Kategori arşivi: Yazılar

Hoş Geldin Ya Resulallah

Hoş geldin Ya Resulallah

Hoş geldin dünyamıza

Hoş geldin çağımıza

Hoş geldin aramıza

 

Bereketlendirdin varlıkları

Umutlandırdın günahkârları

Baş tacısın kâinatın

Sebebisin mevcudatın

 

Kaynağısın şu hayatın

Müjdeyle geldin günahkârlara

Afla geldin isyankârlara

Mürüvvetle geldin zulümkârlara

 

Hakikat güneşi oldun

İnsanlığın kalbine doğdun

Karanlıkları nura boğdun

 

Gece ve gündüzlerin rengi değişti

Duygu ve düşünceler derinleşti

Sözler ve lezzetler enginleşti

Getirdiğin nur her yere ulaştı

 

Sen doğdun putlar devrildi

Kisranın sarayı çatır çatır yıkıldı

Mecusilerin bin yıllık ateşi söndü

San’a gölü kuruyup çöle döndü

 

O günden beri her yer nurlu

Sana iman eden müminler huzurlu

Hak geldi batıl zail oldu

Ehli küfür karanlıklarda boğuldu

 

Salat – Selam Sana olsun

Al ve Ashabına olsun

Ey kâinatın Efendisi

Ey Allah’ın Resulü

Ey Rabbimin Sevgili Kulu

Ey gözlerimin Nuru

Ey gönüllerin süruru

Hoş geldin Ey Sevgili

Hoş geldin Ya Resulallah

 

Ahmet TANYERİ – DİYARBAKIR

www.NurNet.org

Ders Başlıyor!

Bu yazı: “Kızıl Meydan’dan Kıbleye Hidayet Hikayesi” başlıklı yazımızın 7. Bölümüdür. Yazının diğer bölümlerine ulaşmak için tıklayınız…

SOFİA’NIN Hastalar Risalesi’ni defalarca okuması, olağanüstü bir şekilde maddi hastalığının iyileşmesine sebep olmuştu. Ayrıca, manevî bakımdan da hidayetine vesile olmuştu. Resul ile aralarındaki buzlar erimekle kalmamış, sıcak bir dostluğa dönüşmüştü. Resul, tam da kendi hallerini anlatan şu âyeti hatırlayarak Allah’a şükretti:

Allah’ın dinine ve Kur’an’a hep birlikte sımsıkı sarılın; ayrılığa düşüp dağılmayın. Bir de, Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın ki, siz birbirinize düşmanken, O sizin kalplerinizi kaynaştırdı da, Onun nimeti sayesinde kardeş oluverdiniz. Siz ateşten bir çukurun kenarındaydınız; Allah sizi oraya düşmekten kurtardı. Doğru yola erişesiniz diye, Allah size ayetlerini işte böyle açıklıyor.” (Al-i İmran Suresi, 103)

Risaleler’den Radyoevinde haftada bir program yapmak üzere karar aldılar. Resul de kendisinden günde bir saat diksiyon dersi alacaktı. Resul, her gün radyoya gidip, bu ünlü spikerden Rusça diksiyon dersi almaya başladı. Özellikle dudak tembelliğini gidermek için kalemi dudaklarının arasına yerleştirerek yaptığı temrinler, Resul’ün çok garibine gidiyor ve kendini gülmekten alamıyordu.

Fakat Sofia işinde kararlı ve ciddi idi. Resul’e sıkı ve hızlı bir eğitim uyguladı. Bir hafta içinde telaffuzu bir hayli düzeldi. Sofıa Resul’deki bu hızlı gelişmeden çok memnun oldu. Bir an önce programa başlamak istedi. Bir yandan diksiyon derslerine devam ederken öte yandan, Radyoda “Nur’dan Damlalar” adını verdikleri programlarına başladılar.

Tebliğ Hediyeleri

Bu arada Abdülkerim, Cuma namazı için camiye her gidişinde, orada satılan İslam motifli hediyelerden birini alıp Sofia’ya getiriyordu. Hediye bazen Mekke-Medine resimli bir tablo, bazen bir çalar saat oluyordu. Bir defasında İslam’da kadın haklarından ve tesettürden bahseden bir kitap ve namaz ilmihali getirmişti.

Sofia her ne kadar iman konusunda bilgilenmiş olsa da, henüz İslam’a yabancı, tesettür ve namaz gibi konulara uzaktı. Bu yüzden Resul, Abdülkerim’in aldığı bu iki hediyeyi zamansız görse de ses çıkarmadı. “Bir bildiği vardır” diye düşündü.

Programlara Büyük İlgi Var

Nur’dan Damlalar” programı, beklenenden de büyük bir ilgi gördü. Canlı yayına katılmak isteyen dinleyiciler yüzünden telefonlar zaman zaman kilitleniyordu. Bu arada dinleyicilerden ilginç sorular geliyordu. Sorular genellikle iman konularına dairdi.

Sofia, gelen soruları Resul’e aktarıyor, o da Risaleler’den yerlerini bulup okuyarak cevaplandırıyordu.

Sofia Valentinovna, yaptığı bu hizmetine bütün benliği ile sarılmıştı. Zira hayatında bu kadar benimseyip içten gelerek yaptığı bir iş yoktu. Bu yüzden programa büyük önem vermişti ve her defasında çok ciddi hazırlanıyordu. Sonraki haftayı adeta iple çekiyordu. Sofia, gerek mektup ve e-mail gerekse telefon yoluyla gelen sorulan ve dilekleri asla cevapsız bırakmıyordu.

Ayrıca Resul’le birlikte doldurmuş oldukları kasetlerden ve Rusça Risaleler’den bizzat kendi parasıyla satın alarak dinleyicilerin adreslerine postalıyordu. Böylece yayın yoluyla yapılan hizmeti, daha yaygın ve verimli hale getiriyordu.

Risaleler Silahlarla Yer Değiştirecek!

NOVGOROD’DA akşam oldu. Namazın ardından Cemalov ders yapacağı salona oturup gelecek olan kişileri beklemeye başladı. Fazla zaman geçmeden zil çaldı.

Nikolay, eliyle Cemalov’a oturmasını işaret ederek dış kapıya yöneldi. Cemalov, içeri girenleri oturduğu yerden göremiyordu.

Fakat seslerinden beş veya altı kişi olduklarını tahmin etti. Bu arada şangır şungur şeklinde bazı sesler kulağına geldi. Merakı iyice arttı. Gelenleri merak ederken o zamana kadar hiç görmediği garip kılıklı kişiler salona girmeğe başladılar. Gömlekleri, pantolonları, hatta çoraplarına varıncaya kadar baştan aşağı deri giyinmişlerdi. Yakalarında bir takım demir askılar vardı.

İçeri giren, ses çıkarmadan Cemalov’un karşısına geçip dizüstü oturdu.

Yüzleri bir yöne dönük, adeta put gibi duruyorlardı. Cemalov “hoş geldiniz” diye bir şeyler söyleyecek oldu, fakat pek karşılık alamadı.

Bunlar in mi, cin mi?” diye düşünürken Nikolay içeri girdi ve Cemalov’a derse başlamasını işaret etti. Cemalov daha önce hiç böyle bir ders yapmamıştı. Durumu biraz yadırgasa da, denilene uymak zorundaydı. Bir Risale açıp okumaya başladı. Adamlar hiç kıpırdamadan dinlediler, pek de tepki vermiyorlardı. Nihayet ders bitti, çaylar ikram edildi. Sıra herkesin dağılmasına geldi. O sırada Cemalov da onları yolcu etmek için peşlerinden gitti. Bir de ne görsün, masanın üzeri uzun namlulu silahlarla doluydu! İçine bir korku düştü. Karanlık adamlar gecenin karanlığına dalıp gittiklerinde endişesi sesine yansıdı:

– Nikolay ne oluyoruz, bu silahlar da neyin nesi böyle, dedi. Nikolay parmağını dudağına götürüp Cemalov’a sus işareti yaptıktan sonra emin bir tavırla konuştu:

– Bak Cemalov, bu silahlar, içerdeki silahlarla (Risalelerle) yer değiştirecek!

Bunun üzerine Cemalov biraz rahatladı. Bu cesur ve garip adama duyduğu hayranlık daha da arttı.

Cemalov Novgorod’da alışmadığı tarzdaki bu derslere bir müddet daha devam etti. Güneş karşısında eriyen kar gibi, bu soğuk iklimin insanları Risale-i Nur’un kalpleri ısıtan nuruna muhatap oldukça adeta eriyor ve şekil değiştiriyordu. Kısa zaman sonra gelenlerden üçü Müslüman oldu. Eski hallerini terk edip, namaz kılmaya ve Risaleleri okumaya başladılar. Diğerleri ne yazık ki, alıştıkları o hayatın karanlığından kurtulamadılar. Bir gün otomobille yuvarlandıkları nehirden ölü olarak çıkarıldıkları haberi geldi.

Koli Koli Silah

Nikolay, geçmişte insanlar için hep fenalık düşünürken artık devamlı hizmeti düşünüyor ve karanlıkta kalmışlara Nurları götürmek için çırpınıyordu. Bunun için, her gün bir kurmay gibi hizmet planlan yapıyor, yeni stratejiler geliştiriyordu. Seyyiatta kullandığı kabiliyetlerini şimdi hasenat yolunda kullanıyordu. Bu arada dönüşüne sebep olan hapishaneyi ve oradakileri unutmadı. Onlara şükran borcu olduğunu düşünerek Risaleleri onlara da ulaştırmak istedi. Bu maksatla, hapishanenin kütüphane sorumlusunu ziyaret etti. Rusça’ya tercüme edilmiş Risaleler’den bir kısmını verip mahpuslara okutturmasını söyledi. Daha sonra durumun ne olduğunu anlamak için gittiğinde, kitapların çok beğenildiğini ve elden ele dolaştığını öğrendi.

Her yeni hizmet, Nikolay’ın hızını biraz daha artırıyordu. Yeni hedeflere koşmasına sebep oluyordu. Bu defa, Rusça’ya tercüme edilmiş Risaleler’in hapishane kütüphanesine konularak daha çok kişinin istifadesine sunulması için harekete geçti. Fakat bu düşüncesinden Cemalov’a bahsetmedi. Çünkü çoğu tasarılarını kendinde saklıyor, olgunlaşıp belli bir noktaya gelmeden kimseye açmıyordu. Bir gün gelip, Cemalov’a aniden:

– Haydi, Petersburg’a gidiyoruz, dedi.

– Hayrola, ne yapacağız? Avuçlarını ovuşturarak:

– Silah alacağız silah, dedi.

Nurları tanıdıktan sonra maddi silahları bir kenara bırakan Nikolay, manevî cihatta sarıldığı Risaleler’e silah adını vermişti.

– Tamam, gidelim.

Otomobiline atlayıp Petersburg’un yolunu tuttular. Dershaneye varınca biraz soluklandıktan sonra, sıra kitap ayırmaya geldi. O güne kadar Rusça’ya altı kitap tercüme edilmişti. Cemalov, Nikolay’ın kütüphaneye kitap alacağı niyetinden habersiz olduğu için, her birinden üçer beşer tane alacaklarını sanıyordu. Çünkü bulundukları yerde fazla bir cemaat yoktu. Fakat Nikolay kitapları yüzer yüzer kolilere doldurmaya başlayınca,

– Ne yapacaksın bu kadar kitabı Nikolay, dedi.

– Silahın fazlasından zarar gelmez!

– İyi de kaç kişiyiz, bu kadarına ihtiyaç yok. Bitince yine gelir alırız…

– Parasını ben vereceğim, sen karışma!

Cemalov, bu gizemli adamın “Yine bir bildiği vardır” diye düşündüğünden üstelemedi.

Nikolay çıkan her kitaptan yüzer tane kolilere doldurdu. Taksinin bagajı ve arka koltuklar kolilerle doldu. Hatta bu yüzden yol boyunca kitap kolileri enselerine değip duracaktı.

Nikolay, devamlı büyük düşünür ve büyük adım atardı. Engel tanımazdı. Bir hedefe ulaşınca başka bir hedefe odaklanırdı.

Şehre vardıklarında dershaneye uğramadan doğru hapishanenin yolunu tuttular. Varır varmaz Nikolay, kütüphane müdürünü çağırttı. Adamın haberi vardı, kitapları beklemekteydi.

– Tamam mı, kitapları getirdiniz mi, dedi.

– Getirdik, deyince kolileri kütüphaneye taşımaya başladılar. Cemalov, olup biteni hayretle seyrediyordu.

Kitapların hepsinin hapishaneye getirilmesine şaşırmıştı. Bir ara Nikolay’dan habersiz kütüphane sorumlusuna yaklaşıp, sordu:

– Bunları ne yapacaksınız?

– Mahpuslara dağıtacağız.

– Dağıtacak mısınız?

– Evet.

Cemalov, kitapların dağıtılması halinde kıymetini bilmeyenlerin eline geçip zayi olacağını düşünerek,

– İhtiyaç duyan olur, duymayan olur. İlan etseniz de isteyen gelip alsa, daha iyi olmaz mı, diye teklifte bulundu.

Bu teklifi Nikolay da makul buldu.

– Tamam, dediğin gibi olsun, öyle yapalım, dedi.

***

İlginç manzara

GÜN Resul programa yetişmek için acele etmişti. Fakat programdan önce gelen Risale paketini almak için havaalanına uğraması gerekmekteydi. Resul, “Kitap kolisini alıp oradan programa yetişirim” düşüncesiyle havaalanına gitti. Fakat yoğun trafik sebebiyle programa geç kaldı. Sofia, dakik olduğundan beş dakika bile beklemeden programa başladı.

Resul nefes nefese radyodan içeri girdiğinde Sofia’nın sesi kulağına geldi. Sofia Resul’ün geciktiğini düşünerek yayına başlamıştı bile. Fakat Sofia’nın sesinde o gün her zamankinden farklı bir hal vardı. Okuduğu metni benimseyen bir edayla, içtenlikle okumaktaydı. Üstelik o gün Tesettür Risalesi’nden ders yapıyordu. Aralarda, ancak inanmış ve tesettürün hakkaniyetini kabul etmiş bir Müslüman’ın yapabileceği açıklamalarda bulunuyordu.

Resul, bu düşüncelerle stüdyonun kapısına vardığında o güne kadar hiç rastlamadığı manzara ile karşdaştı. Bütün radyo çalışanları stüdyonun önüne toplanmış, yayında olan Sofia’yı seyretmeğe çalışıyordu. Resul ne olup bittiğini anlamadan çalışanların, “Çabuk içeri gir, geç kaldın” sözleri ile karşılaştı. Stüdyodan içeri girdiğinde ise gördüğü manzara karşısında şaşkına döndü ve çalışanların neden stüdyonun önünü doldurduklarının sebebini anladı. Evet, Sofia Valentinovna “Tesettür Risalesi” dersini yaparken, bir Müslüman kadın gibi baştan aşağı tam tesettüre bürünmüştü! Resul onu bu halde görünce olduğu yerde dondu. Hatta dili tutuldu ve bir süre ne diyeceğini de bilemedi. Sofia, Resul’ün bu şaşkın halini fark etti, eliyle gelip okumasını işaret etti. Fakat Resul’de ne hareket etmeye ne de okumaya mecal yoktu.

Program sona erdiğinde Resul, bir parça kendisine geldi ve dilinden gayr-i ihtiyari şu cümle döküldü:

– Sofia Hanım, çok değişmişsiniz?

Buna karşı Sofia, Resul’ün şaşkınlığını daha da artıran bir cümle ile cevap verdi:

– Artık Sofia yok Resul, Meryem var!

Resul, kısa zaman önce bu stüdyoda kendisinden işittiği azar ve hakaretleri hatırladı. Demek bir kimse ne kadar koyu bir ateist de olsa, Allah’ın hidayeti eriştikten sonra kısa zamanda bu hale gelebiliyordu. “Tesettür ona ne kadar da yakışmış ve onu nasıl bir masumiyete büründürmüştü” diye düşünürken, Sofia:

– Resul, galiba kelime-i şahadet de getirmek lazım değil mi, dedi. Resul bu sözleri işitince Sofia’nın rol yapmadığını ve gerçekten Müslüman olmaya karar verdiğini anladı. Gözlerinden sevinç gözyaşları akmaya başladı. Sofia:

– Stüdyodan çıkmadan hemen burada kelime-i şehadet getirelim, dedi. Ve ikisi birden gözyaşları içinde, Novgorod şehrinin radyo binasının üçüncü katındaki stüdyoda “Eşhedu en lâ ilahe illallah ve eşhedu erine Muhammeden abduhû ve Resuluhû” dediler.

Çok değil bir ay önce kavga ile başlayan dostluk, kelime-i şahadetle noktalanmıştı. Kalpleri sımsıcak İslam kardeşliği ile birbirine bağlandı. Sonsuza dek sürecek bir iman kardeşliği kuruldu.

Ah o stüdyoda getirilen kelime-i şehadet… Resul’ü, hayatında hiçbir şey Rus şivesiyle getirilen bu kelime-i şehadet kadar etkilememişti. Çünkü onun kısa zamanda bu derece bir değişim geçirebileceğine ihtimal vermemiş ve onun hidayetini hep imkânsız görmüştü. Oysa Sofia Valentinovna bu gerçeğin yeni ve canlı bir şahidi olarak karşısında duruyordu, hakkında düşünüp söylediklerinden dolayı pişmanlık duydu ve Allah’tan istiğfar etti.

Üstad’a Ağlar

Sofia ile başladıkları radyo programları üzerinden yaklaşık on hafta geçmişti. Artık Sofia sadece program yaparak değil, her geçen gün öğrendiklerini hayata geçirerek tam bir mümin ve Müslüman olarak yaşamaya başlamıştı. Lisan-ı haliyle de İslam’ı tebliğ ediyordu. Okuduğu Nur Risaleleri’yle her geçen gün biraz daha olgunlaşıyor ve kalbi yumuşuyordu.

Cuma günleri Resul’ün kaldığı dershaneye gelerek onları dışarı çıkarıyor; içeri girip dershanenin odalarını baştan sona silip süpürüyor ve kendi eliyle kardeşlere yemekler hazırlıyordu.

Risale-i Nur okudukça ve Üstad hakkında yeni şeyler öğrendikçe Sofia’nın şevki daha da artıyordu. Hele Üstad Bediüzzaman’ın yaşadığı çileli hayatın hatıralarını öğrenmeye kalbi dayanamıyor, okudukça gözlerinden yaşlar akıyordu. Hidayetine vesile olan Üstad’a öylesine minnettar olmuştu ki, resmini bile yanından ayırmıyordu. Öyle ki, ne zaman Üstad’ın ismi geçse gözleri yaşla doluyordu.

Bir defasında Resul ile program sonrası söz yine Üstad’dan açıldı. Üstad’ın hayatından konuştular. Rusça basdan Ayetü’l-Kübra’nın sonunda Üstad’ın kısa bir biyografisi vardı. Sofıa Resul’den orayı okumasını istedi. Resul kendisinin daha iyi okuduğunu söyleyerek kitabı Sofia’ya uzattı. Sofia Hanım okumaya başladı. Özellikle, “Bana, ‘Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim, karşımda müthiş bir yangın var, alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeğe, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış, ne ehemmiyeti var? Bu büyük yangın karşısında bu küçük hadise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler” ifadelerini okurken, Sofıa hıçkırıklara boğulmuş, Resul de onun bu haline dayanamayıp, soluğu yan odada almıştı.

Evet, bir kalbe iman girdiğinde, onu işte böyle eritip, nurlandırıyordu. Bu gerçeğin en çarpıcı örneği Sofia Valentinovna’ydı.

devam edecek…

Vicdan hep doğruyu söyler. Bediüzzaman çağın vicdanıdır

Bediüzzaman Said Nursî, yaşadığı çağa damgasını vurmuş büyük bir şahsiyet… Yirminci yüzyıl Türkiye’sini değerlendirirken onun izlerini görmemek mümkün değil. Bediüzzaman sadece Türkiye’de değil dünyada yaşanan değişimlere de etki etmiş bir isim. Zaman geçtikçe de hem Türkiye hem de dünya üzerindeki etkileri artarak devam ediyor. Bugün Türkiye’de ve dünyada sayıları giderek artan milyonlarca takipçisi bunun en büyük göstergesi…

Hal böyle olmasına rağmen gerek Bediüzzaman’ın kendisi gerekse telif ettiği Risale-i Nur hakkında yeterince bilimsel çalışma yapıldığını söyleyebilmek zor. Bediüzzaman ve onun başlatmış olduğu hareket hakkında sosyolojik, psikolojik, felsefi anlamda yapılan çalışmaların yeterli olduğunu maalesef söyleyemiyoruz. Ancak son zamanlarda yapılan bazı çalışmalar bu alanda bazı eksikleri gidermeye başladı.

Bu son çalışmalardan birisi de Psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan tarafından kaleme alındı. Prof. Dr. Nevzat Tarhan, Nesil Yayınları arasında çıkan “Çağın Vicdanı Bediüzzaman” isimli eserinde Bediüzzaman’ın yetiştiği ortamları, yaşadığı olayları, sosyal çevresini, liderlik özelliklerini, ortaya koyduğu fikirlerini ve bunların topluma yansımalarını bilimsel metotlar ve veriler ışığında inceliyor. Eser, Bediüzzaman’ı ve onun fikirlerini anlama açısından tam bir başucu kitabı ve kaynak bir eser olacak nitelikte… Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki; Bediüzzaman’ı ve fikirlerini anlamak isteyen birisinin mutlaka bu kitabı okuması gerekir.

Niçin “Çağın Vicdanı”?

Vicdanın “ne yapmak gerektiğini söyleyen iç ses, yanlış yapmaktan koruyan iç bekçi, hiçbir şey yapmama yanlışından koruyan iç ölçü, nasıl yapacağını anlatan bir iç eğilim” olduğunu söyleyen Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Bediüzzaman bu toplumun vicdanı olarak yaşamış, çağın ‘vicdanî normlarını’ tanımlamış ilginç ve sıra dışı bir kişilik. Eserleri ‘fen ilimleri ile din ilimlerini’ bir arada açıklama iddiasındaydı, muhakkak incelenmeliydi. Din ve bilimi bu derece barıştırmayı başarmış ‘hazine eserler,’ pozitif bilim bakışıyla eleştirilerek ve yorumlanarak değerlendirilmeliydi” diyor.

Pozitif bilim disiplininde yetişmiş, hemen hemen hiç din eğitimi almamış birisi olarak çıktığı “keşif yolculuğu“nda Risale-i Nur eserlerinin olağanüstü bir rehberlikle zihnini ve yolunu açtığını ifade eden Prof. Tarhan, “İlginç olarak yeni psikoloji bilgileri ve sosyal sinirbilim verileri ile Bediüzzaman’ın öğretisi arasında müthiş benzerlikler vardı. Nursî’nin başlattığı hareket ve bıraktığı eserler, sadece dinî bir hareket ve eserler değil; psikolojik, sosyolojik, felsefî boyutlarıyla birlikte, ilginçtir, ‘sosyal nörobilimi’ öngörmüş bir hareket ve eserlerdir” ifadelerini kullanıyor.

Prof. Tarhan, “Çağın Vicdanı Bediüzzaman” kitabını kaleme alma gerekçesini şöyle anlatıyor: “Bediüzzaman ve Risale-i Nur’da bulduğum bu bilgileri okuyup kendime saklayamazdım, çünkü kendimi borçlu ve sorumlu hissediyordum. Herkes benim kadar şanslı olamayabilir; gerçekleri arayanlara vasıta ve vesile olmam gerekir, diye düşündüm.

Prof. Dr. Nevzat Tarhan’ın Bediüzzaman Said Nursî, eserleri ve ortaya koyduğu hareketle ilgili yaptığı değerlendirmelerden bazıları satırbaşlarıyla şöyle:

Bediüzzaman’ın çocukluğu ve benliği

Bediüzzaman’ın özgeçmişine baktığımızda, egosunu geliştiren şartların zor ve değişik ortamlar olduğunu görürüz. Bitlis’e yaya olarak yedi saat uzaklıkta, Nurs köyünün yoksul ortamında büyümüştür. O dönemde Doğu’da eğitim olarak sadece medrese sistemi bulunmaktadır. Ağabeyleri o medreselere gidip eğitim alırlar. Said Nursî de o medreselere kısa dönem de olsa devam eder, fakat eğitim sistemini sorgular. Daha küçük yaşlardan itibaren muhalif tarzı dikkat çekmeye başlar. Bu tutumu annesini endişelendirirken, babasının ise yüreklendirici etkisi görülür.

Bediüzzaman’ın babası Mirza Efendi’nin tarlaya gidip gelirken başkalarının ekinlerini yememesi için hayvanlarının ağızlarını bağladığı anlatılır. Bunun gibi ciddi ahlakî değerler, onun hayatına model olmuştur. Formel akademik bir eğitim almamıştır fakat ahlakî eğitimin ön planda olduğu bir ortamda büyümüştür. İyi insan olmanın temel alındığı şartlarda yetişmiştir.

Çocukluk travması olan kişiler, duygusal ihmal yaşamış, herhangi bir şekilde değersizleştirilmiş, aşağılanmış, mutluluğu dışarıda aramış olabilirler. Bediüzzaman’ın hayatına baktığımızda duygusal örselenme ve travma diyebileceğimiz bir veri yoktur. Tam tersine koruyucu, şefkat veren annelik tarzı ile ilme ve okumaya yönlendiren baba ve ağabeylerin cesaretlendirici tavırları görülmektedir. Bu konuda kendisi de, “Ben şefkat, merhamet dersini annemden; hikmet, nizam ve intizam dersini de babam Mirza’dan almışım” demektedir. Hayatında dengeli ve akıllı cesaret örnekleri görülmektedir.

(Çağın Vicdanı Bediüzzaman, s. 25-26)

Eğitimde Bediüzzaman modeli

Üç ayrı zamanda gerekli girişimlerde bulunduğu halde bir türlü istediği üniversiteyi kuramayan Said Nursî, bütün vatan sathını mektep yaparak, evleri üniversite haline getirir.

Fen bilimleri ve din ilimlerini birleştiren küçük küçük dershaneler kurmayı başarır. Bu hareketin ölçülerini, standartlarını belirler ve ‘lahika’ adını verdiği, mektuplarını bir araya getiren kitaplarında yazar. Bununla ilgili uygulamalar konusunda talebeleriyle mektuplaşarak dershane tarzındaki evlerde din ilimleri ile pozitif ilimlerin birlikte işlenebileceği eğitim modelini oluşturur.

Bediüzzaman Modeli de denilebilecek, formel olmayan bu eğitim tarzı, formel eğitimin dinî bilgilerdeki eksiğini de tamamlar. Formel yoldan hayata geçiremediği eğitim modelini Bediüzzaman, enformel, yani gayriresmî ama meşru bir yolla, yasalara aykırı olmayacak şekilde uygular ve öğrenciler yetiştirir. Bu öğrenciler sadece lise, üniversite talebeleri değildir.

Esnaf, köylü, çiftçi vatandaş da bu grup içinde yer almaktadır. Önce yazarak, sonra müzakere ederek, onlarla birlikte defalarca okuyan Bediüzzaman, bu okumalardan kendisinin de istifade ettiğini her zaman dile getirir. Böylece kendi kitaplarının da talebesi olur. Uyguladığı bu yöntemde hem ortaya çıkarttığı hakikat, hem de kullandığı metot kendisine özgüdür. İslam tarihinde bu metotla Kur’an’ın ve imanî bilgilerin öğretildiği başka bir hareket tarzına rastlanmaz.

Bediüzzaman’ın bu metotla yetişen talebeleri Anadolu’nun her tarafına yayılır; birçoğu hapislere girer, yargılanırlar ve beraat ederler. Fakat sonunda Bediüzzaman’ın bu eğitim tarzı ve fikirleri Anadolu’da ciddi kabul görür.

Bediüzzaman geliştirdiği eğitim modelini hayatının gayesi olarak belirlerken meslekî egosunu tatmin etmemeyi seçmesi dikkat çekicidir. Çok iyi bir alim imajı vermek isteseydi, klasik bir tefsir yazardı. Bediüzzaman, baştan sonuna kadar Kur’an’ın tefsirini yazmak için; her ayetin mucizeliğini göstermek gerektiğini biliyordu. Onun için sadece klasik ve lafzî bir tefsir yazmadı. Anahtar bir tefsir olarak Risale-i Nurları yazdı. Meslekî hocalık yahut da kendi egosunu tatmin gibi bir yolu seçseydi, büyük bir klasik eser ortaya çıkarır; bu eseri de kütüphanelerin ve ilahiyat fakültelerinin başköşesinde referans kitabı olarak bulunurdu. Bediüzzaman böyle bir yolu tercih etmedi.

Bir toplumsal dönüşüm ihtiyacını gören Said Nursî aktivist olarak da hareket etmiştir. Kendi egosunu ve meslekî kariyerini ikinci planda tutup, davasını, ideallerini ve sosyal ihtiyaçları birinci planda tutmasına gerekçe olarak ise ihlası göstermektedir. Kendi şahsî ihtiyaçlarından çok daha önemli olarak toplumun ihtiyaçlarını görmesi, Bediüzzaman’ın çağdaş ilim adamlarından farklı yönünü ortaya koyar.

(Çağın Vicdanı Bediüzzaman, s. 32-33)

Bediüzzaman’ın öğrenme modeli

Bediüzzaman’ın kendini geliştirme faaliyetinde dikkati çeken önemli bir özelliği daha vardır. Sıralı, formel bir eğitim almayan Said Nursî’nin okuması çok iyi, fakat yazması kötüdür. Bu öğrenme modeli onun farklı bir eğitime tabi olduğunu gösterir.

Tıpta disleksi diye bilinen bir öğrenme bozukluğu vardır. Albert Einstein, Leonardo da Vinci gibi ünlülerin disleksili olduğu bilinmektedir. Disleklili kişilerin özelliği, yazılı ifade konusunda çok başarılı olmamaları, fakat sözel ifade konusunda yüksek başarı gösterebilmeleridir. Yazarak ifade edemediklerini sözel olarak ifade edebilirler. Bu durumda disleklisi kişilerde farklı bir öğrenme modeli ortaya çıkar. Sözel ve görsel öğrenmenin yüksek olduğu, fakat yazılı ifadenin düşük olduğu bu kişilerin beyninde farklı bir öğrenme modelinin ve deha adacıklarının olduğu görülür. Bu kişiler okudukları bir parçayı hemen akıllarında tutabilirler, bir sayfayı okuyup beş dakika sonra aynısını tekrar edebilirler. Bediüzzaman’da da görülen bu öğrenme modeli, onun bu çağda farklı bir yöntem geliştirmesini sağlamıştır. Bilgileri çok kolay aklında tutabilmiştir. Mucizat-ı Ahmediye Risalesi adlı eserini yazarken, binlerce hadis içinden Hz. Peygamber’in mucizeleriyle ilgili üç yüzün üstünde hadis-i şerifi kaynakları ve ravileriyle birlikte nakletmiştir. Bu risaleyi yazdırırken yanında hiçbir kitap bulundurmadığı gibi, eserin yazımını çok kısa bir sürede tamamlamış ve hiçbir yazım hatası da yapmamıştır.

(Çağın Vicdanı Bediüzzaman, s. 33-34)

Formel eğitimden uzak kalmanın avantajları

Bediüzzaman’ın bu özelliği Hz. İbrahim’in gençlik dönemiyle benzerlik gösterir. Kahinler Nemrut’a bir erkek çocuğunun dünyaya gelip, büyüdükten sonra onun saltanatına son vereceğini söylerler. Bunun üzerine Nemrut da yıllarca erkek çocuklarını katleder.

Hz. İbrahim işte o dönemde doğar. Babası da, Nemrut’un putlarının bakımından sorumlu kişi olduğu için, onun çok yakınındadır. Hz. İbrahim’in annesi bu durumdan haberdar olduğu için onu Urfa yakınlarındaki bir mağarada toplumdan kopuk bir şekilde büyütür. Böylece toplumdan kopuk olduğu için putlara tapmadan büyümüş olur. Ergenlik dönemine kadar sadece annesiyle konuşarak, sosyal öğretileri ve o dönemin formel eğitimini almadan yetişir. Bu nedenle toplumu ve o dönemin değerlerini sorgulayıcı bir kişiliğe sahip olur.

Mağaradan çıktıktan sonra, bir Rabbin var olması gerektiğini düşünmeye başlar. Putlara baktığında, onların hiçbir gücünün olmadığını görür ve onların durumunu sorgular; çünkü, diğer yaşayanlar gibi, küçük yaşta öğrenilmiş bir bilgiye sahip değildir. Eğer diğer insanlar gibi küçük yaştan itibaren öğrenilmiş bilgiyle yetişseydi, oradaki değerleri sorgulayıp onların dışına çıkamayacak, diğer insanlar gibi kalacaktı.

Bediüzzaman’ın da hocalarının dizinin dibinde saatlerce, günlerce oturup öğrenememesi ve böylece formel eğitimin dışında kalması, onun Hz. İbrahim gibi, genel akışın dışında ve bu akışı sorgulayabilen bir kişi olmasını sağlamıştır.

(Çağın Vicdanı Bediüzzaman, s. 35-36)

Bediüzzaman’ın hiperaktif kişiliği

Bediüzzaman’ın icraatlarına baktığımızda hiperaktivite özellikleri görülür. Hiperaktivitede beyinde deha adacıkları oluşur. Bazı konularda çok başarılı olurken bazı konularda yetersiz olurlar. Aşırı hareketliliği, yüksek zekâsı ve hafızası, padişaha gidip kafa tutabilecek seviyede dürtüselliği ve fevriliği, ideali için gireceği riskleri fazla düşünmemesi onun hiperaktif olduğunu gösterir.

Hiperaktif özelliğinin yansımalarını Bediüzzaman’ın eğitiminde de rastlıyoruz. Yüksek zekâsı nedeniyle formel eğitimi almadı. Medreselerde on-on beş senede alınan eğitimi o yüksek zekâsıyla üç-dört ayda öğrendi. Gittiği eğitim kurumlarında son sınıf öğrencilerinin kitaplarını okuyup, hocalarından imtihan etmesini istedi ve başarıyla geçti. Yüksek zekâsı ve hafızasıyla hiperaktivitesini kapattı. Medreselerde okuma sebatını, elinde olmayan nedenlerden dolayı gösteremedi. Eğer zekâsı ve hafızası olmasaydı okuyamazdı. Bu özelliği onu farklı kılarak formel eğitimden, medresenin klasik itaat sisteminden uzak tuttu. Böylece ona medrese sistemini sorgulama hakkını verdi. Aynı Hz. İbrahim’in mağarada, mevcut düzenden uzak yetişerek kurulu düzeni sorgulaması gibi. Her iki şahsiyet de kurulu düzeni tartıştı. Hz. İbrahim, kurulu ibadet sistemini sorgulama becerisi kazandı, Bediüzzaman ise kurulu eğitim sistemini sorgulamayı başardı.

Bediüzzaman’ın bu farklılığı aynı zamanda kişiliğinin ortaya çıkmasına sebep oldu. Çoluk çocuğa karışıp, klasik bir din alimi olup, idealist ve teorik bilgiler kazandıran fikir ve düşünce adamı olmayı tercih etmedi. Toplumsal ihtiyacı şahsî tatmininden önceye alarak aktivist ve eylem adamı oldu. Öğrenme modelinin farklı olması farklı bir alim olmasına, farklı bir öğrenme sistemini sorgulamasına dolayısıyla yeni bir akımın oluşmasına ve bu akıma lider olmaya kapı açtı. Böylece onun öğrenme modelindeki eksik yönü, onda şans haline geldi.

Ayrıca bir davası ve adanmışlığı olduğundan, yüksek zekâ ve hafızanın yanı sıra öğrenme modelinin farklılığı bir akımı başlattı. Bediüzzaman, asırlardır tasavvufun ve medresenin yaptığı toplumu dinî yönden aydınlatma faaliyetinin, bu çağa uygun bir şekilde yapılmasına vesile oldu.

(Çağın Vicdanı Bediüzzaman, s. 37-38)

Bediüzzaman’ın iletişim yönü

Bediüzzaman Said Nursî 1907’de İstanbul’a geldiğinde kaldığı Şekerci Han’daki odanın kapısına “Bütün sorulara cevap verilir, hiç soru sorulmaz” diye yazı asar. Bu davranışın psikososyal analizinin iyi yapılması gerekir. Doğu’dan şiveli, yöresel kıyafetli bir alim gelir. Osmanlı ulemasının asırlardır yetiştiği ve ilmiye sınıfının bulunduğu İstanbul’da bu kişiyi kim dinleyebilirdi? Osmanlı’da maliye, mülkiye, ilmiye gibi sınıflar vardı. İlmiye sınıfında gördüğü yanlışlardan birisi de taassuptu. Bu taassup nedeniyle ezberi bozabilmek için sıra dışı bir şeylerin yapılması gerekiyordu. İlmiye sınıfının dikkatini ve ilgisini çekip yeni sorular sordurtmak, yeni yorumlar yaptırtmak, yeni düşünce kalıpları oluşturmak gerekirdi. Günümüzde basının yaptığı medyatik ilgi gibi, Bediüzzaman da ilmî bilgisini sergilemek ve ilmiye sınıfı arasında merak ve hayret duygusunu uyandırmak istemişti.

Bu yöntem esasen din alimi için çok tehlikelidir. Bir hadis-i şerifte mealen, “Bir insana musibet olarak parmakla gösterilmek yeter; Allah’ın korudukları müstesna” buyurulmaktadır.

Parmakla gösterilmenin musibet olduğu kabul edilen bir din anlayışında Bediüzzaman’ın kendisini duyurmak istemesinin sebebi, davasını ve ideallerini ön plana çıkararak merak ve hayret duygularını uyandırmaktır. Bunu da ihlasla yaptığı için Yaratıcı’nın koruma kalkanı içerisinde olduğundan, şöhretin musibetlerinden samimiyetinin ve ihlasının verdiği manevî zırhla korunmuştur.

Kitaplarının bir kısmının da soru-cevap şeklinde olması, önemli özelliklerindendir. Mesela “Şeytanla Münazara” başlığında, ona bazı sorular sordurtup kendisi cevabını verir ve konuyu bir noktaya ulaştırır. Sokratik sorgulama denilen bu tarz, bilimsel bir metodolojidir. Bu yolla yeni sorular sordurtarak bilgi ve düşünceyi geliştirmiştir. Böylece, bu yöntemi dönemin alimleri ve siyasileri ile ilişki kurmada iletişim yöntemi haline getirmiştir.

(Çağın Vicdanı Bediüzzaman, s. 39-40)

Bediüzzaman’ın duygusal okuryazarlığı

Bediüzzaman duygusal okuryazarlığı güçlü biridir. Bu özelliği sayesinde karşı tarafın duygularını okuyup anlayarak, ona uygun cevap verebilmiştir. Empatik iletişimde, karşı tarafa kendini yakın hissetmenin yanı sıra onunla yukarıdan aşağıya değil, yatay ilişki kurmak gerekir. Güvenin oluşması için karşı tarafın anlaşılması, dinlenmesi ve ona değer verildiği duygusunun oluşturulması gerekir. Bediüzzaman talebeleriyle arasında empatik iletişimi çok iyi kullanabilmiştir. Sınıfsal bir üstünlük düşündürtmeden eşitler ilişkisini başarıyla sürdürmüştür. Bir taraftan koskoca padişaha itirazını hiç çekinmeden dile getirirken, diğer taraftan eserlerini yazan köylülere çay ikram etmiştir. Çelişki gibi görünen bu davranış onun ‘ego odaklı’ değil, ‘ego ideali odaklı’ yaşadığını gösterir. Davası için padişaha kafa tutabildiği gibi, ümmî birine çay da götürebilmiştir.

Araştırmalara göre, en ikna edici ve ideal iletişimin ‘güven uyandıran iletişim’ olduğu ortaya çıkmıştır. Bu iletişimde, içten davranış hissedildiğinde karşı tarafın beyninde ayna nöronlar çalışmaya başlar. Kişinin beynindeki güvenle ilgili alan, aktif hale geçer. İçten, sıcak, yakın davranış karşı tarafta güven etkisi yapar ve güven duygusunu aktif hale geçirir. Rönenans’ın meşhur heykeltıraşına atıfla ‘Mikelanj etkisi’ adıyla da tanımlanan bu olayda, sanatçı nasıl heykeli ustaca işliyorsa, birbirini seven kişiler de bir arada uzun süre yaşaya yaşaya mimikleri ve jestleriyle birbirlerinin kişiliğini yontarlar.

(Çağın Vicdanı Bediüzzaman, s. 42-43)

Dünyada tasarımsal varoluş yaklaşımını başlattı

Bediüzzaman hareketinin önemli sonuçlarından bir diğeri de, tesadüfî varoluş anlayışı yerine, tasarımsal varoluş fikrinin Türkiye’den çıkıp dünyada tartışılmaya başlamasıdır. Tasarımsal varoluş tanımı, yaratılış gerçeğinin bilimdeki ifadesidir. Kâinat dışında, kâinat cinsinden olmayan, aşkın bir Yaratıcı’nın olması gerektiğini savunur. Darwin gibi bilim adamlarının ortaya koyduğu tezlerin bilimsel olarak doğrulanan taraflarını reddetmeden, yanlış olan görüşlerini göz önüne çıkaran tasarımsal varoluş hareketinin ülkemizde meyve vermesi, Said Nursî’nin katkılarıyla olmuştur.

Günümüzde artık ABD’de tasarımsal varoluş mu, tesadüfî var oluş mu konuları tartışılmaktadır. Bu tartışmalar din ilimleri ile pozitif bilimlerin bir bakıma birlikte yorumlanmasını sağlayacaktır.

Tartışma usulüne de önem veren Bediüzzaman, Darwin’in kişiliğini hiçbir zaman hedef olarak almamış, hatta adından bile söz etmeden sadece onun fikirlerini ve düşüncelerini ciddi olarak sorgulamış ve yorumlamıştır. Eserlerinden olan Tabiat Risalesi Darwin’in tezlerine cevap olarak yazılmıştır, ama içinde bir kez bile ismi geçmemektedir. Çünkü Bediüzzaman, olumlu ve olumsuz yönleri olan Darwin’in bilim emekçiliğinin farkında olup, kişilik olarak ele almamıştır. Fikirlerini, sembollerini, ideolojilerini konuşmuştur. Bu tarzıyla Bediüzzaman ilim adamlarını kişisel boyutta düşünmediğini gösterdiği gibi, tartışma ahlakının kurallarını da belirlemiş ve ona uygun davranmıştır.

(Çağın Vicdanı Bediüzzaman, s. 51)

Gönüllü itaati sağlamak

Ruhsal liderin önemli bir özelliği de rehberlik yaptığı insanlara huzur vermesidir. Takipçileri ile fikirlerini paylaşır, onların fikirlerini sorar, birlikte karar verir ve işlerin yapılmasını sağlar. Bediüzzaman da takipçileriyle birlikteyken, kendi oyunun tek olduğunu söyleyerek katılımcılığın örneğini vermiştir. Kendi fikirleri için “Mihenge vurun, eğer altın çıkarsa alın, bakır çıkarsa geri iade edin” diyerek, birlikte karar vermenin önemi dile getirmiştir. Takipçiler grubu içerisinde duygusal bağ oluşturarak, bir insanın tek başına yapamayacağı işleri birlikte yapmaya sevk etmiştir. Mesela insanlar inançlarının gereklerini yerine getirme, çocuklarına dini anlatma gibi konuları tek başına yapabilirler, fakat bazı işleri tek başına yapamazlar.

Bediüzzaman eserlerinin yazılması ve çoğaltılması sırasında birçok insanı şevke getirmiş ve onları aynı hedef doğrultusunda hareket ettirmeyi başarmıştır. Takipçileri evlerinde çocuklarının bile bilmediği gizli bölmelerde, cam sehpaların altlarına lambalar koyarak, bir çeşit ışıklı manuel fotokopi mekanizması düzeneği hazırladılar. Okuma-yazma bilmeyen bu insanlar anlamadıkları ve bilmedikleri yazıların üzerine, kâğıtları yerleştirip ışıklı sehpalarında Bediüzzaman’ın metinlerini kopyalayarak yazdılar ve çoğalttılar. Matbaanın olmadığı, dinî eserlerin yazılmasının yasak olduğu bir zamanda Kur’an-ı Kerim’in bile çoğaltılması mümkün değilken yüzlerce insanı gönüllü itaatlerle bu işi yapmaya sevk etmiştir. Bu başarı için, ruhsal liderin yaptığı işe kendisinin inanması, takipçilerine de inandırması ve sağlıklı bir güveni koruyabilmesi gerekir. Bütün bunlar Bediüzzaman’ın önderlik vasfını gösterir.

(Çağın Vicdanı Bediüzzaman, s. 104)

Niçin sakal bırakmadı?

Said Nursî eğer sakal bırakmış olsaydı yine dine hizmet ederdi, ama modernistlerin önyargılarını dağıtmakta zorlanırdı. Şu anda eserlerini takip edenlerin büyük kısmı okumazdı, özellikle Batı kültürüyle yetişenler uzak dururdu. Mesela Yusuf İslam’ın hiçbir siyasi faaliyeti olmadığı halde, sadece kıyafeti Usame b. Ladin’e benzediği için ABD’ye giriş vizesi verilmedi.

Bediüzzaman’ın modernistlere karşı öykünmek, hoş görünmek gibi bir niyeti asla yoktu, eğer öyle biri olsaydı onların fikirlerine karşı ölümüne mücadele vermezdi. Bediüzzaman, sakal bırakmamanın psikososyal boyutunu düşünerek hareket etmiş ve elindeki hakikatleri en geniş kitleye, nasıl en etkili ve en yararlı hizmetle sunabilmenin yollarını aramıştır. Elinde pırlanta değerindeki hakikatleri aktarabilmesi için sakal bırakmamayı iletişim ve ikna metodu olarak kullanmıştır.

Bediüzzaman gibi bir dinî liderin sakal bırakmaması ve evlenmemesi onun içini yakan büyük bir fedakârlıktır. Modernizmin fırtınasına maruz ve bu yüzden mağdur olan genç kuşakların zihinsel kalıplarını, düşüncelerini, değer yargılarını aşıp, elindeki gerçekleri onlara sunmak için istemeye istemeye bu sünnetten vazgeçmiştir. Kendi kemalatı, tefeyyüzü, manevî makamlarda ilerlemesi için değil, genç kuşakların elindeki hakikatleri alıp kabullenmesi için çabalamıştır.

(Çağın Vicdanı Bediüzzaman, s. 112)

Ekrem Altıntepe / Moral Dünyası Dergisi

Bediüzzaman’ın Zelzele Hakkındaki Beyanatı ve Dersi

[Zelzelenin mahiyeti ve hikmeti ve ilahi kader cihetindeki dersi noktasında, Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin yıllar önce Erzincan zelzelesi münasebeti ile Zilzal suresi için yazdığı, manevi tefsir, sual ve cevabları her zaman ki ve bu günkü zelzeleye de işaret etmesi bakımından ehl-i imanın nazarlarına arz ediyoruz.]

 

Ondördüncü Sözün Zeyli

Şu sure kat’iyyen ifade ediyor ki: Küre-i Arz, hareket ve zelzelesinde vahy ve ilhama mazhar olarak emir tahtında depreniyor. Bazen da titriyor.

[Manevî ve ehemmiyetli bir canibden şimdiki zelzele münasebetiyle altı-yedi cüz’î suale karşı yine manevî ihtar yardımıyla cevabları kalbe geldi. Tafsilen yazmak kaç defa niyet ettimse de izin verilmedi. Yalnız icmalen kısacık yazılacak.]

Birinci Sual: Bu büyük zelzelenin maddî musibetinden daha elîm manevî bir musibeti olarak, şu zelzelenin devamından gelen korku ve me’yusiyet ekser halkın ekser memlekette gece istirahatını selbederek dehşetli bir azab vermesi nedendir?

Yine manevî cevab: Şöyle denildi ki: Ramazan-ı Şerifin teravih vaktinde kemal-i neş’e ve sürur ile sarhoşçasına gayet heveskârane şarkıları ve bazan kızların sesleriyle radyo ağzıyla bu mübarek merkez-i İslâmiyetin her köşesinde cazibedarane işittirilmesi, bu korku azabını netice verdi.

İkinci Sual: Niçin gavurların memleketlerinde bu semavî tokat başlarına gelmiyor? Bu bîçare Müslümanlara iniyor?

Elcevab: Büyük hatalar ve cinayetler te’hir ile büyük merkezlerde ve küçücük cinayetler ta’cil ile küçük merkezlerde verildiği gibi; mühim bir hikmete binaen ehl-i küfrün cinayetlerinin kısm-ı a’zamı, Mahkeme-i Kübra-yı Haşre te’hir edilerek ehl-i imanın hataları, kısmen bu dünyada cezası verilir.(Haşiye)

Üçüncü Sual: Bazı eşhasın hatasından gelen bu musibet bir derece memlekette umumî şekle girmesinin sebebi nedir?

Elcevab: Umumî musibet, ekseriyetin hatasından ileri gelmesi cihetiyle ekser nâsın o zalim eşhasın harekâtına fiilen veya iltizamen veya iltihaken taraftar olmasıyla manen iştirak eder, musibet-i âmmeye sebebiyet verir.

Dördüncü Sual: Madem bu zelzele musibeti, hataların neticesi ve keffaret-üz zünubdur. Masumların ve hatasızların o musibet içinde yanması nedendir? Adaletullah nasıl müsaade eder?

Yine manevî canibden elcevab: Bu mes’ele sırr-ı kadere taalluk ettiği için, Risale-i Kader’e havale edip yalnız burada bu kadar denildi:

… Yani: “Bir bela, bir musibetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zalimlere mahsus kalmayıp masumları da yakar.”

Şu âyetin sırrı şudur ki: Bu dünya bir meydan-ı tecrübe ve imtihandır ve dâr-ı teklif ve mücahededir. İmtihan ve teklif iktiza ederler ki, hakikatlar perdeli kalıp, tâ müsabaka ve mücahede ile Ebubekirler a’lâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebucehiller esfel-i safilîne girsinler. Eğer masumlar böyle musibetlerde sağlam kalsaydılar, Ebucehiller aynen Ebubekirler gibi teslim olup, mücahede ile manevî terakki kapısı kapanacaktı ve sırr-ı teklif bozulacaktı.

Madem mazlum, zalim ile beraber musibete düşmek, hikmet-i İlahîce lâzım geliyor. Acaba o bîçare mazlumların rahmet ve adâletten hisseleri nedir?

Bu suale karşı cevaben denildi ki: O musibetteki gazab ve hiddet içinde onlara bir rahmet cilvesi var. Çünki o masumların fâni malları, onların hakkında sadaka olup, bâki bir mal hükmüne geçtiği gibi, fâni hayatları dahi bir bâki hayatı kazandıracak derecede bir nevi şehadet hükmünde olarak, nisbeten az ve muvakkat bir meşakkat ve azabdan büyük ve daimî bir kazancı kazandıran bu zelzele, onlar hakkında ayn-ı gazab içinde bir rahmettir.

Beşinci Sual: Âdil ve Rahîm, Kadîr ve Hakîm, neden hususî hatalara hususî ceza vermeyip, koca bir unsuru musallat eder. Bu hal cemâl-i rahmetine ve şümûl-ü kudretine nasıl muvafık düşer?

Elcevab: Kadîr-i Zülcelâl, her bir unsura çok vazifeler vermiş ve herbir vazifede çok neticeler verdiriyor. Bir unsurun birtek vazifesinde, birtek neticesi çirkin ve şer ve musîbet olsa da, sair güzel neticeler, bu neticeyi de güzel hükmüne getirir. Eğer bu tek çirkin netice vücuda gelmemek için, insana karşı hiddete gelmiş o unsur, o vazifeden men’edilse; o vakit o güzel neticeler adedince hayırlar terk edilir ve lüzumlu bir hayrı yapmamak, şer olması haysiyetiyle, o hayırlar adedince şerler yapılır. Tâ birtek şer gelmesin gibi; gayet çirkin ve hilaf-ı hikmet ve hilaf-ı hakikat bir kusurdur. Kudret ve hikmet ve hakikat kusurdan münezzehtirler.

Madem bir kısım hatalar, unsurları ve arzı hiddete getirecek derecede bir şümullü isyandır ve çok mahlukatın hukukuna bir tahkirli tecavüzdür. Elbette o cinayetin fevkalâde çirkinliğini göstermek için, koca bir unsura, küllî vazifesi içinde “Onları terbiye et” diye emir verilmesi ayn-ı hikmettir ve adalettir ve mazlumlara ayn-ı rahmettir.

Altıncı Sual: Zelzele, küre-i arzın içinde inkılabat-ı madeniyenin neticesi olduğunu ehl-i gaflet işaa edip, âdeta tesadüfî ve tabiî ve maksadsız bir hâdise nazarıyla bakarlar. Bu hâdisenin manevî esbabını ve neticelerini görmüyorlar; tâ ki intibaha gelsinler. Bunların istinad ettiği maddenin bir hakikatı var mıdır?

Elcevab: Dalâletten başka hiçbir hakikatı yoktur. Çünki her sene elli milyondan ziyade münakkaş, muntazam gömlekleri giyen ve değiştiren küre-i arzın üstünde binler enva’ın birtek nev’i olan, meselâ sinek taifesinden hadsiz efradından bir tek ferdin yüzer a’zasından bir tek uzvu olan kanadının kasd ve irade ve meşiet ve hikmet cilvesine mazhariyyeti ve ona lâkayd kalmaması ve başıboş bırakmaması gösteriyor ki, değil hadsiz zîşuurun beşiği ve anası ve mercii ve hamisi olan koca küre-i arzın ehemmiyetli ef’al ve ahvali belki hiçbir şeyi, -cüz’î olsun küllî olsun- irade ve ihtiyar ve kasd-ı İlahî haricinde olmaz. Fakat Kadîr-i Mutlak hikmetinin muktezasıyla zahir esbabı tasarrufatına perde ediyor. Zelzeleyi irade ettiği vakit, bazan da bir madeni harekete emredip, ateşlendiriyor. Haydi madenî inkılabat dahi olsa, yine emir ve hikmet-i İlahî ile olur; başka olamaz. Meselâ: Bir adam bir tüfek ile birisini vurdu. Vuran adama hiç bakılmasa, yalnız fişekteki barutun ateş alması noktasına hasr-ı nazar edip, bîçare maktûlün büsbütün hukukunu zayi’ etmek; ne derece belâhet ve divaneliktir. Aynen öyle de: Kadîr-i Zülcelâl’in müsahhar bir memuru, belki bir gemisi, bir tayyaresi olan küre-i arzın içinde bulunan ve hikmet ve irade ile iddihar edilen bir bombayı, ehl-i gaflet ve tuğyanı uyandırmak için “ateşlendir” diye olan emr-i Rabbanîyi unutmak ve tabiata sapmak, hamakatın en eşneidir.

Altıncı Sualin Tetimmesi ve Hâşiyesi: Ehl-i dalalet ve ilhad, mesleklerini muhafaza ve ehl-i imanın intibahlarına mukabele ve mümanaat etmek için, o derece garib bir temerrüd ve acib bir hamakat gösteriyorlar ki, insanı insaniyetten pişman eder. Meselâ: Bu âhirde beşerin bir derece umumiyet şeklini alan zulümlü, zulümatlı isyanından, kâinat ve anâsır-ı külliye kızdıklarından ve Hâlık-ı Arz ve Semavat dahi, değil hususî bir rububiyyet, belki bütün kâinatın, bütün âlemlerin Rabbi ve Hâkimi haysiyetiyle, küllî ve geniş bir tecelli ile kâinatın heyet-i mecmuasında ve rububiyyetin daire-i külliyesinde nev’-i insanı uyandırmak ve dehşetli tuğyanından vazgeçirmek ve tanımak istemedikleri kâinat sultanını tanıttırmak için emsalsiz, kesilmeyen bir su, hava ve elektrikten; zelzeleyi, fırtınayı ve harb-i umumî gibi umumî ve dehşetli âfâtı nev’-i insanın yüzüne çarparak onunla hikmetini, kudretini, adaletini, kayyumiyyetini, iradesini ve hâkimiyyetini pek zahir bir surette gösterdiği halde; insan suretinde bir kısım ahmak şeytanlar ise, o küllî işarat-ı Rabbaniyyeye ve terbiye-i İlahiyyeye karşı eblehane bir temerrüd ile mukabele edip diyorlar ki: “Tabiattır; bir madenin patlamasıdır, tesadüfîdir. Güneşin harareti elektrikle çarpmasıdır ki, Amerika’da beş saat bütün makinaları durdurmuş ve Kastamonu vilayeti cevvinde ve havasında semayı kızartmış, yangın suretini vermiş” diye manasız hezeyanlar ediyorlar. Dalaletten gelen hadsiz bir cehalet ve zındıkadan neş’et eden çirkin bir temerrüd sebebiyle bilmiyorlar ki: Esbab yalnız birer bahanedirler, birer perdedirler. Dağ gibi bir çam ağacının cihazatını dokumak ve yetiştirmek için bir köy kadar yüz fabrika ve tezgâh yerine küçücük çekirdeği gösterir: “İşte bu ağaç bundan çıkmış” diye Sâniinin o çamdaki gösterdiği bin mu’cizatı inkâr eder misillü bazı zahirî sebebleri irae eder. Hâlık’ın ihtiyar ve hikmet ile işlenen pek büyük bir fiil-i rububiyetini hiçe indirir. Bazan gayet derin ve bilinmez ve çok ehemmiyetli, bin cihette de hikmeti olan bir hakikata fennî bir nam takar. Güya o nam ile mahiyeti anlaşıldı, âdileşti, hikmetsiz, manasız kaldı.

İşte gel! Belâhet ve hamakatın nihayetsiz derecelerine bak ki: Yüz sahife ile tarif edilse ve hikmetleri beyan edilse ancak tamamıyla bilinecek derin ve geniş bir hakikat-ı meçhuleye bir nam takar; malûm bir şey gibi: “Bu budur” der. Meselâ: “Güneşin bir maddesi, elektrikle çarpmasıdır. Hem birer irade-i külliye ve birer ihtiyar-ı âmm ve birer hâkimiyyet-i nev’iyyenin ünvanları bulunan ve “âdetullah” namıyla yâdedilen fıtrî kanunların birisine, hususî ve kasdî bir hâdise-i rububiyyeti irca’ eder. O irca’ ile, onun nisbetini irade-i ihtiyariyyeden keser; sonra tutar tesadüfe, tabiata havale eder. Ebucehil’den ziyade muzaaf bir eçheliyyet gösterir. Bir neferin veya bir taburun zaferli harbini bir nizam ve kanun-u askeriyeye isnad edip; kumandanından, padişahından, hükûmetinden ve kasdî harekâttan alâkasını keser misillü âsi bir divane olur. Hem meyvedar bir ağacın bir çekirdekten icadı gibi, bir tırnak kadar bir odun parçasından çok mu’cizatlı bir usta, yüz okka muhtelif taamları, yüz arşın muhtelif kumaşları yapsa; bir adam o odun parçasını gösterip dese: “Bu işler, tabiî ve tesadüfî olarak bundan olmuş.” O ustanın hârika san’atlarını, hünerlerini hiçe indirse, ne derece bir hamakattır. Aynen öyle de…

Yedinci Sual: Bu hâdise-i arziyye, bu memleketin ahali-i İslâmiyyesine bakması ve onları hedef etmesi, ne ile anlaşılıyor ve neden Erzincan ve İzmir taraflarına daha ziyade ilişiyor?

Elcevab: Bu hâdise, hem şiddetli kışta, hem karanlıklı gecede, hem dehşetli soğukta, hem Ramazanın hürmetini tutmayan bu memlekete mahsus olması; hem tahribatından intibaha gelmediklerinden, hafifçe gafilleri uyandırmak için, o zelzelenin devam etmesi gibi çok emarelerin delaletiyle bu hâdise ehl-i imanı hedef edip, onlara bakıp namaza ve niyaza uyandırmak için sarsıyor ve kendisi de titriyor. Bîçare Erzincan gibi yerlerde daha ziyade sarsmasının iki vechi var:

Biri: Hataları az olmak cihetiyle temizlemek için ta’cil edildi.

İkincisi: O gibi yerlerde kuvvetli ve hakikatlı iman muhafızları ve İslâmiyet hâmileri az veya tam mağlub olmak fırsatıyla, ehl-i zındıkanın orada tesirli bir merkez-i faaliyet tesisleri cihetiyle en evvel oraları tokatladı, ihtimali var.

Said Nursi

Risale-i Nur Külliyatından Sözler Kitabının 163. sayfasından alınmıştır.

Bediüzzaman’ın Zelzele Hakkındaki Beyanatı ve Dersi yazısına devam et

“t” sizin olsun “Muhammed” bizim!

Geçtiğimiz günlerde bir haber dolaştı basında. Anadolu Ajansı, basın yayın organlarında farklı biçimlerde kullanılan ve dolayısıyla uygulamada birliktelik sağlanamayan yabancı özel adların yazılışına ilişkin kurallarla ilgili Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Dil Kurumu Başkanlığı (TDK) ile ortak çalışma gerçekleştirmiş. TDK, çalışma kapsamında bazı yabancı özel adların yazılışlarını tespit ederek, resmi bir yazıyla AA’ya göndermiş. Buna göre, Suriye Devlet Başkanının adının Beşşar Esed olarak yazılması gerektiği bildirilmiş.

Sadece Esed’in ismi mi yanlış?!

Bu haber kimlerin ilgisini çekti bilmiyorum ama benim içimdeki isyanları bir anda gün yüzüne çıkarmaya yetti. Nasıl isyankâr olmam, sadece yazımı yanlış olan Suriye Devlet Başkanının adı mıydı? Onlarca yıldır bu dinin Peygamberinin adı da yanlış yazılmakta! Kimi yerde Muhammet, kimi yerde Muhammed… Doğrusu ne? Doğrusu MUHAMMED’dir. Nasıl İngiliz George’un adı aslına uygun olarak George yazılıyorsa İslâmiyet’in Peygamberinin adı da bu kurala göre aslına uygun yazılmalıdır. Avrupaî dillere ayrı kural, Arabî ve Farisî lisanlara ayrı kurallar koymak hangi zihniyete hizmet etmektedir?

TDK başkanımız değişti biliyorsunuz. Ben yeni başkanımıza görevinde başarılar dilerken kendilerinden, Peygamberimiz (s.a.v.)’in isminin düzeltilmesini istiyorum. Muhammet yazmakta ısrar edenlere de diyorum ki Muhammet sizin olsun, verin bize Muhammed’i… Sadece Peygamberimiz’in isminin yazımı mı yanlış? Değil tabii ki… Padişahlarımızın isimleri de bu yanlış yazımdan (!) nasibini almakta ve yanlış yazılmakta… Osmanlıca tarih kitaplarında I. Mehmed yazılıdır, Mehmet değil. Ahmed yazılıdır, Ahmet değil… Mahmud’dur Sultan Mahmud’un ismi, Mahmut değil… Abdülhamid, Vahdeddin’dir asılları. Abdülhamit değil. Vahdettin hiç değil…

Vahdettin derken “madde dışı varlığın tekliği”ni mi kastediyoruz?

Muhterem okurlarımız, TDK’nın sitesine hiç girdiniz mi? Tavsiye ederim, girin bir dolaşın sitede… “Kişi Adları Sözlüğü” başlığı altında bir sözlük hizmete sunulmuş. İyi güzel bir uygulama da isimlerin anlamlarına bir bakınca insan, dehşete düşüyor. Nasıl mı?

Vahdeddin yok, boşuna aramayın. Vahdettin isminin anlamı ise: “Vahdettin: Dinin tekliği, birliği” olarak anlamlandırılmış. Bakalım bu kelimeye müsaadenizle: Vahded, Vahid kelimesinden gelmektedir ve anlamı “yalnız, tek”  demek. Din; din yani bizim dinimiz İslâmiyet kastedilmektedir burada. İsmin anlamı buna göre, “Vahdeddin veya Vahideddin: Dinin tekliği, birliği” demektir. Peki, Vahdettin ismini inceleyelim bu defa:

Vahdet: Birlik, teklik…

Tin, Arapça’da, incir demek. Başka, balçık demek. Başka başka; Mektup gibi şeyleri mühürlemek demek. Bunlarda din manasını siz görüyor musunuz muhterem okurlarımız?

Peki, Türkçe sözlüğü açıp bakalım acaba “Tin” kelimesinin manası Türkçe’de ne? “Tin: Bir takım fizik ötesi kurucularının, gerçeği ve evreni açıklamak için her şeyin özü, temeli veya yapıcısı olarak benimsedikleri madde dışı varlık.”

Neymiş efendim, madde dışı varlık. Anlamı? Vahdettin bu durumda madde dışı varlığın tekliği mi oluyor? Ne buyurdunuz?

Cemaleddin kelimesi de hakeza… TDK sitesi “Kişi Adları Sözlüğü”nde: “Cemalettin: Dinin güzelliği” manasıyla açıklanmış. Peki din nerede bu kelimede? Din nerede tin nerede?

Tin’in güzelliği demek bu. Tin’in anlamını zaten verdik.

Kısacası, Efendim verin bizim Vahdeddin’imizi, Cemaleddin’imizi; Cemalettin, Vahdettin sizin olsun.

Hamt: Tanrı’ya şükretme

Peki, Muhammet ne demek? Hamd kökünden gelmekte bu kelime ama Türkçemizi Öztürkçe yapma uğruna hamd kelimesi de Nasreddin Hoca’nın kuşuna döndü. Hamd yok, hamt var. “Hamt: Tanrı’ya şükretme” demek. Durun bir dakika, bu şimdiki ve 1988 yılındaki TDK sözlüğündeki anlamı. Peki, Hamt kelimesinin 1969 yılı tarihli baskısındaki anlamı nasıl ona da bir göz atalım: “Hamt: Tanrı’ya övgü sunma.” O zaman övgü kelimesine gidelim.

1969 tarihli TDK sözlüğü: “Övgü: Övmek için söylenen söz ya da yazılan yazı, methiye.” Bir de şükür kelimesine bakalım aynı sözlükte: “Şükür: Tanrı’ya övgü.”

Şu anki TDK sitesindeki Güncel Türkçe Sözlük köşesinde ve 1988 yılı TDK Türkçe Sözlükteki anlamına bakalım şimdi de: “Hamt: Tanrı’ya şükretme.”

Şükretme denilince bu defa da şükretme kelimesine bir göz atalım, bu kelimenin anlamı da 1969 yılında TDK Türkçe Sözlük’teki gibi mi anlamlandırılmış: “Şükretmek: Tanrı’ya minnet duygusunu sunmak, şükreylemek.”

“Şükür: Tanrı’ya duyulan minneti dile getirme.”

Freud’u “d”li yazmakta ısrar ediyoruz, aynı özeni neden diğer isimlere göstermiyoruz?

Şimdi bu kelimeler de modaya uymuş gibi. Dokuz-on yılda bu kelimeler elbise değiştirir gibi mana değiştirmiş. TDK’nın bazı profesörleri bizim kelimelerimize yeni yeni kıyafetler ölçüp biçmekte, hatta giydirmekteler sanırım. Meslekleri terzilik olmasa da… İşte Hamt kelimesi ve yıllara göre değişen manaları. Muhammed ismi Hamd kelimesinden gelmektedir. “Hamt” diye bir kelime yoktur, uydurulan veya “d”si alınan “Hamt” haricinde…

“Muhammed: Pek çok kere, tekrar tekrar övülmüş, medhedilmiş “ anlamındadır. TDK bu isme bir de “Hz. Muhammed’in adlarından biri” diye karşılık vermiş. Şimdi soruyorum, Hz. Muhammed’in adlarından biri de Muhammet mi diye. Sitede hem “Muhammed’in” derken “Muhammed” yazmakta hem de “adlarından biri” denmekte. Ben nadanım bu konuda sayın hocalarım Peygamberimiz (s.a.v.)’in Muhammed ve Muhammet diye iki ayrı ismi mi var?

Ahmed ve Mehmed, Mahmud isimleri de aynı kumaştan biçilmiş elbiselerden giydiklerinden Mehmet,  Ahmet ve Mahmut olmuşlar. “D”ler kumaş yetersizliğinden “T”ye kesilivermiş.

İsmet Özel‘in kulakları çınlasın, nasıl da diyordu hani:

geçti boynuma kemend
d harfine bak dedim
nasıl da soylu duruyor sonunda kelimenin
harfe bak, harfe dokun, harfin içinde eri
harf ol harfle birlikte kıyam et
.”  (İsmet Özel, Of Not Being a Jew)

“D” harfi ile başımız dertte. “D” harfi ile başınız dertte…  Ama bu “D” dinî isimlerdeyse. Bu “D” Arapça ve Farsça isimlerdeyse sorun olmakta yoksa diğer dillerdeki isimlerde problemsiz, anlaşıp gidiyorlar. Mesela “Freud” ismi. İsim Freud’un olunca “D” rahatlıkla yazılıyor “T”ye değişmeden… Ama o Freud!?

Fatma Toksoy / Dünya Bizim