’tan istemek için bir vaziyyet-i marziyye almaktır. Hattâ çift sürmek hazine-i rahmet kapısını çalmaktır. Bu nevi dua-yı fiilî, Cevvad-ı Mutlak’ın isim ve ünvanına müteveccih olduğundan, kabûle mazhariyyeti ekseriyyet-i mutlakadır. İkinci kısım; lisan ile kalb ile dua etmektir. Eli yetişmediği bir kısım metâlibi istemektir. Bunun en mühim ciheti, en güzel gayesi, en tatlı meyvesi şudur ki: «Dua eden adam anlar ki: Birisi var; onun hâtırât-ı kalbini işitir, herşeye eli yetişir, her bir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına meded eder

İşte ey âciz insan ve ey fakir beşer! Dua gibi hazine-i rahmetin anahtarı ve tükenmez bir kuvvetin medârı olan bir vesileyi elden bırakma, ona yapış, â’lâ-yı illiyyîn-i insâniyete çık. Bir sultan gibi bütün kâinatın dualarını, kendi duan içine al. Bir abd-i küllî ve bir vekil-i umumî gibi iyyakenestain de. Kâinâtın güzel bir takvimi ol.(Sözler s.331-332)

Bu hafta sonu dört tane kabul olan duaya şahit oldum. İkisi insanda, diğeri hayvanda biri ise bitki de tecelli etti.

Vakıfta eski gazetelerin arasında yaklaşık altı ay önce bir tıp kitabına raslamıştım. Bu kitap tıp fakültesinde okuyan bir kardeşe lazım olur diye eski okunmuş gazetelerin yanıana koydum. O gün bu gündür kitabı verecek birini araıyordum. Cuma günü liseli kardeşlere ders yapmak için davet edilmiştik vakfa gittim, alt katta üniversitelilerin sohbeti olacaktı. O sohbete tıp fakültesinde okuyan bir kardeş geldi. Çağırdım yanıma geldi. Bak bu kitap senin işine yarar mı dedim. Bir karıştırdı.”Hocam Allah (cc.) razı olsun bende böyle bir kitap (kaynak) arıyordum.“dedi.

Diğer olay; evin terasında tam bir haftadır bir kedi durmadan bağırıyor. Biz yanına varınca bir yerlere kaçıyordu. Bu gün komşularla apartman kapılarını açtık. Arkasından da kovaladık. Açık olan kapının birinden çıktı gitti. Aşağıda arkadaşlarından birisi bekliyormuş birlikte çektiler gittiler. Demek ki onun bağırması bir fiili dua imiş yeni fark ettim. O kedi yukarıdan bağırdıkça aşağıdaki kediler Apartman kapısının önüne gelip bekliyorlardı. Aç kalmasın diye, süt ekmek ve ciğerde veriyorduk. Suda koymuştuk. Bunlara çok az rağbet ediyordu. Bağırmaya devam ediyordu. Tüm mahalle bu bağırtıdan rahatsız olmaya başlamıştı. Acıyorduk mahsur kaldı hayvancağız diye. Daha sonra kalan sütü indirdim aşağıya, demek ki onun rızkı imiş ki hemen geldi. Ona verdim artık.

Üçüncüsü ise Lale soğanlarının duası.Üstad hazretlerinin Mesnevi Nuriye’de şöyle güzel bir sözü var.”Her bir varlık için bir kemal noktası tayin etmiştir Rabbimiz. O noktaya varması için o canlıya her türlü yardımı yapıyor. Geçmişteki baş örtüsü yasağı sebebiyle Hollanda’ya okumak için giden kızım. Yaz tatiline gelirken Bursa’ya lale soğanları getirmişti. Biz onları bir kenara koymuştuk. Fakat unuttuk nereye koyduğumuzu. Ev sahibi su sayaçlarını ayırmak istediğini söyledi. Sayaç takılacak yerin önünde de kitaplık vardı. Mecburen o kitaplığın yerini değiştirdik. Bu sırada ortaya çıktı lale soğanları. Hilafsız hepside çillenmiş filiz çıkarmışlardı. Kendilerini isbat etmek istiyorlardı.Ve Rabbim bu gün lale soğanlarını toprakla buluşturdu. Elhamdülillah.

Bu yaşadıklarım bana Üstad hazretlerinin arabasını tamir eden Bursa’daki Ömer Ustanın (Ömer Ekler) bir hatırasını yad ettirdi.

Ömer ağabeye Tahiri Mutlu ağabey üstadın arabasını tamir için getirmiş. Kendi tamirhanesi yok. Tabiki başka birirnin tamirhanesinde tamir etmiş arabayı. Tahiri ağabey Yeşil Şible dershanesinde kalıyormuş. Şimdi Ömer Usta kendi kendine düşünüyor “Ben, şimdi üstadın arabasından nasıl tamir parası alırım.” diye. Bu halde dershaneye geliyor. Kapıdan girerken Tahiri Mutlu ağabey, Ömer Usta’nın sırtını sıvazlıyor. Ömer kardeş üstadın arabasından artık para almazsın değil mi?”diyor. Tamam almayacağım da yalnız bana dua et de benim de bir tamirci dükkanım olsun. ” diyor.

O gece Tahiri Mutlu ağabey güzel bir dua ediyor. Sabah kiralık dükkan ararken; Üstadın arabasının tamir edildiği dükkanın bitişiğindeki Sivaslı birine ait çok büyük bir cam dükkanı boşaltılmış. Normalde çok tembel olan dükkan sahiplerinden biri de o gece canla başla çalışıp dükkanı boşaltmışlar. Ömer Usta soruyor niye boşalttınız diye. Onlarda: Bizde bilmiyoruz niye boşattığımızı.” diyorlar.

Evet duayı yapan kim? Bediüzzaman sadakatle hizmet eden Tahiri Mutlu ağabey. Böyle sadık bir müminin ve talebenin duasını Rabbimiz redder mi?

Son bir örnek: Osman Zengin ağabeyin derse götürdüğü komşusunun Allah cc. razı olsun. Duasından sonra geçirdiği trafik kazasında arabanın işe yaramaz hale gelmesine rağmen kendisinin sağ-salim kurtulması olayı da kabul olmuş bir dua misalidir.

Kısaca dua, rahmet hazinesinin anahtarıdır. Yeter ki Rabbimizden istemesini bilelim. Yani ne isteyeceksek ihlasla, samimi bir şekilde isteyelim. Ve de O’na teslim olup, tevekkül edelim.

İşte ey aciz insan ey fakir beşer! Dua gibi hazine-i rahmetin anahtarı ve tükenmez bir kuvvetin medarı olan bir vesileyi elden bırakma. Ona yapış alayı illiyin-i insaniyete çık.

Erdoğan AKDEMİR

erdoganakdemir@mynet.com

Hoş Geldin Ya Resulallah

Hoş geldin Ya Resulallah

Hoş geldin dünyamıza

Hoş geldin çağımıza

Hoş geldin aramıza

 

Bereketlendirdin varlıkları

Umutlandırdın günahkârları

Baş tacısın kâinatın

Sebebisin mevcudatın

 

Kaynağısın şu hayatın

Müjdeyle geldin günahkârlara

Afla geldin isyankârlara

Mürüvvetle geldin zulümkârlara

 

Hakikat güneşi oldun

İnsanlığın kalbine doğdun

Karanlıkları nura boğdun

 

Gece ve gündüzlerin rengi değişti

Duygu ve düşünceler derinleşti

Sözler ve lezzetler enginleşti

Getirdiğin nur her yere ulaştı

 

Sen doğdun putlar devrildi

Kisranın sarayı çatır çatır yıkıldı

Mecusilerin bin yıllık ateşi söndü

San’a gölü kuruyup çöle döndü

 

O günden beri her yer nurlu

Sana iman eden müminler huzurlu

Hak geldi batıl zail oldu

Ehli küfür karanlıklarda boğuldu

 

Salat – Selam Sana olsun

Al ve Ashabına olsun

Ey kâinatın Efendisi

Ey Allah’ın Resulü

Ey Rabbimin Sevgili Kulu

Ey gözlerimin Nuru

Ey gönüllerin süruru

Hoş geldin Ey Sevgili

Hoş geldin Ya Resulallah

 

Ahmet TANYERİ – DİYARBAKIR

www.NurNet.org