Kategori arşivi: Yazılar

Vahiysel Yolun Üçüncü Suvarisi: Hazret-i Ömer

Hz. Ömer fil vakasından on üç sene sonra Mekke’de doğdu, 582.Pehlivandı, iyi bir binici idi, iyi hatipti, iyi silah kullanırdı, devletin bir bakanıydı.

Hz. Hamza’nın Müslüman olması Kureyş’i tedirgin etti, peygamberi öldürmeye karar verdiler.

Ömer hiddetle yerinden kalktı, hışımla yola koyuldu, kaderinden habersiz, yapacağı işten emin yola koyuldu. Eniştesi Said ile Kız kardeşi Fatıma’nın Müslüman olduğunu yolda öğrendi, onları ortadan kaldırmak için evlerine gitti, eve yaklaştığında Kur’an seslerini duydu. Ömer içeri girdi yumruğunu eniştesine vurdu, kanlar içinde yere uzandı, sonra kardeşine vurdu. Kız kardeşi bugüne kadar büyük saygı gösterdiği kardeşine karşı “Ey Ömer Allah’tan kork, biz Müslüman olduk, ne yapsan Müslümanlıktan vazgeçmeyiz. Bir kadının böyle yiğitçe kendisine mukabele edişini Ömer acaip karşıladı, bunu değiştiren ne idi, bu nasıl böyle cesurca mukabele ederdi. Fatma’nın imanının tesiri onun küfrünü birden bire eritti, inceldi, yumuşadı. Okunan şeyi istedi, Hadid suresinin ilk yedi ayetini okudu, “şimdi bu yer gök sizin rabbinizin mi dedi” evet öyle dediler. Bizim Kâbe’de bu kadar putumuz var hiçbirinin bir karış toprağı yok” dedi. Kalbinin derinliklerinde küfür yerine iman lem’aları parladı, birden “Beni Muhammed’e ASM götürün” dedi.

Hz. Hamza “iyi niyetle gelmişse ne ala, yoksa kendi bilir”

Kulağı arşı dinleyen Nebiler Nebisi büyük trajediyi hissetmişti, bir okyanus yön değiştiriyordu. “Bırakın gelsin” dedi.

Bir sonsuz azametin karşısında bir büyük dağ eğildi, diz çöktü, ağladı, sevinç içinde şehadet getirdi.

Ömer bir dönüm noktasıydı Müslümanların hayatında. Sebeplere büyük riayet gösteren hülasatül alem birden onun “neden Kabe’de namaz kılmıyoruz,” deyişine makul karşılık verdi.

Hep birlikte Kabe’ye doğru yola çıktılar, tam kırk kişi , büyülü bir rakam kırk belki de o günden sonra bu büyüyü kazandı.

Kırk rakamında ne kadar büyük manalar var, o ayrı bir konu.

Ann Mari Şimnel onu Rakamların esrarında izah eder.

Başlarında Hz. Nebi yürüdüler, dünyanın en büyük değişim sahnesi , büyük zulüm karşısında hiçbir şey beklemeden tevhidi kabullenmek, kainat ve bütün mafiha , edyan-ı sabıka, sabık salihin bu kırk kişi ile mukabele edilmez.

Bir gece vakti Bediüzzaman’ın arkasından gitmeyi kabullenmiş, kalpleri altın, suretleri fakir ül hal insanlar, zulüm ve istibdadı devlet diye dikmiş bir güruh tarafından gece vakti katledilmeye götürülür, başlarındaki büyük insan insafa gelir, bu büyük katliam gerçekleşmez. O yürüyüş bugünkü büyük değişimin çekirdeğidir.

Kureyş “Ömer onları önüne katmış getiriyor” derler. Ama Ebu Cehil gelişin manasının farklı olduğunu anlar. Ömer yanlarına varır, “Beni bilen bilir, La ilahe İllallah der” Bütün ladini felsefenin belini kıran Bediüzzaman “küfrün bel kemiğini kırdım” der, Ömer de küfrün bel kemiğini kırmıştır. Artık küfür sarsılmış, tezelzüle uğramıştır.

O günlerde açıkça ilk namaz kılınır, ilk namazı Hz. Hatice ve Ali ile Peygamberimiz kılmışlardı, Cebrail onlara öğretmişti. Şimdi kapalı mekânlardan namaz açıkça kılınır hale gelmişti. Toprağın altından dışarı çıkmış, sonra bütün dünyaya “Hayyalel felah” diye ses vermiş ve kalplerde azametin belirtisi, bedenlerde haşmetin alameti olmuştu.

Hz. Ömer İslamı kabul ettiğinden ruhunu teslim ettiği ana kadar İslam yolunda hiçbir fedakârlıktan çekinmedi. Ensardan olan kardeşi bir gün Peygamberimizin huzuruna gider, diğer gün Hz. Ömer gider. Böylece Efendimizin her sözünü öğreniyor, her gün indirilen ayetlerden haberler alıyordu.

Bediüzzaman Hz. Ali’yi müfritane sevenlerin, Hz. Ömer’den teberrilerini yerinde bir muhabbet olarak yorumlamaz, zararlı görür.

Bediüzzaman onun şahid olduğu mucizelerden bahseder.

Resul-i Ekrem ASM “Ahmes kabilesinden gelen dört yüz atlıya yolculuk için zad ü zahire ver!” Hz. Ömer dedi “Ya Resulallah mevcut zahire birkaç Sa’dır. Kümesi oturmuş bir deve yavrusu kadardır. Ferman etti. “Git ver” O da gitti yarım yük hurmadan dört yüz suvariye kifayet derecesinde zad ü zahire verdi. Ve dedi “ Hiç noksan olmamış gibi eski halini aldı”

Tebük savaşında Hz. Ömer nakleder. “Susuz kaldık, hatta bazıları devesini keser, susuzluktan içini sıkar, içerdi. Ebubekir-i Sıddık Resul ü Ekrem ASM dua etmek için rica etti. Elini kaldırdı , daha elini indirmeden bulut toplandı, yağmur öyle geldi ki kaplarımızı doldurduk, sonra su çekildi. “

Ömer’in kadri yücedir, Peygamberimizin elinde zikreden taşlar onun elinde de zikreder.

Dağ taş onlarla alakadardır, Peygamberimiz ve dört büyük halife Uhud dağının tepesinde iken dağ neşelenir ve titrer.

Peygamberimizin vefatından sonra Hz.Ömer amcası Hz Abbas’ı şefaatçi olarak kabul edip “ Bu senin Habibinin amcasıdır, onun hürmetine yağmur ver der. Yağmur gelir.

Hz. Ömer Cebrail’i Peygamberimizin huzurunda Dıhye suretinde görür.

Yine Hz Ömer Hame adında bir cinninin Peygamberimize biat edip inanmasını görmüştür. Hz. Ömer İslam’dan önce de bir saneme kesilen kurbanın tevhide açıkça işaret eden kelimatını duymuştur.

Hz. Ömer Tebük savaşı öncesi malının yarısını İslama bağışlamıştır.

Resulullah fazilette Hz. Ebubekirden sonra Ömer’in geldiğin söylemiştir.

Kadisiye ve Nihavent savaşlarında İslam galip gelmiş İran devletine son vermiştir.

Vaktiyle Peygamberimizin müjdelediği Kisra’nın beyaz köşklerini ele geçirdiler, Müslümanlar. Hesaba gelmeyecek miktarda ganimetler, miktarı bine ulaşan develerle Beytül mal’a götürüldü. Hz Ömer İran devletinin inhidamı sonrası şükür namazı kılar, Allah’a dua eder. Ateşe tapanların saltanatı gidince Hz Ömer Müslümanlara hitap eder “Ey Müslümanlar dikkat ediniz ibret alınız. Ateşe tapanların hükümdarları gitti, üstünlükleri sona erdi, devletleri yok oldu. Allah onların yerine beldelerine, evlatlarına sizleri varis kıldı. Cenabı Hak bundan sonra sizin davranışlarını denetleyecek gözetecektir. Uyanık olunuz, şuurlu olunuz, dikkatli olunuz, iyi halinizi değiştirmeyiniz, eğer siz iyi halinizi değiştirirseniz, Cenab-ı Hak sizi başka bir milletle değiştirir. Ben şu ümmet üzerine başka bir şeyden değil kendi tarafınızdan ve kendi içinizden gelecek tehlikelerden korkarım”

Hz. Ömer’in o gün söyledikleri bugün de Müslümanlar için geçerlidir. Davanın menfaat ile mübadelesi yine Müslümanlara büyük zararları ve toplumsal nefretlere neden olabilir.

Kudus’e girerken süslü gösterişli elbiseler giymesini teklif edenlere “ Hak Teala Müslümanlıkla bize en büyük şerefi bahşetmiştir. Şeref olarak bize bu kâfidir. Kendimiz için ise sadeliği tercih ederiz”

Onun adını duyanlar kendine hemen çeki düzen verirlerdi. İsmi kıyamete kadar adaleti haykıracak bir büyük insandır. Adalet hissini yitiren insanlar için Ömer iyi bir ilaçtır. Peygamber ve arkasındaki dört büyük insan yolunu şaşıran insanlara her zaman rehber olacak niteliktedirler.

Aile fertlerinin sıkıntıya düştüğü kendine hikaye edilince , insanlık tarihi boyunca büyük bir rehber söz söyler. “ Hz Muhammed ASM Ebu Bekir ve Ben bir yola düşmüş üç suvari gibiyiz. İlk ikisi menzili maksuda istenilen hedefe ulaştılar, ben de onların yolundayım. Ne olur kimse beni onların yolundan ayırmaya çalışmasın. Medine’nin kenar semtlerinde bir çadır içinde yoksul bir kadına rastlar. Kadına “Ömer’den haberin yok mu ? diye sorulduğunda kadın “Allah belasını versin . Halifeliği süresince beş para alamadım , sürünüyorum” demiş, bunun üzerine Ömer ”İyi ama sen uzak bir yere çekilmişsin bir çadırın içinde tek başına yaşarken Ömer senin durumunu nereden bilsin ?” deyince de kadın “Beni bulamayacaksa devletin başına gelmeseydi” cevabını verince . Bu cevaba Ömer duygulandı gözlerinden bulgur gibi yaşlar döktü, kendisine gereken mali desteğin sağlanacağını bildirdi. Mahkeme salonunda sanık sandalyesinde oturması gerekirken kendisine saygı gösteren hakime “Senin huzurunda halktan biri ile Ömer eşit olmazsa sen hiçbir zaman hakimliğe layık olamazsın” der.

Ölümü öncesi cennetle müjdelenenlerden kalan altı kişiyi halifeyi seçmeye vekil bırakır.
Ona ilk defa Ömer ül Faruk diyen Peygamberimizdir (Asm.)

Peygamberimiz onun için “ Hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki ey Ömer şeytan asla seninle karşılaşmaz. Sen bir yola giderken o muhakkak senin yolundan başka bir yola yönelir gider” der.

Bir gün hutbeyi okumaya gecikir, yirmi bir yamalı bir gömleği vardır, bir tek fanilası onu yıkamıştır, kurumasını beklerken daha kurumadan koşarak hutbeye gelmiş ve bir fanilası olduğu için onun kurumasını beklediğinden geciktiği yolunda özürde bulunur.

Hz. Ömer adaletin bir şahsa giydirilmiş bir karakteridir. Bediüzzaman ism-i Adli anlatır, âlemdeki bütün dengenin bu fiilin denetiminden doğduğunu ifade eder.

Adaletten hareketle de Haşir risalesinde âhiretin varlığını anlatır.
Onların izahı da bir başka sefere!

Prof. Dr. Himmet Uç

Buluşma

Bu yazı: “Kızıl Meydan’dan Kıbleye Hidayet Hikayesi” başlıklı yazımızın 6. Bölümüdür. Yazının diğer bölümlerine ulaşmak için tıklayınız…

ARADAN bir müddet geçtikten sonra Dr. Ali İhsan ve arkadaşı söz verdikleri gibi bu Müslüman Rus grubun davetine icabet ettiler. Kısa sohbetin ardından yeni Müslüman Rus’ların soru bombardımanı başladı. Cevaplar ise hep Risale-i Nur’dan oluyordu. Öylesine cevapların cazibesine kapıldılar ki, kendilerini bırakmak istemediler. Dr. Ali İhsan, Risale-i Nur’dan böylesine etkilenen bu insanların, kitap istemeyişlerine şaşırıyordu. Ellerindeki kitabı merak etti:

– Yahu şu sözünü ettiğiniz kitabınızı görebilir miyim, diyerek istedi.

Nikolay birden ayağa kalktı ve kütüphanenin en üst rafında sargılar içinde sakladıkları kitabı indirdi. İtina ile sargılarını açtı ve Ali İhsan’a uzattı. Bu arada hepsinin gözleri Ali İhsan’daydı. Acaba kitaplarını beğenecek miydi? Bu bilge kişinin de kendileri gibi bu kitabı takdir etmesini arzuladılar. Ali İhsan, paylaşmak istemedikleri kitabın, Risale-i Nur’dan Yirmi Üçüncü Söz olduğunu görünce, gayr-i ihtiyari gülmeye başladı. Ruslar:

– Ya siz sadece ismini ve kapağını görünce gülüyorsunuz. Bir de içindekileri okusanız, ne yapardınız, dediler.

Ali İhsan bu defa daha da yüksek sesle güldü. Ve çantasında bulunan Rusça’ya tercüme edilmiş Risaleleri bir bir çıkarmaya başladı. Her birini eline aldıkça:

– Bu ne?
– Tabiat Risalesi…
– Avtor, (yazarı) Bediüzzaman Said Nursî, deyip kenara koydu. Sonra ötekini eline aldı.
– Peki, bu ne?
– Ayetü’l-Kübra
– Avtor, (yazarı) Bediüzzaman Said Nursî. Onu da kenara koydu.
– Bu ne?
– Küçük Sözler…
– Avtor, (yazarı)?
– Bediüzzaman Said Nursî. Sonra kendi kitaplarını eline aldı.
– Bu ne?
– Yirmi Üçüncü Söz
– Peki, Avtor, (yazarı)?
– Bediüzzaman Said Nursî!

Ruslar, almak istemedikleri kitabın da kendilerininkinden olduğunu öğrenince sevinçten uçacak gibi oldular. Meğer bu kitaplar, kendi kitaplarına rakip değil, kardeşmiş.

– Vay demek onlar da bizim kitabımızdan, deyip sevinçle birbirlerine sarıldılar. Hele bunların bir külliyatın parçaları olduğunu öğrenmek, onları eşsiz bir hazineye sahip olmuşçasına sevindirdi.

Yeni Bir Ufuk

Bu tanışma, onlara yepyeni bir ufuk açtı. Kitapların bulunduğu şehirdeki dershanenin adresini aldılar. En kısa zamanda oraya gidebilmenin hayalini kurmaya başladılar.

Ali İhsan ve arkadaşını yolcu eden Müslüman Ruslar, onların bıraktığı kitaplara adeta hücum ettiler. Her biri kitaplardan birini alıp okumaya koyuldu. Okuyan, elindekini diğeri ile değiştirdi. Böylece kitapları kısa zamanda devrettiler. Bu kitaplarda kafalarının içindeki sorulara cevaplar, komünizmin ruhlarına açtığı yaralara devalar buldular.

Ayrıca bu kitaplarda kalplerini okşayan, sebebini bilmedikleri bir sıcaklık vardı. Tekrar tekrar okuyorlar, her okuyuşlarında bu kitapların kendileri için yazıldığı hissine kapılıyorlardı.

O Günden sonra her hafta Cuma namazını kılmak ve dershaneye uğramak için tuttular

Ne Yapabilirim?

ABDÜLKERİM arabasını her zamankinden hızlı sürüp radyoevi parkına bıraktıktan sonra Resul’le birlikte radyoevine doğru hızlı adımlarla yürüdüler. İçeri girer girmez onları sekreter karşıladı ve:

– Sofia Hanım odasında sizi bekliyor, dedi.

Asansörle üçüncü kata çıktıklarında Sofıa Hanım’ın gerçekten odasının önünde kendilerini ayakta beklediğini gördüler. Tıpkı eskisi gibi üzerinde hastalıktan hiçbir eser yoktu. Şaşkındılar:

-Sofia Hanım, iyi misiniz?

– İyiyim, hem de çok iyi!

– Bizi çok şaşırttınız, nasıl oldu bu iş anlatır mısınız? Kendisi önden, onlar arkadan odasına girdiler.

– Oturun, siz gittikten sonra yaşadığım olayları anlatacağım. Sofia masasına geçti, Resul’le Abdülkerim de masanın önündeki koltuklara oturup Sofia’ya kulak verdiler. O anlattıkça hayretten hayrete düştüler. Sofia, son derece neşeli bir ses tonuyla olanları anlattı:

– Çocuklar, siz gittikten sonra çok ağladım. Neden sonra bıraktığınız Hastalar Risalesi’ni elime alıp, okumaya başladım. Okudukça içim açıldı, gönlüm ferahladı, ruhum rahatladı. Sadece ruhum değil, bedenimin de hafiflediğini, hastalığımın da azaldığını hissettim. Kitabı sabaha kadar tam altı kez okudum.

– Altı kez mi?

– Evet, tam altı kez okudum. Her okuyuşumda hastalığımın biraz daha hafiflediğini hissettim. Doktorlar beni kontrole geldiğinde, “Ben artık iyileştim, beni taburcu edin!” dedim.

– Olamaz böyle şey Sofia Hanım, tedavinizi yarıda bırakamayız, böyle bir sorumluluğun altına giremeyiz, dediler.

– O halde beni muayene edin, hastalığım eskisi gibi ise sizin dediğiniz olsun. İyileşmişsem, beni serbest bırakın gideyim, dedim.

Tekrar muayene ettiler, tetkikleri yaptılar. Hastalığımın onda bire düştüğünü söylediler.

– Hayret! Böyle bir şeye ilk defa rastlıyoruz. Gerçekten Sofia Hanım, hastalığınız büyük oranda iyileşmiş, bu kadar kısa zamanda bu nasıl oldu, anlayamadık, dediler.

Bunun üzerine onlara Hastalar Risalesi’ni gösterdim:

İşte, diye bağırdım, Benim hastalığımı iyileştiren budur! Doktorlar şaşkın gözlerle bir bana, bir kitaba baktılar. Buna bir anlam veremediler. Kitabın, bir hastalığı iyileştirdiğine ilk defa şahit oluyorlardı. Ama gerçek ortadaydı. Olmaz denilen şey olmuştu. Bu, Allah’ın, Said Nursî eliyle bana verdiği bir şifa idi. İşte işimin başındayım. Bunu Hastalar Risalesi’ne ve size borçluyum. Şimdi söyleyin bana gerçek dostlarım, sizin için ne yapabilirim?

Abdülkerim ve Resul, sevinçle şaşkınlığı ilk defa bu kadar yoğun yaşıyorlardı.

– Sofia Hanım, biz hiçbir şey istemeyiz, sadece sizin sağlığınızı isteriz, dediler.

Sofia:

– Hayır, sizin için mutlaka bir şeyler yapmalıyım.

– Kendimiz için bir şey istemeyiz. Gayemiz bu kitapları insanlığın hizmetine daha fazla sunabilmektir. Bu konuda bize yardım ederseniz, bizim için en iyi şeyi yapmış olursunuz.

– Tamam, zaten bundan sonra bu kitapların tanıtımıyla ilgili elimden geleni yapacağım. Ama ben, sizin için özel bir şey yapmak istiyorum, dostlarım.

Abdülkerim, Resul’ü göstererek:

– Bak, Sofia Hanım. Bu genç, hayatını bu davaya vakfetti. Bu kitapların yayılması için ta Azerbaycan’dan kalkıp buralara kadar geldi. Kitapların tanıtımı için yapacağınız her şey, aynı zamanda ona ve bize yapılmış bir iyilik olacaktır.

Tamam!

Sofia, davalarını nefislerinden daha üstün tutan bu gençlerin ihlâsından çok etkilendi ve hemen Resul’e dönüp:

– O halde Resul, bu haftadan itibaren radyoda birlikte programa başlıyoruz. Bu kitaplardan on beş dakika sen, on beş dakika ben okuyacağım, tamam mı?

– Tamam, bizim istediğimiz de bu zaten! Sofia Resul’e dönüp:

– Yalnız öyle Azerbaycan şivesiyle okumak yok. Sana gerçek Rusça nasıl okunur onu öğreteceğim, tamam mı?

– Tamam!

Sofia ile başlayan gergin münasebetin, kısa zaman sonra yerini sıcak bir dostluğa terk edeceğini kim tahmin edebilirdi? O ilk karşılaşma sahnesi Resul’un gözü önüne tekrar geldi. Kovularak çıkarıldığı odada şimdi sevgi ve hürmetle karşılanıyordu! “Ey Yüce Rabbim, sen nelere kadirsin! Dilersen zelil, dilersen aziz edersin! Ve sen dilersen dinini bir recül-i facirle (günahkâr bir kişiyle) de güçlendirirsin.

Bunun en çarpıcı örneği Sofia Valentinovna değil mi? Baştan nasıl da küçümsemiş ve nefretle reddetmişti. Ama şimdi mesleğinin ona kazandırdığı bütün maharetiyle ve şöhretiyle onların emrinde, dinin hakikatlerini tebliğ için çırpınıyordu. Bu, Allah’ın nurunu tamamlayacağı vaadinin tecellisinden başka bir şey değildi.

Neden Üzgünsün?

YİNE BİR Cuma günü, Nikolay ve diğer Müslüman Ruslar Petersburg’taki dershaneye vardılar. Dershanede onların sorularını cevaplayabilecek yeni bir Nur talebesi Ruslan Cemalov ile tanıştılar. Güzel bir Risale dersi yapıldı. O gün yine üst üste sorular sorup, yine tatminkâr cevaplar aldılar. Cemalov, sorularının cevaplarını Risaleler’den bulup okudukça, yüzleri güldü. Nikolay, kafasına takılan bir soruyu paylaştı:

Allah’ın birliği ile beraber, bütün kâinatı birden yönetmesi nasıl olur, dedi. Cemalov, henüz Rusça’ya tercüme edilmemiş olan bu bahsi, Türkçe On Altına Söz’den buldu. Okuyup açıklama yapmaya başladı. Maddi cisimlerin ve nuranilerin yansıması, güneşin gökte bir tane olduğu halde, yerdeki bütün şeffaf şeylerde yedi renkli ışığıyla ve ısısıyla bulunmasını anlattı. Nikolay adeta yerinde duramıyordu.

– Müthiş, diye bağırdı.

Dersin ardından sofra kuruldu, bir şeyler yiyip içtikten sonra sıra Ruslar’ı yolcu etmeğe gelmişti. Dershanede kalan Nur talebeleri arabalarına kadar onları yolcu ettiler. Yürürken Nikolay’ın düşünceli hali Cemalov’un dikkatini çekti. Yanına yaklaşıp,

– Hayrola Nikolay! Bir şey mi oldu? Seni düşünceli görüyorum, dedi.

– Evet, Cemalov!

– Hayırdır, söyle bakalım neymiş?

– Düşünüyorum da, sizin medreseniz var, sizinle ders yapacak kişiler var. Gelenlerin sorularına hemen cevap verebilecek insanlar var. Novgorod’da buna daha çok muhtaç olduğumuz halde maalesef böyle bir imkânımız yok. İşte ben buna üzülüyorum. Cemalov kendisine moral vermek için:

– Üzüldüğün şeye bak. Açarsınız bir dershane, biz de gelir gideriz, olur biter.

Bu cevabı alınca Nikolay’ın gözleri parladı:

– Sahi, dershane açsak gelir misiniz, dedi. Bu sorunun arkasında ne saklı olduğunu bilmeden Cemalov cevap verdi:

– Tabii geliriz, ne demek?

– Söz mü?

– Söz…

Nikolay, hemen eliyle Cemalov’un kolunu kavradı:

– Öyleyse haydi, medresemiz hazır, gidiyoruz, dedi.

– Yahu dur, bir dakika, nereye gidiyoruz, demeye kalmadan, kolundan sürüklemeye devam etti.

– Söz verdin, itiraz yok, gidiyoruz, dedi.

Meğer Nikolay, dershaneyi açmış, orada ders yapacak biri olmadığından Cemalov’u götürmeyi kafasına koymuştu. Kendisinden söz almak için de böyle bir plan düşünmüştü. Oysa Cemalov söz verirken, nasıl olsa Rusya’da bir ev tutmak öyle kolay değil, epey zaman alır. O zamana kadar bulundukları yerde hizmet de belli bir seviyeye gelir. Sonra gelir gideriz, diye düşünmüştü. Fakat Nikolay kurnazlık yapmıştı.

– Olur mu, böyle ani kararla gidilir mi? Buradaki ev arkadaşım ne der? hele bir görüşüp konuşalım demeğe kalmadan,

– Bak, dedi. Ve devam etti:

– Biz mafyayız, bizde söz senettir. Başka hiçbir şeye itibar etmeyiz. Söz verdin mi, sözünden dönemezsin. Gelmeyecek olursan, seni kendi yöntemlerimizle getirmesini biliriz!

Cemalov, bir mafya liderinin önceden kullandığı metotlarla iman hizmetinde bulunacağına ihtimal vermiyordu. “Yahu böyle apar topar olur mu?” diye düşünürken, nihayet arkadaşının tasdikini aldı ve bir oldu bitti ile Novgorod’un yolunu tuttular.

Cemalov Nikolay’ın otomobilinde Novgorod’a doğru yol alırken, kaderin hükmüne boyun eğdi ve olacakları merak etmeğe başladı. Bu arada Nikolay kendisine, eski hayatından, ailesinden, arkadaş çevresinden bahsetti.

Müslüman olduktan sonra mafya zamanından kalan bütün servetini haram diye bıraktığını ve hayata yeniden başladığını anlattı. Cemalov, “Keşke hepsini terk etmeyip, bir kısmını hizmette kullansaydın” diyecek oldu. Nikolay:

– Sen onların hangi yollardan kazanıldığını biliyor musun? Bilsen böyle demezdin, diye karşılık verdi. Haram yollarla elde ettiği servetinin hepsini bırakmıştı. Ailesini geçindirmek için de küçük bir manav dükkânı açmıştı.

Dediğin Gibi Olsun…

Novgorod’a vardıklarında yüksek bir binanın yedinci katında gayet güzel, dayalı döşeli bir daireye girdiler. Nikolay:

– Nur dersini akşam namazından sonra yapacağız, dedi. Akşam namazı dediği saat yirmi dörttü. Çünkü Rusya’da ‘Beyaz Geceler‘ sebebiyle geceler çok kısaydı. Akşamdan bir saat sonra yatsı, bir saat sonra da sabah namazı kılınıyordu. Cemalov, biraz da yorgunluğunu ileri sürerek:

– Nikolay şu dersi ikindiden sonraya alsak olmaz mı, dedi.

– Olmaz. Bu derse gelenler, senin bildiğin kimseler değil, onlar ancak o zaman gelebilirler.

Haa bir de söyleyeyim, sen hiçbir şeye karışmayacaksın. Kapıyı açmak, çay yapmak, ikram etmek hep bana ait. Sen sadece yerinde oturup ders yapacaksın, o kadar?

– Kim bunlar Nikolay, nasıl insanlar?

– Gelince görürsün, deyip geçiştirdi. Cemalov:

– Böyle müderris gibi ders okumak hoşuma gitmiyor, hizmeti müşterek yapsak olmaz mı?

– Olmaz, sen sadece ders okuyacaksın!

İçinden “Ne olacak, ne kadar da değişse, adam bir mafya babası degil mi?” diye geçirdi, ama yine de ona uymak zorunda kaldı.

– Peki, dediğin gibi olsun…

devam edecek…

Mü’minin Değeri

Kolay okunan, zihinden hızla akıveren ve kolayca hafızaya yerleşen cümleler beni korkutur.

Böylesi cümlelerin okunduğu ve hatırlandığı anda insanda bir duygu yoğunluğuna yol açmakla birlikte zihinden hızla akıverdikleri için üzerinde yeterince durulmama, hakkında yeterince düşünülmeme gibi bir talihsizlikleri vardır.

Risale-i Nur müellifinin böyle nice güzel sözü, hikmetli cümlesi vardır ki, sırf bu sebepten dolayı, hafızalara yerleşmiş olmakla birlikte üzerinde yeterince düşünülmemiş haldedir.

Uhuvvet Risalesi’nde yer alan :

Mü’minin şe’ni kerîm olmaktır. Zâhiren leîm bile olsa, iman cihetinde kerîmdir” sözü, benim açımdan işte böylesi sözler arasındadır.

Öyledir; çünkü bu sözle neredeyse otuz yıldır Risale-i Nur’la hemhal olagelen biri olarak, bu hemhal oluşun daha ilk yıllarında hafızama yer etmiştir; ama bu sözün gerçek içeriğiyle tanışmam ancak bu yılın içerisinde olabilmiştir.

Gerçekten, ne demektir bu?

Mü’minin şe’ni kerîm olmaktır. Zahiren leîm bile olsa, iman cihetinde kerîmdir,” ne demeye gelir?

İMANIN ÖZELLİĞİ

Yıllar yılı bir şiir mısraı gibi okuyup tekrar edegeldiğim bu söz, gerçekte, gündelik hayatın tam ortasında bin türlü yılgınlık ve kırgınlık yaşayan bizlere, Kur’ân’ın ‘ancak kardeştirler’ buyurduğu mü’minler arasındaki her türlü kalbî kırıklık ve kopukluğu nihaî planda izale edecek bir özelliği farkettirmektedir. ‘İman’dır bu özelliğin adı. Ve bu söz, imanın gücünü, yüksekliğini, değerini bize bildirmektedir gerçekte.

Hepimiz, hayatın içinde, bir yığın münasebet yaşarız. Bir kısmını isteyerek, bir kısmını ister istemez. Bu münasebetler içerisinde bin türlü insanla karşılaşır; kimiyle uzlaşır, kimiyle ayrışır ve hatta çatışırız. Bütün bunlardan geriye, ‘hayat-ı içtimaiye’ diye birşey kalır; ve o şeyle birlikte gelen dostluklar, yardımlaşmalar, dayanışmalar, ama bir o kadar da kırgınlıklar, yılgınlıklar, üzüntüler… Bu hayat-ı içtimaiye içinde bize yanlış hareketinden dolayı bir mü’minle aramıza mesafe koyduğumuz olur; kimileri de, onlara göre yanlış bir hareketimiz dolayısıyla, bize bir mesafe koyarlar, hatta içlerinden üstümüzü çizenler bile çıkar.

Baktığımızda, ehl-i imanın hayat-ı içtimaiye karnesinde, bu şekilde ortaya çıkan nice kırık notlar görürüz her birimiz. Çokça yakındığımız üzere, ehl-i imanın birbirine karşı duruşu, Fetih sûresinde özelde sahabileri övgüyle tarif eden ‘mü’minlere karşı şiddetli, aralarında merhametli’ olmanın; bir başka sûrede beyan buyurulduğu üzere, ‘kâfirlere karşı izzetli, mü’minlere karşı mütevazi’ durmanın hayli uzağındadır. İş mü’minin mü’minle temasına gelince, gıybet peynir-ekmek yeme kolaylığında bir fiil olduğu gibi, iftira dahi yeri geldiğinde kolaylıkla istimal olunan bir fiil niteliğindedir. Mü’minler ‘ancak kardeş’ oldukları halde, kardeşin kardeşi kırdığı nice zamanlar vardır. Nitekim, kırmışızdır ve kırılmışızdır. Ve içimizden bazıları, özellikle bir şekilde maddî veya manevî iktidar peşinde koşanlar veya böylesi iktidar odaklarından maddî veya manevî rant elde etmeye çalışanlar, kırıcılık konusunda neredeyse uzmanlaşmış haldedir. (Sözün burasında, Guénon merhumdan ilhamla ‘iktidar’ ve ‘otorite’ arasındaki nüansa da işaret edelim ki, ‘iktidar’ düşkünlerini eleştirirken ‘iktidar’ âletine dönüştürmedikleri manevî otoriteleri ve yetkinlikleri ile nice mü’mine rehberlik etmiş müstakim mürşidleri incitmeyelim.) Genel olarak, tablo budur.

Bilgisine ve hikmetine ve bu ikisine eşlik eden tevazusuna imrendiğim aziz dostum, kardeşim Ahmet Yıldız’ın İktidar Herşey Değildir adlı kitabında belirttiği gibi,

“Tarih boyunca Müslümanların temel problemleri hep kendileriyle olmuştur. ‘Kâfirlere karşı şiddetli, mü’minlere karşı merhametli olma’ ölçüsü, genelde ne yazık ki mü’minlere karşı zemm, gıybet, dedikodu ve şefkatsizlik şeklinde yansımıştır” demektedir bu kitabında. “Taraflar ‘biz’den olduğunda, her türlü gayriahlâkîlik ‘Hak’ adına revaç bulmakta zorlanmıyor. ‘Allah için’ işlenen manevî cinayetlerin haddi hesabı yok. İnsan gerçekten inanamıyor.”

Sevgili Ahmet’in yüzdeyüz katıldığım tesbitiyle,

“Müslümanların fikrî problemleri, ahlâkî problemleri kadar öncelik arzetmiyor.” Oysa, “Tam ihlası yansıtan bir ahlâkî bütünlük ortaya koymadıkça, ne mütehayyirlere, ne de muannidlere emniyet vermemiz mümkün değil. Emniyet duygusu olmadan da diyalog, dolayısıyla da tebliğ zemininin oluşması mümkün değil.”

İşte bu hâl-i pürmelâlin bir şahidi olarak Bediüzzaman’ın bir Kur’ânî deva ümidiyle yazdığı Uhuvvet Risalesi’ndeki o kolayca ezbere yerleşen ama zihinde yeterince tartılmayan güzelim sözü, meselenin hayatî noktasını işaretliyor: Mü’minin şe’ni kerîm olmaktır. Zahiren leîm bile olsa, iman cihetinde kerîmdir.”

Yani, bir mü’minin ‘zahirinde’ kınanmaya, ayıplanmaya, kötülenmeye lâyık bir keyfiyet görebiliriz. Öyle ki, duruşuyla, haliyle, düşünceleriyle bizi sinir ediyor olabilir, onunla aynı ortamda bulunmaya bile katlanamıyor olabiliriz, bizi ‘gıcık ediyor’ dahi olabilir. Sözüyle veya tavrıyla eleştiriyi yüzde yüz hak ediyor olabilir. Ama bütün bunlar, o mü’minin sözünü veya tavrını eleştirme hakkıyla birlikte, onun şahsını da zemmetme hakkını asla bize vermez. Şahsına karşı hele gıybet ve iftira, Bediüzzaman’ın belirttiği üzere, “ehl-i adavet ve hased ve inadın en çok istimal ettikleri alçak bir silahtır. İzzet-i nefis sahibi, bu pis silaha tenezzül edip istimal etmez.”

YÜCE BİR HASİYET : İMAN

Çünkü herşeye rağmen, bütün kabalığına, fiilindeki veya fikrindeki yanlışına rağmen, o insan, ezelî doğruya şehadet etmiş biridir. Allah’ın varlığına, Kur’ân’ın Kelâmullah oluşuna, Hz. Peygamberin risaletine, cennet ve cehennemin hak oluşuna iman etmesi öylesi yüce bir hâsiyettir ki, bu büyük doğrunun yanında başka bütün yanlışlar küçülüp gitmektedir. Mü’min, bütün kusuruyla, eksiğiyle, zaafıyla, fikrî veya fiilî eksiği veya yanlışıyla ‘leîm’ bir hal sergiliyor ve bu özelliklere mahsus kalma kaydıyla eleştiriyi hak ediyor olsa bile; imanı cihetiyle ‘kerîm’dir ve imanı cihetiyle kazandığı değer bizi onun şahsını bir bütün olarak zemmetme gibi bir keyfiyetten alıkoymalıdır.
Alıkoymuyorsa, bu, imanın değerini ve büyüklüğünü anlayamadığımızın göstergesidir.

Oysa, iman öyle bir hâsiyettir ki, Hz. Peygamber, “Kim Allah’tan başka hiçbir ilah olmadığına, Muhammed’in de O’nun resulü olduğuna şehadet ederse, Allah ona ateşi haram kılar” demektedir.

Pazar günü, hadisler ekseninde bir müzakereyle, bu bahsi hitama erdirelim.

Metin Karabaşoğlu

Cuma Namazı

Bu yazı: “Kızıl Meydan’dan Kıbleye Hidayet Hikayesi” başlıklı yazımızın 5. Bölümüdür. Yazının diğer bölümlerine ulaşmak için tıklayınız…

CUMA SABAHI abdestlerini alıp otomobile atladıkları gibi merakla Petersburg’un yolunu tuttular. Heyecanlıydılar. Çünkü ilk defa bütün Müslümanlar’la birlikte namaz kılacaklardı. Yolda, akıllarına takılan soruları Abdülveli’ye sormaya devam ettiler.

Şehre vardıklarında adresi bulmak için hayli vakit kaybettiler. Tam camiye vardıklarında namazın kılınıp cemaatin camiden çıkmakta olduğunu gördüler. Cumaya yetişemediklerini anlayınca üzüldüler. Yetkili biriyle görüşmek istediler. Cemaat kendilerini imama yönlendirdi. İmam, Türkiye’den yeni gelmiş bir gençti. Karşısında heyecanla sorular sorup bir şeyler öğrenmek isteyen Ruslar’ı görünce heyecanlandı, cemaate seslendi:

– İçinizde Rusça bilen yok mu? Gelin şunlara bir şeyler anlatın!

O sırada tevafuk eseri olarak Azerbaycanlı Emin ile yine Türkiye’den gelen Dr. Ali İhsan Bey oradaydılar. İmamın talebi üzerine yaklaşıp onlara muhatap oldular. Yeni Müslümanlar büyük bir merakla sorularını sıraladılar. Biraz ayakta sohbet ettiler; ardından caminin bir köşesine çekildiler. Zira onlar öğrenmeye açtılar. Anlatılanları can kulağı ile dinlediler.

Sohbet çok hoşlarına gitmişti. Zira sorularına mantıklı cevaplar veren kişilerle karşılaşmışlardı. Bu yüzden Emin’le Ali İhsan’ı ısrarla Novgorod’a davet ettiler. Ali İhsan yanında bulunan Rusça Ayetü’l-Kübra’yı kendilerine hediye etmek istedi. Fakat Ruslar, kitabın ismine ve mahiyetine bakmadan:

– Bizim bütün sorularımıza cevap veren bir kitabımız var. Başka kitaba ihtiyacımız yok. Fakat sizin sohbetiniz çok güzel, ne olur gelin, bize anlatın, diye yalvardılar. Aslında sordukları soruların cevapları o kitaplarda vardı. Ama bunu bilemezlerdi. Ali İhsan, bu derece makul düşünen insanlara en iyi hediyenin Risale-i Nur’lar olduğunu düşünerek kitaplardan takdim isteğini tekrarladı. Fakat her defasında aynı cevapla karşılaştılar:

– Bizim kitabımız var. Siz bize sohbete gelin! Buna pek bir anlam veremeseler de daha fazla üstelemediler. Evet, Yirmi Üçüncü Söz gönüllerinde öyle bir taht kurmuştu ki, adeta ona rakip olabilecek bir kitabın varlığına razı olmuyorlardı. O kadar ki, kendilerine verilen kitabın, ismine ve yazarına bile bakmadan, “Bizim kitabımız var!” diyorlardı. Bunun farkına varan Emin ve İhsan da ısrar etmediler, ama davetlerine mutlaka katılacaklarını söyleyerek yanlarından ayrıldılar.

İlginç Manzara

SOFİA VALENTİNOVNA’NIN yattığı üç yüz iki numaralı odanın önüne gelen Abdülkerim ve Resul kapıdan içeri girdiler.

İçeride onları beklenmedik bir manzara bekliyordu. Sofıa Valentinovna yatağı üzerinde oturmuş, başını iki eli arasına alarak derin düşüncelere dalmıştı. Kendinden geçmişçesine hoparlörden gelen sesi dinlemekteydi. Evet, daha üç gün önce stüdyoda kaydederken kendini kaptırdığı Yirminci Mektup’tu bu! Sofİa önce hayal gördüğünü sandı. Hatta bir ara sesin beyninin içinden gelip gelmediğine şüphe etmişti. Başını kaldırıp Abdülkerim’le Resul’ü karşısında görünce, rüyadan uyanır gibi oldu.

Abdülkerim elindeki hediye paketini masanın üzerine bırakırken Resul de cebinden çıkardığı Hastalar Risalesini masaya koydu. Her ikisi birden “Sofia Hanım geçmiş olsun!” dediler! Sofia Valentinovna’nın gözlerinden sel gibi yaşlar aktığını görünce ayrı bir şaşkınlık daha yaşadılar.

Resul gözlerine inanamadı. İçinden, “Mucize olarak taştan suyun akmasına inanırdım, ama bu kadının gözünden yaş geleceğine inanmazdım” diye geçirdi. O soğukkanlı adam Abdülkerim de neye uğradığını şaşırmış bir haldeydi.

Odaya sessizlik hâkimdi. Adeta aralarında sessiz ve sözsüz bir konuşma başlamıştı. Diller lâl kesilirken, kalpten kalbe kurulan gizli bir hat ile çok şeyler ifade edildi.

Neden sonra Sofia, biraz kendine geldi. Bitkin bir ses tonuyla konuşmaya başladı. Dilinden şu cümleler güçlükle döküldü:

– Benim onca dostlarım ve yakınlarım var. İki gündür burada olduğum halde, hiçbiri ziyaretime gelmedi. Fakat siz, en uzak sandığım, hatta düşman bildiğim kişiler, beni ziyarete geldiniz!

Sofia bunları söylerken tekrar hıçkırıklara boğuldu.

Abdülkerim’le Resul de çok etkilenmişlerdi. Konuşacak halleri kalmamıştı. Sessizce oradan ayrıldılar. Öylesine etkilenmişlerdi ki, yol boyunca ağızlarını bıçak açmadı.

Konuşsalar, sanki içine girdikleri o lahutî halin büyüsü bozulacak, sırrı kaybolacaktı…

Gece Boyu

Resul dershaneye vardıktan sonra uzun süre gördüklerinin etki¬sinden kurtulup kendisine gelemedi. Bir türlü hayalini ondan ayıramadı. Düşündü, düşündü. Gece uykusu kaçtı. Aklında, hayalinde hep Sofia vardı. Karşılaştıkları esnada, o soğuk ve haşin kadın geldi gözlerinin önüne… Ardından Kur’an nurunun sıcaklığında eriyip akmış son hali. Bir insan, hele onun gibi katı kalpli biri bu kadar kısa zamanda böyle değişebilir miydi? Bu soruya cevabı kendi iç dünyasında verdi: “Allah’ın hidayeti yetişirse, evet!

Resul’un Sofia hakkındaki kanaatleri tamamen değişmişti. Ona karşı beslediği kırgınlık, küskünlük, yerini şefkat ve acımaya bırakmıştı. Öyle ki, “Neden ona o kadar kırıldım ve düşmanlık ettim?” diye kendini suçlamaya başladı.

Keşke onun yerine nefsimi suçlasaydım. ‘Nefis cümleden edna, vazife cümleden ala’ diyebilseydim. O hakaretlerini nefsime alıp birer ihtar ve ikaz olarak kabul edebilseydim” dedi.

Resul, Sofia’nın kendisine bağırmalarını bile artık başka türlü yorumlamaya başlamıştı.

İlk karşılaştıklarında o bağırmalarıyla adeta kendisine:

– Nerde kaldınız? Neden daha önce bu hakikatleri bana yetiştirmediniz? Neden hayata veda edeceğim zamana kadar geciktiniz, der gibi olduğunu düşündü.

Resul’ün o gece boyunca, yaşadıklarından bu dersleri çıkardı, durdu.

Alo Resul!

Ertesi sabahın ilk vakitlerinde, Resul’ün telefonu çalmaya başladı. Gece boyu gözüne uyku girmediğinden isteksizce telefona uzandı.

-Alo?

– Resul, sen misin?

– Evet buyurun!

– Ben Sofia Valentinovna!

– Ne, Sofia Valentinovna mı?’

– Evet, ta kendisi… Radyoevindeyim, sizi bekliyorum. Abdülkerim’i de getirmeyi unutma!

Resul önce rüya gördüğünü sandı. Sofia’nın sesi hiç de hastalıklı değildi. Oysa akşam sesi çıkmayacak derecede durumu ağırdı. “Bir yanlışlık olmasın” diye düşünerek,

– Sahi, siz Sofia mısınız?

– Evet, Sofia’yım ve radyoevindeyim.

– Akşam hastanedeydiniz, nasıl olur efendim?

– Çabuk gelin, her şeyi size burada anlatacağım!

Resul, telefonu kapattı, rüya görmediğinden emin olmak için odada ileri geri giderek duvarlara dokundu. Uyanık olduğuna kanaat getirince şaşkınlığı daha da arttı. Acaba kendileri çıktıktan sonra ne olmuştu? Ölümcül hasta olan Sofia hastaneden nasıl çıkmıştı? Oysa başhekim durumunun çok ağır olduğunu, en az dört ay daha hastanede kalacağını söylemişti. Ayrıca hastanede güçlükle çıkan sesi, eskisi gibi dinç çıkıyordu. Üstelik sabahın erken saatinde radyoevinden arıyordu! “Bu nasıl iştir?” diye başladığı sorular zinciri Resul’ün zihninde dolanıp durdu. Hemen Abdülkerim’i aradı:

– Alo, Abdülkerim…

– Buyur Resul!

– Az önce Sofia Valentinovna aradı. Bizi radyoevinde bekliyor.

– Ne! Radyoevinde mi?

– Evet radyoevinde!

– Bir yanlışlık olmasın Resul?

– Hayır, bizzat aradı, sesi de çok iyiydi, “Her şeyi orada size anlatacağım” dedi.

Abdülkerim de şaşkındı. Çünkü akşam bıraktıkları kadının sabah hastaneden çıkmasına imkân yoktu. “Bunda bir iş var” deyip, arabasına atladığı gibi dershanenin yolunu tuttu. Resul zaten çoktan hazırlanmış, dış kapının önünde kendisini bekliyordu. Hemen radyoevine doğru hareket ettiler.

– Nedir bu işin aslı sence Abdülkerim?

– Vallahi anlayamadım, kadın ölümcül hasta idi?

– Hem de sesi eskisi gibi, hiç hasta değilmiş gibi çıkıyordu. Bu işte bir iş var! Hele bir gidip bakalım.

devam edecek…

Kardeşlik Ahlakı

Bu yıl gerçekleştirilecek Kutlu Doğum Haftası etkinliklerinin ana temasını “Kardeşlik Hukuku ve Kardeşlik Ahlâkı” olarak belirleyen Diyanet İşleri Başkanlığı, konu ile ilgili bir de internet sitesi hazırladı.

“Kardeşlik Ahlakı” isimli yayına başlayan sitede, “kardeşlik” konusu ile ilgili ayet ve hadislerin yanı sıra şiirler, hikâyeler, makaleler, hat yazıları, özlü sözler, hutbeler ve örnek vaazlar da yer alıyor.

Sitede, Diyanet İşleri Başkanlığının Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri çerçevesinde hazırlattığı afişler, tanıtım filmleri ve TV reklamları da bulunuyor.

Bizlerde sizler için siteden Hadis-i Şerifleri toparlayıp sunduk. Sizlerde siteye girip istifade edebilirsiniz…

Sizden biriniz kendisi için sevdiğini mü’min kardeşi için sevmedikçe gerçek mü’min olamaz.” (Buhârî, “Îmân”, 7; Müslim, “Îmân”, 71, Tirmizî, “Sıfatü’l-Kıyâme”, 59.)

Müslüman müslümanın karde­şidir. Ona zulmetmez; onu yardımsız bırakmaz; onu tahkir etmez. Üç defa kalbine işaret ederek Takva şuradadır. Müslüman kardeşini hakir görmesi kişiye kötülük olarak yeter. Her müslümanın namusu, kanı, malı ve onuru müslümana haramdır.” (Müslim, “Birr”, 32)

Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu (zalimlere de) teslim etmez. Kim, din kardeşinin bir ihtiyacını giderirse, Allah da onun ihtiyacını giderir…” (Buhârî, “Mezâlim”, 3; “İkrah”,7; Müslim, “Birr”, 58;Tirmizî, “Hudud”,3.)

Kim müslümanı bir sıkıntıdan kurtarırsa, bu sebeple Allah da onu kıyamet günü sıkıntılarının birinden kurtarır. Kim bir müslümanı(n kusurunu) örterse, Allah da Kıyamet günü onu(n kusurunu) örter…” (Buhârî, “Mezâlim”, 3; Müslim, “Birr”, 58.)

Müslümanın, din kardeşine üç günden fazla dargın durması helal değildir.” (Müslim, “Birr”,26; Ayrıca bkz. Buhârî, “Edeb”, 57, 62; Ebu Davud, “Edeb”, 47; tirmizî, “Birr ve Sıla”,21.)

Müminler birbirini sevmede, birbirlerine karşı sevgi ve merhamet göstermede tek bir beden gibidir. O bedenin bir organı acı çektiği zaman, bedenin diğer organları da uykusuzluk ve yüksek ateş çekerler.” (İbn Hanbel, IV, 271; Buhârî, “Edeb”, 27; Müslim, “Birr”, 66.)

Zandan sakının. Zira zan sözün en yalan olanıdır. İnsanların özel hallerini araştırmayın, konuşmalarını dinlemeye çalışmayın, birbirinizin alışverişini kızıştırmayın, birbirinize haset etmeyin, birbirinize kin beslemeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları kardeşler olun.” (Buhârî, “Edeb”,58; Nikah”,46)

Her iyilik bir sadakadır. Kardeşini güler yüzle karşılaman, kovandan ihtiyacı olan bir şeyi kardeşinin kovasna boşaltman da bu tür iyiliklerdendir.” (Tirmizi, “Birr”, 45)

Din kardeşini güler yüzle karşılaman bile olsa hiçbir iyiliği küçük görme!” (Müslim, “Birr”, 144)

Ebû Hüreyre (r.a.)’den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: «Cennetin kapıları, Pazartesi ve Perşembe günleri açılır. Din kardeşi ile arasında düşmanlık olan kimse hariç Allah’a hiç bir şeyi eş koşmayan her kul bağışlanır. “Bu iki kişiyi aralarında anlaşıncaya kadar bekletiniz, barışıncaya kadar bekletiniz! denilir.» (Muvatta, “Husnu’l-Hulk”,4; Müslim, “Birr “, 35; Tirmizi,” Birr”, 76; Ebu Davud, “Edeb”, 47.)

Ebü’d-Derdâ (r.a.)Resûlullah (sav)’i şöyle buyururken dinlediğini söylemiştir:

Kim gıyabında bir din kardeşi için dua ederse, mutlaka melek ona, aynı şeyler sana da verilsin, diye dua eder.” (Müslim, “Zikir”, 86. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, “Vitir”, 29.)

Müslüman, hasta kardeşini ziyaret ettiğinde dönünceye dek cennet bahçelerinde demektir.” (Müslim, “Birr”, 41; Tirmizî, “Cenâiz”, 2)

Ebû Kerîme Mikdâd İbni Ma’dîkerib radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Nebi (s.a.s.)şöyle buyurdu: “Din kardeşini seven kişi, ona sevdiğini bildirsin!” (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 113 ; Tirmizî, “Zühd”, 53)

Ebû Hüreyre (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

Sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız. Yaptığınız zaman birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selâmı yayın!” (Ahmed b.Hanbel, II,478. Müslim,” Îmân”, 93-94. Ayrıca bk. Tirmizî, “Et’ime”, 45, “Kıyamet”, 56; İbni Mâce, “Mukaddime”, 9, “Edeb”, 11)

….Kul din kardeşine yardımcı olduğu sürece, Allah da onun yardımcısı olur…” (Ahmed b. Hanbel, II,252; Müslim, “Zikir”, 38; İbn Mâce, “Sunne”, 17; Tirmizi, “Hudud”, 3)

Ahmet Can / NurNet.Org