Kategori arşivi: Yazılar

18 Beden Dili Taktiği ile Daha Kaliteli Bir İletişim

Beden dili iç dünyamızın dışarıya açılan kapısıdır. Bu yüzden çevremize olumlu mesajlar vermek için beden dilini kullanmayı bilmek gerek. İşte size hayat kurtaran birkaç tavsiye:

1. Kollarınızı ve bacaklarınızı çaprazlamayın: Bu hareket savunmacı ve tetikte görünmenize yol açar. Kollarınızı da bacaklarınızı da serbest bırakmalısınız. Fazla yayılmadan tabi!

2. Göz kontağı kurun ama gözünüzü dikip bakmadan: Konuştuğunuz kişilerin gözlerine bakın. Bu onların size güven duymasını sağlar. Ama çok dikkatli ve gözünüzü ayırmaksızın bakmamaya çalışın; bu ise muhatabınızı tedirgin eder.

3. Kendinize ait bir yeriniz olmasından çekinmeyin: Rahat oturun, köşenize büzülmeyin, “oturduğum ya da beklediğim bu yer şimdilik benim” imajı verin. Kollarınız, bacaklarınız, gözdeniz eğreti değil rahat dursun.

4. Omuzlarınızı rahat bırakın: Gergin olduğumuz zaman tüm yük omuzlarımıza binmiş gibi omuzlarımızı düşürürüz. Bu bitmiş, tükenmiş ve çaresiz görünmemize neden olur. Omuzlarınızı bir süre öne arkaya hareket ettirerek rahatlatın, omuzlarınız ve boynunuz dik olsun. Tabi abartmadan ve yapaylığa kaçmadan…

5. Muhatabınızı anladığınızı belli edin: Karşınızdaki kişi konuşurken onu dinlediğinizi gösterir şekilde başınızla onaylayabilirsiniz. Ama abartmayın; yoksa Ağaçkakan Woody damgası yersiniz.

6. Başınızı dik tutun: Ama yapmacık değil rahat ve doğal bir şekilde…

7. Muhatabınıza yönelin: Karşınızdaki kişinin sözlerine önem verdiğinizi belli etmek için ona yönelin ve hafifçe ona doğru eğilin. Bu esnada rahat olduğunuzu göstermek için de ara sıra arkanıza yaslanın. Çok fazla öne eğilmeniz onay beklediğiniz veya çaresiz olduğunuz, çok fazla arkaya yaslanmanız da küstah ve mesafeli olduğunuz mesajını verir.

8. Gülümseyin: Bazı şeyleri hafife almayı bilin; olayların arka yüzündeki mizahî yönü görün. Rahatlayın, gülümseyin. Pozitif olursanız insanlar sizi dinlemeye daha gönüllü olurlar. Ama kendi şakalarınıza gülen ilk kişi siz olmayın. Bu çaresiz ve kaygılı olduğunuzu gösterir. Bir kişiyle tanıştığınızda da gülümsemeyi ihmal etmeyin, ama bu gülümseme yüzünüze yapışmasın, aksi takdirde samimi görünmezsiniz.

9. Yüzünüze dokunmayın: Bu tedirgin ve endişeli olduğunuzu, aynı zamanda dikkatinizin dağıldığını gösterir.

10. Gözleriniz yere değil karşıya baksın: Yere ya da muhatabınızın dışında çevredeki başka şeylere bakmayın. Başınızı dik, gözleriniz karşıda olsun; ama önünüzü göremeyecek kadar da uzakta değil…

11. Sakin olun, aceleci davranmayın: Hızınız çok şey anlatır. Mesela yavaş yavaş yürüyorsanız bu sizi sakin, özgüvenli ve stressiz gösterir. Diyelim ki biri size sesleniyor, boynunuzu son hızla aniden o yana çevirmek yerine yavaş ve sakin bir şekilde yönelirseniz daha kendinden emin bir duruş sergilersiniz.

12. Kıpırdanıp durmayın: Parmaklarınızı çıtlatmak ya da masaya vurmak, boynunuzu kıtlatmak, bacaklarınızı sallamak gibi gerginliğinizi belli eden tik benzeri hareketlerden kaçının. Bu imajınızı zedelemekle kalmaz, karşınızdaki kişinin dikkatinin dağılıp rahatsız olmasına yol açar.

13. Ellerinizi güvenli bir şekilde kullanın: Ellerinizi yüzünüzde gezdirmek ya da bir yere vurmak yerine konuşmanızı güçlendirici araçlar olarak kullanın. Anlattıklarınızın etkisini artırmak için abartıya kaçmadan ellerinizle açıklamalarınıza güç katın. Tarif ettiğiniz bir şeyin büyüklüğünü, etkisini ifade etmek için uygun el hareketleri kullanabilirsiniz. Ancak ellerinizin oradan oraya savrulmasını önleyin, onları kontrol etmeyi bilin.

14. İçeceğinizi göğüs aşağısında tutun: Sohbet sırasında elinizde çay, kahve ya da meyve suyu gibi bir içecek varsa bunu göğüs hizasında ya da çenenize yakın bir yerde tutmanız sizi savunmacı ve mesafeli bir kişi olarak gösterir. Bardağı daha aşağılarda, örneğin bel hizanızda tutun.

15. Omurganızın nerede bittiğinin farkında olun: Çoğumuz sırtımızı dik tutup başımızı öne eğerek dik oturduğumuzu sanırız. Ancak omurgamız zannettiğimiz gibi boynumuzda değil daha yukarıda, başımızın arka kısmında biter. Oturuşunuzda bu bilgiyi göz önünde bulundurun ve sırtınızın yanında başınıza da dik tutun.

16. Muhatabınızla aranızdaki mesafeyi dengeleyin: Karşınızdaki kişiyle aranızdaki mesafe 1 metreden az olmasın. Bu mesafe yakınlık derecesine ve konuşulan konuya göre değişir ama rutin kural budur. Muhatabınızın kişisel alanına dâhil olmayın, aksi takdirde sıkılmasına ve dikkatinin dağılmasına yol açarsınız. Bu durumda uzun bir sohbet de hayal olur.

17. Aynalayın: Muhatabımızla aramızda iyi bir iletişim oluşmuşsa, farkında olmasak da birbirimizin vücut hareketlerini aynalarız. Siz de bunu bir kural haline getirin. Muhatabınız size doğru eğilmişse siz de eğilin, size gülümsüyorsa siz de gülümseyin. Tabi aşırıya kaçmadan! Ama her hareketini hemen peşi sıra tekrarlamak tuhaf bir atmosfer yaratacaktır. Burada da ölçüyü kaçırmamaya özen gösterin.

18. Pozitif yaklaşım geliştirin: Olumlu, açık ve rahat olun. Hissettiğiniz her şey beden dilinize, oradan da muhatabınıza yansır. Bu yüzden duygularınızı yönlendirin, pozitif düşünceler besleyin.

Henrik Edberg

Bediüzzaman’ın Kafkas Cephesinde Esir Düşmesi (Şiir)

Üstad Kafkas cephesinde epeyce hizmet verir
Rus kuvvetleri gelince O Bitlis’te direnir

Kuvvetli bir direnişle düşmana karşı koyar
Kazaklardan çocukların kurtulmasını sağlar

O harpte gönüllülere hep cesaret veriyor
Atını da sağa sola durmadan koşturuyor

Avcı hattında gezerken düşman O’nu gözlüyor
Sipere girmediğinden düşmandan gülle yiyor

Vücutlarına dört gülle tam isabet ediyor
Fakat hiç aldırmayarak geri de çekilmiyor

O’nun talebelerinden çoğu şehit oluyor
Dört talebeyle beraber epeyce direniyor

Bir gece Rus saflarını yarıp geçmek istiyor
Yüksek bir yerden atlarken ayağı kırılıyor

Otuz saat bekliyorlar su arkının içinde
Düşmandan saklanıyorlar sazlıkların dibinde

Bin dokuz yüz on altıda Üstad esir oluyor
Ruslarca esir kampına doğru götürülüyor

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR

www.NurNet.org

Kurt, Gövdenin İçine Girdi! Demokrasi Eşkiyaları

“Mü’minin ferasetinden korkunuz. Zira o Allah’ın nuruyla nazar eder.” demişti peygamberler zincirinin en son ve en büyük halkası (s.a.v)…

Öyle bir Nur ki, zamandan ve mekândan münezzeh; çağları aşan ve bütün zamanları bir kitabın tek bir sayfası gibi gözü önünde müşahede ve mütalaa ettiren bir nazara sahip kılar; müttaki, ihlaslı ve muhsin kullarını…

Bir tarafta yaptıkları hesap kitaplarla, çevirdikleri dolaplarla, beşeriyet âleminde yaktıkları fitne ateşleriyle insanlığı fesada veren hayvanat-ı muzırra nev’indeki birer firavuncuk olan insancıklar ve bunlara ait plan ve programları

Diğer taraftan “Bizim uğrumuzda mücahede edenlere, mutlaka yollarımızı gösteririz.” buyurarak iman ve kur’an uğrunda candan ve cihandan geçen mücahitlere hakikat ve hidayet yollarını göstereceğini vaat eden büyük Allah ve bütün zamanları içine alan ezeli kader plan ve programı…

Allah’ın nuru ile nurlanmış gönüller “Bildirilirse, bilirler.”  kaidesince Cenab-ı Hakk’ın hıfz ve himayesinde ilhama mazhar olmakla, o ilahi nurun billur ışığı altında kader programının en ince çizgilerini ve en hassas noktalarını görüp sezebilme nimetine kavuşmuşlardır.

İşte Bediüzzaman böyle harikalar harikası bir inayete mazhar olan mübarek bir şahsiyettir.

Zira o, ruhundaki Şecaat-i imaniye ile kat’i inanıyordu ki, dava ettiği hakikat bir gün milletçe benimsenecek…

İnsanlık camiasında neşrettiği hakaik-i imaniyenin fütuhatı başlayacak…

Afakı İslam’ı saran zulmet bulutları, Kur’andan eline verilen bu meş’ale-i hidayet olan Nur Risaleleriyle dağılacak…

Ölmeye yüz tutmuş zannedilen iman ruhu yeniden canlanacak; canlara can katacak, manen ölmeye yüz tutan millet-i islamiyeyi ihya edip diriltecek…

Ve âleme efendi olan İslamiyet’in –Biiznillah- cihana efendiliğinin maddi manevi mübeşşiri, müjdecisi olacaktı.

Haşa, Cenab-ı Hak va’dinde hulfetmez; yeter ki, bu azim va’di ilahiyi icap ettirecek şartlar tahakkuk etsin.

Çünkü dünya dar-ül hikmettir. Bir şeyin vücud bulması sebeplere bağlanmıştı kader programında.

Evet, Bediüzzaman kaderden bildirilen bu müjdelerin tahakkuku için cebbar kumandanlara boyun eğmemiş, kudsi davasından dönmemiş, dağlar gibi hadiselerden dalgalarından yılmamış, şarkın yalçın dağ ve derelerinde milletini irşat etmekten ve Kur’an nuruyla nurlandırmaktan bir an dahi geri durmamıştı.

Ümitsizliğin içimizde yeniden hayat bulup dirilmesi üzerine de yılgınlık göstermeyerek asırdaşlarıyla konuşmayı terkedip; yüz sene sonra gelecek olan müstakbeldeki nesl-i ati ile yani bizlerle konuşmuştu.

“Feraset” nimetine nail olmakla birlikte Cenab-ı Hakkın hususi inayetine de mazhar olan bu zat-ı şahane, sadece bulunduğu zamandaşlarıyla alakadar olmamış, belki kıyamete kadar kader programında mevcut olan ve bildirilen çok ehemmiyetli gaybi haber ve müjdeler vermiştir, yüz sene sonraki asr-ı hazır insanlarına…

Evet, 1911’de Münazarat adlı bir eser neşreder. Şark seyahatleri esnasında sorulan sualleri ve cevaplarını içeren bu eserde, Bediüzzaman gayb aşina bir nazarla gördüğü gelecekteki bazı hadiseleri haber veriyordu.

Cumhuriyet ve demokrasi kavramlarını “manasız bir isim ve resim” olarak değil de, hakiki manasını izah ettikten sonra, şöyle ilginç bir soru ile karşılaşır;

“Tarif ettiğin demokratik hak ve özgürlüklerin ne miktarı bize gelmiş ve niçin bütün gelmiyor?”

Bediüzzaman, Cumhuriyet ve Demokrasinin coğrafyamızdaki gelişim serüvenini ve önündeki engelleri tahlil ederek; Şu anda yaşadığımız hadiselere ışık tutup perde arkasında yaşanılanları anlatan şöylece bir ders verip, bizleri ihtar ederek uyarıyor:

“Demokratik hak ve özgürlüklerin ancak on kısmından bir kısmı size gelebilmiş. 

Zira sizin şu vahşet-engiz, cehalet-perver, husumet-efza olan sarp dağ ve derelerinizdeki vahşet ayılarından, cehalet ejderhalarından, husumet kurtlarından biçare “demokrasi” korkar. Kolaylıkla gelmeğe cesaret edemez. 

Eğer siz tembel kalıp da onun yolunu yapmazsanız, tembellik etseniz, yüz sene sonra tamamen cemâlini göreceksiniz.  

Zîrâ sizinle İstanbul arasındaki mesâfe bir aylıktır; fakat sizinle ehl-i meşrûtiyet arasındaki mesâfe bin aydan fazladır.  

Zîrâ eski zamanın adamlarına benzersiniz. O nâzik meşrûtiyet, İstanbul havâlisindeki yılanlardan kurtulsa, şu uzun mesâfeden geçmekle, cehâlet gibi müthiş bataklığı, fakr gibi mütevahhiş kıraçları, husûmet gibi gâyet keyşer dağları katetmekle beraber, eşkiyaya rast gelecektir.  

Ezcümle, bâzı cezâ-i sezâsını hazmetmeyen, bir kısım da başkasının etini yemekten dişi çıkarılan ve bâzı bir meşhur bektâşi gibi mânâ verenler, yol üzerine çıkıp, gasp ve gâret ediyorlar. Daha onların öte tarafında da bir kısım gevezeler vardır; bâzı bahane ile, parça parça etmek istiyorlar.

Helaket ve felaket asrının adamı, verdiği bu cevapta şu an yaşadığımız hadiselere temas eden çok ilginç noktalar vardır.

Demokrasinin Vahşet ayıları, cehalet ejderhaları ve husumet kurtları gibi çok sayıda düşmanı olduğundan bahisle, bu düşmanların demokrasinin gelişme gösterip hayatımızın bir parçası haline gelmemesi için büyük gayret gösterdiklerini de ayrıca belirtmiştir.

Bu olağanüstü gayret ise maalesef birçok cephede artarak devam etmektedir.

Özellikle şark bölgesinde yaşayan insanlar üzerinde büyük oyunlar oynanmaktadır.

Şahsi Menfaatleri icabı, Bölge insanları siyasi bir rant kapısı olarak kullanılmakta bir beis görülmemektedir.

Bu oyunların hepsinin ortak noktası, bu insanları, bu bölgeyi, bu kültürü bahane ederek demokrasinin bu ülke için lüks olduğunun her fırsatta ifade edilmesiyle; bu topraklarda yaşayan insanlarımızın, insanlık şerefine yaraşır bir hayat sürmesine, özgürce düşünüp karar vermesini engellemek çabalarıdır.

Baskı, Zulüm ve şiddetten beslenen ve varlıklarının devamiyeti buna bağlı olan bir avuç zavallı; demokratik hak ve özgürlüklerin hayatımızın her alanında yaşanır hale gelmesinden elbette rahatsız olacaklardır.

Zira Türk ve Kürt ırkçıları bu rant kapısını asla kaybetmek istemiyorlar.

Evet demokratikleşme adımları, uzunca bir süreden beridir Ankara havalisindeki yılanlardan kurtulmanın kavgasını vermektedir.

Hayatları boyunca kendi vatanlarına çakılı bir çivisi olmayan; Sürekli olarak tertip ve kaos planları yaparak ve bunları uygulayarak saltanatlarını devam ettiren bu bedbaht zındıka komitesi; yıllardır sürdürdükleri hakimiyetlerinin yıkılmaya başlamasının şaşkınlık ve bu şaşkınlığın beraberinde getirdiği hırçınlık ile ne yapacaklarını bilemez bir haldedirler.

En büyük baş düşmanımız olan cehaletin esiri olarak, hak ve hukukumuzun farkında olmadan onurlu ve hür vatandaşlar olarak insanlık şerefine yaraşır bir yaşam sürmemiz mümkün değildir.

Milletçe, Fakirlik gibi, insanları dehşete düşüren kıraçlara benzeyen dünyamızı yeşillendirmeden ve canlandırmadan medeni dünyanın onurlu ve değerli bir üyesi olarak kendimize yer bulamayız.

Düşmanlık gibi, aramıza kin ve nefret tohumları eken büyük bir manevi hastalığı tedavi edip “Bütün mü’minler, ancak kardeştir.” İlahi mesajına kulak verip muhabbet bağlarını kuvvetlendirmeden, yeryüzünde bir ailenin fertleri gibi huzurlu ve mutlu bir hayat sürdürme şansımız yoktur.

Bütün bu engelleri aşsak bile, bu sefer de karşımıza çıkacak eşkıya ile de mücadele etmek ve bunları da alt etmemiz gerekir.

Demokratik hak ve Özgürlüklerden bütün bir milletin istifade etmesini engellemek için her yolu mübah gören ve bu uğurda canlarını, mallarını ve mukaddesatlarını bile feda etmekten geri durmayan Demokrasi eşkıyaları, Bediüzzaman’ın ifadesi ile dört ana gruba ayrılmakla birlikte dört farklı cephede demokrasiyle savaş verecektir.

Bunlardan birincisi, demokrasinin cezâ-i sezâsını hazmetmeyenlerdir.

Bu, herkesin hak ettiği bir şekilde yaşaması, sahip olması gereken haklarını elde etmesi ve bu konuda herhangi bir engel ile karşılaşmamasıdır.

Bu durumun bazı kesim insanları rahatsız ettiği açıktır.

Zira bu bedbaht güruh, kendi insanlarının mallarını ceplerine indirdikleri gibi bunların akıllarını da ceplerine indirerek, bunları güdülecek bir koyun sürüsü olarak görüp, bu milletin demokratik hak ve özgürlüklerine kavuşup uyanmalarını hazmetmeyecekleri aşikârdır.

Bunu engellemek için de ellerinden gelen bütün yalan, hile, tertip ve oyunların içinde olacaklardır.

 

İkinci grup eşkıya ise, başkasının etini yemekten dişi çıkarılan hunhar ve yamyamlardır.

Bu grup insanlar, kendi kurulu düzenlerini bozmamak ve saltanatlarını kaybetmemek için, hak hukuk tanımadan nice mazlumun ahını alıp, nice ocakları ateşe vermekten geri durmamışlardır.

Tam demokrasinin yerleşmesi ile birlikte, böyle bir imkandan, rant ve sömürü düzeninden mahrum kalacak olan bu komiteler, demokrasinin önünde bir büyük engel olarak durmaya devam etmektedirler.

 

Üçüncü grup eşkıya ise, bâzı bir meşhur bektâşi gibi mânâ vererek, demokrasiyi hem yanlış  anlamakta ve hem de yanlış anlatarak engellemeye devam etmektedir.

Demokrasinin bütününe karşı olan insanların, bazı değişiklikleri onaylamaları veya bu konuda atılacak adımlara destek vermeleri beklenmemelidir.

Demokrat görünüp, esas yapıları itibariyle demokrasiye karşı olan, maddi makamlarını bazı imtiyazlar ile sürdüren insanlar ile dinde kavi ve muhakeme-i akliyede nakıs bazı insanları da bu kategori içinde değerlendirmek mümkündür.

 

Dördüncü grup eşkıya ise, bir kısım gevezelerdir ki; hiç yoktan bahaneler ile  demokrasiyi parça parça etmek istiyorlar.

Bunlar esas itibariyle herhangi bir görüşe ve düşünceye dayanarak değil, kendilerini göstermek ve dikkatleri üzerlerine çekmeye devam etmek için laf salatası yaparak ve hezeyan dolu bazı bahaneler ileri sürerek demokrasiye karşı çıkan insanlardır.

Bu bahaneler çok farklı şeyler olabilir.

Tam demokrasinin yerleşmesi ile kabiliyetsizlikleri ortaya çıkıp geri planda kalacak insanlardan tutun, demagoji ile her şeye muhalefet edip karşı çıkmayı meslek edinen bazı insanlara kadar, çok kişi bu grup içinde mütalaa edilebilir.

Esasında, bu konuda, bunlar çok fazla dikkate alınması gereken insanlar değildir.

Ankara havalisindeki yılanlar ile yolda tuzaklar kurmuş eşkıyadan kurtulmak için gayret gösteren demokrasi cananına, yol açmak ve gelişmesini tamamlamak için gayret göstermek, her vatandaşın görevi olmalıdır.

Bütün bir insanlığın geleceğini alakadar eden demokratikleşme yolunda atılan adımların, yapılan çalışmaların ve gösterilen gayretlerin her kimden ve nereden gelirse gelsin hoşamedi ile karşılayıp sahiplenmek gerekir.

Zira demokrasinin dili, dini, ırkı yoktur ve olamazda.

Artık tembellik yaparak, atılan adımları görmezden gelme gibi bir lüksümüz olmadığı gibi lakayt kalma gibi bir şansımız ve sabrımız kalmamıştır.

Belirli bir zümrenin yahut komitenin, derinden derine yıllardır sürdürdüğü baskı ve zulümlerin bedeli çok ağır bir şekilde ödenmiştir.

Dünya, büyük bir maddi ve ma’nevî buhran geçiriyor.

Dünyanın her yerinde insanlar, insanlık şerefine layık bir yaşam sürmek ve yıllardır gasp edilmiş doğuştan yaratıcımızın bizlere hediye ettiği demokratik hak ve özgürlüklere yeniden kavuşmanın canları pahasına kavgasını vermektedirler.

Ne zaman ki tahribat, zulüm ve baskılar haddini aştı, uçurum kendini gösteriyor.

Büyük felaketler güler yüzlü uyanışlar doğurur.

En büyük saadetler büyük ve acı felaketlerin neticesidir.

Hazreti Yusuf, mısır azizliği gibi bir saadete; ancak kardeşleri tarafından atıldığı kuyu ve Zeliha’nın iftirası üzerine konulduğu hapis yoluyla nail olmuştur.

Pürşer beşer, türlü oyun ve kaos planlarını yapıp bunları devreye sokarak bütün bir milletin huzurunu bozmaya çalışadursun; Cenab-ı Hakkın kader plan ve programı yürürlüktedir ve “Allah nurunu tamamlayacaktır. Kafirler istemese bile” va’dini yerine getirmeye muktedirdir.

Evet, evet.. eğer sivrisinek tantanasını kesse, bal arısı demdemesini bozsa; sizin şevkiniz hiç bozulmasın, hiç teessüf etmeyiniz.

Zîra, kâinatı nağamatiyle raksa getiren ve hakâikın esrarını ihtizaza veren mûsika-i İlâhîyye hiç durmuyor, mütemadiyen güm güm eder.

 

Hal aldatıyor… Aldanmayınız. İstikbal hesabına konuşuyor… Öyle dinleyiniz.

Zira İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar.

Evet ümitvar olunuz.. Şu istikbâl inkılâbı içinde en yüksek gür sadâ, İslâmın sadâsı olacaktır!.

İstikbâl, yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacak; ve hâkim, hakâik-ı Kur’âniye ve îmaniye olacak.

Vesselam

kuraneczanesi.com

Din nasihattir, nasihat ise samimiyettir..

Peygamber efendimizin bazı hadisleri vardır ki bu hadisler hadisin özünü oluşturan ana temanın çevrildiği dilde karşılığının tam olarak bulunmamasından dolayı, anlamında değişmeler meydana gelmektedir. Bu gibi durumlarda izlenecek yol peygamber efendimizden bize kadar intikal eden rivayetler bütünü çerçevesinde hadisleri değerlendirmek ve ne anlama geldiğini tespit etmektir. Biz bu çalışmamızda Hz. Peygamber’in dini tanımlayan bir hadisini, Arapçadaki anlam kaymasından ve bu anlam kaymasının dikkate alınmamasından dolayı Türkçe’ye tercüme edilirken hadisin nasıl yanlış anlaşıldığını ortaya koymaya çalışacağız.

Din ve Nasihat

Muteber hadis kaynaklarında geçen ve günümüze kadar dilden dile dolaşarak gelen ve Temim Ed-Dari’den rivayet edilen bir hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Din nasihattır. Biz kime (yahut kim için) diye sorduk O da Allah’a, Kitabına, Rasulüne, Müslümanların (meşru) idarecilerine ve bütün Müslümanlara dedi.

Bu hadiste geçen anahtar kavram “nasihat” kelimesidir. Hz. Peygamberin “nasihat” kelimesinden ne kastettiği belirlenmeden İslam’ın dörtte birine denk kabul edilen bu hadisin doğru bir şekilde anlaşılması mümkün değildir.

Kaynaklara göre “nasihat” kelimesinin manasını birkaç kelime ile izah etmek mümkün değildir. Çünkü bu kelimenin Arapça’da çok geniş manaları bulunmaktadır.

Nasihat, bir şeyi ve bir kimseyi içten ve gönülden sevmek, ona bağlanmak, ihlas sadakat ve samimiyet demektir. Arı, duru, saf oldu demektir. İçinde aldatma duygusu olmayan, kalbi halis kimseler için nasih veya nasuh ifadesi kullanılmıştır. Nitekim Kur’anda içten gelerek yapılan samimi tevbeler için Tevbe-i Nasuh ifadesi kullanılmıştır. Yani sahibini bir daha günaha götürmeyen halis tevbedir. Ayrıca Arapçada bir kumaş parçasının elbiseye dönüştürülmesi olayını ifade etmek için “nasuh” kelimesi kullanılmıştır. Bu sebeple Arapça’da dikiş iğnesinin bir adı “minsah”tır. Eğer biz kelimenin bu anlamını esas alacak olursak içten ve gönülden yapılan tevbeler için “nasuh” kelimesinin kullanılmasının sebebi ‘günahlarla yırtılan dinin tevbe ile yeniden dikilmesi’nden kaynaklanmaktadır.

Ayrıca “nasihat” kelimesi; insanları iyiye ve güzele sevketmek için yapılan güzel konuşma vaaz, öğüt verme, tavsiye etme, ihtar etme, ibret verici ders gibi ifadelerin yerlerine de kullanılmıştır. Bizim dilimize de sadece bu anlamı ile geçmiş ve ‘nasihat edilen kimsenin hayrını istemek’ diye ifade edilmiştir.

Burada esas yapılması gereken Hz. Peygamberin “Din nasihattir” derken bu anlam gruplarından hangisini kastettiğini belirlemek konunun en önemli noktasını teşkil etmektedir. Peygamber efendimizden rivayet edilen hadislerde “nasihat” kelimesi “samimiyet, içten ve gönülden bağlılık” manasında kullanılmıştır.

Bir hadis-i şerifinde Peygamberimiz: “Müslümanın Müslüman üzerinde altı hakkı vardır: Selam verdiğinde selamını almak, aksırdığında kendisine dua etmek, hastalandığında ziyaret etmek, davet ettiğinde icabet etmek, öldüğünde cenazesine iştirak etmek ve gıyabında ona karşı samimiyeti elden bırakmamak.

Müslümanların sadece birbirlerinin yüzlerine karşı değil, birbirlerinin gıyabında da samimi olmaları, evli eşler arasında da nasihat (içten ve gönülden bağlılık) özellikle aranmıştır.

Yine bir hadis-i şerifinde peygamber efendimiz: Bir mü’min için takva’dan sonra saliha bir eş kadar hayırlı ve yararlı bir şey olamaz, emrettiğinde itaat eder, yüzüne baktığında sevinç duyar, üzerine yemin içtiğinde yeminini boşa çıkarmaz ve onun gıyabında gerek nefsi ve gerekse malı konusunda samimiyeti ve bağlılığı devam eder.

Din Nasihattır, Nasihat Samimiyettir!

‘Nasihat’ kelimesine; ihlas, samimiyet, içten ve gönülden bağlılık anlamını verdiğimiz takdirde zıt anlamı, aldatmak, kandırmak, ve iki yüzlü davranmak olur. Nitekim kaynaklarda da ‘nasihat’ kelimesinin karşılığı olarak ‘ğışş’ yani ‘aldatmak’ veya ‘adavet’ yani ‘düşmanlık’ kelimesi kullanılmıştır. Deylemi “el-Firdevs” adlı eserinde şöyle demektedir: “Her alimle oturmayın! Sadece sizi beş şeyi terk edip, beş haslete davet eden; yani şekden yakin’e, kibirden tevazuya, riya’dan ihlasa, rağmetten rahbete, adavetten nasihate davet eden alimlerle oturun.” Kurtubi’ye göre nasihatin zıddı ihanettir. Buna göre Allah’a Rasulüne, ve Kitabına karşı nasihat (samimiyet) içinde olmayanlar ihanet içindedirler. Beyhaki’ye göre Müslümanların birbirlerine karşı nasihat (samimiyet) içinde olmanın üç alameti vardır.

Bunlar:

1. Kalbin Müslümanların elem ve kederlerinden dolayı hüzün duyması

2. Müslümanların acılarına katlanmak

3. Müslümanları faydalı olan her işte bilgilendirmek.

Ebu Abdillah Muhammed b. Nasr el-Mervezi, nasihat kelimesinin asıl anlamı kim olursa olsun kalben bağlanmaktır. Nasihat farz ve nafile olmak üzere ikiye ayrılır. Farz olan nasihat Allah’ın emirlerini yerine getirmek ve haram kıldıklarından kaçınmak derecesinde bağlanmaktır, demektedir.

Bütün bu anlatılanlara rağmen gerek ülkemizde, gerekse İslam aleminin diğer bölgelerinde nasihat kelimesini aldatılmak, kandırılmak, ihanet, adavet ve iki yüzlü davranmanın zıddı olarak “ ihlas samimiyet, içten davranmak, gönülden bağlanmak” anlamı değil de “öğüt vermek, vaaz ve tavsiye, ihtar etme” gibi anlamları ön plana çıkmış ve bu hadis “din samimiyettir” yerine “din vaaz ve irşaddır” şeklinde anlaşılarak, hem dinin dörtte biri olduğu kabul edilen bu hadisin yanlış anlaşılmasına hem de Hz. Peygamberin yaptığı tek din tanımımın gözlerden kaybolmasına yol açmıştır.

Şimdi dinin dörtte birine denk gelen bu hadisin anahtar kelimesi olan ‘nasihat’i yanlış anladığımızda dinin dörtte biri vaaz ve irşad, doğru anladığımızda ise dinin dörtte biri ihlas ve samimiyet olacaktır.

Öyleyse din nasihattir, nasihat ise samimiyettir.

Prof.Dr. Mehmet Görmez

Millet Devlete Nasıl İtaatkar Olur?

Bediüzzaman, Uhuvvet Risalesinde İman ve İslam kardeşliğinin nasıl olması gerektiğini en güzel şekilde altı vecihle açıklamıştır. Beşinci Vecih’te hayat-ı içtimaiye ile ilgili açıklaması şöyle:

Beşinci Vecih: Hayat-ı içtimaiyece, inat ve tarafgirlik gayet muzır olduğunu beyan eder.  “Ümmetimin ihtilâfı rahmettir.” el-Aclûnî, Denilmiş. Eğer denilse, ihtilâf ise tarafgirliği iktiza ediyor.

“Hem tarafgirlik marazı, mazlum avâmı, zalim havassın şerrinden kurtarıyor. Çünkü bir kasabanın ve bir köyün havassı ittifak etseler, mazlum avâmı ezerler. Tarafgirlik olsa, mazlum bir tarafa iltica eder, kendisini kurtarır. Hem tesadüm-ü efkârdan ve tehâlüf-ü ukulden hakikat tamamıyla tezahür eder.”

İnat ve tarafgirliğin zararlı olduğu var sayıldıktan sonra arkasından taraf tutmanın faydalı olabileceği hallerinde var olduğu, hadisin işaretinden anlaşılmaktadır. İnat ve tarafgirliğin sosyal hayatta bazı şartlarla faydalı ve gerekli olabileceği ele alınmıştır.

Kuvvet sahiplerinin birleşmesiyle kuvvetin kontrolsüz bir güce dönüşebileceği işaret edilmektedir. Bu nedenle kuvvetin bölünmesinde adalet ve rahmet vardır. Örneğin, büyüyen ve gelişen aileler ve cemaatler aynı ortamda kalmaları halinde zamanla fikir ayrılıklarından doğan ihtilaflar, sosyal ve içtimai hayatın idamesinde oluşan ve gelişen şartlar geçimsizliğe, itirazlara neden olmaktadır.

Dolayısıyla kuvvetlerin aynı ortamda beraberlikleri zorlanır ve neticede ayrılığa sebep olur. Ayrılıkta ise bireyler arasında kuvvet bağları daha sağlam ve kontrollü bir güç oluşarak eski kuvveti geçer ve idari mekanizmanın daha iyi çalıştığı ve terakki ettiği müşahede edilmektedir. İhtilaf ve ayrılıkların neticesi böylelikle bir rahmete vesile olur.

Elcevap: Birinci suale deriz ki: Hadisteki ihtilâf ise, müsbet ihtilâftır. Yani, herbiri kendi mesleğinin tamir ve revâcına sa’y eder. Başkasının tahrip ve iptaline değil, belki tekmil ve ıslahına çalışır. Amma menfi ihtilâf ise-ki garazkârâne, adâvetkârâne birbirinin tahribine çalışmaktır-hadisin nazarında merduttur. Çünkü birbiriyle boğuşanlar müsbet hareket edemezler.

Bediüzzaman, meslek ve meşrepler arasında müspet ihtilaf olabileceğini, meslek sahiplerinin mesleğinin inkişafı için çalışabileceğini belirtmiştir. Yalnız başkasının mesleğinin tahribine değil belki yardımcı olmaları gerekir. Ancak menfi ihtilafta ise garaz ve adavet ve tahrip vardır. Hadis-i şerifin nazarında da yasaktır. Çünkü birbirleriyle boğuşanlar akl-ı selim hareket edemezler.

Üç büyük düşmanımız var: Cehalet, zaruret, ihtilaf” diyen ve bunlardan ihtilaf düşmanına karşı ittifak silahıyla cihad etmek gerektiğini bildiren Bediüzzaman, ittihad-ı İslamı da hayatının en önemli gayelerinden biri olarak ifade etmektedir.

İkinci suale deriz ki: Tarafgirlik eğer hak namına olsa, haklılara melce olabilir. Fakat şimdiki gibi garazkârâne, nefis hesabına olan tarafgirlik, haksızlara melcedir ki, onlara nokta-i istinad teşkil eder. Çünkü, garazkârâne tarafgirlik eden bir adama şeytan gelse, onun fikrine yardım edip taraftarlık gösterse, o adam o şeytana rahmet okuyacak. Eğer mukabil tarafa melek gibi bir adam gelse, ona (hâşâ) lânet okuyacak derecede bir haksızlık gösterecek.

Müspet hareket etmek, bir açıdan, birbiriyle ve başkalarıyla boğuşmamak demektir. Nefis hesabına olan tarafgirlik hep kendi hesabına hareket eder, taraftarı haksız dahi olsa haklı görür ona taraf olur. Eğer mukabili melek gibi olsa da ona lanet okuyacak derecede bir haksızlık gösterir.

Üçüncü suale deriz ki: Hak namına, hakikat hesabına olan tesadüm-ü efkâr ise, maksatta ve esasta ittifakla beraber, vesâilde ihtilâf eder. Hakikatin her köşesini izhar edip hakka ve hakikate hizmet eder. Fakat tarafgirâne ve garazkârâne, firavunlaşmış nefs-i emmâre hesabına hodfuruşluk, şöhretperverâne bir tarzdaki tesadüm-ü efkârdan bârika-i hakikat değil, belki fitne ateşleri çıkıyor. Çünkü, maksatta ittifak lâzım gelirken, öylelerin efkârının küre-i arzda dahi nokta-i telâkîsi bulunmaz. Hak namına olmadığı için, nihayetsiz müfritâne gider, kabil-i iltiyam olmayan inşikaklara sebebiyet verir. Hal-i âlem buna şahittir.

Dinsiz felsefe insanın sadece bu dünyadaki mutluluğunu veya toplumun düzenini hedef almaktadır. Dinler ise dünya ile beraber ahireti de gözetler ve neticede Cenab-ı Allah’ın rızasını kazandırır. Bugünkü dünya üzerindeki manevi buhranın en önemli sebeplerinden biri de başkalarını düşünmeden ”ben tok olayım başkası aç olsa bana ne” bencil insanların hayat anlayışı ile hareket ederek hem insanların hem de Allah’ın hakkı ihlal ediliyor.

Zalim yöneticiler kendi iktidarlarını sürdürmek için halkını ve hatta komşu ülkelerin haklarını gasp etmek için var güçleriyle sömürgeleri altına alarak zalimce istila ediyorlar. İşte hal-i âlemin yaşadığı sıkıntıların sebebi: güçlülerin, zayıfları ezmeleri, hukuku göz ardı ederek istibdat ve zulmünü icra etmeleri neticesidir. Hiç bir meşru neden yokken ”kurdun kuzu yemesi bahanesi”yle kıtalar ötesinde bulunan güçlü ve zalim bir devlet, üstünlüğünün ispatı ve dünya menfaati için savunmasız devletleri tarumar ederek, mal, can ve namusları payı mal etmeleri ne adalete ne hukuka ve ne de insanlığa sığmaz. İşte, dinsiz felsefenin dünyadaki toplumun sözde düzenini hedeflediği zalim ve zulmün mirası.

Elhasıl: “Muhabbet Allah için, buğz Allah için, hüküm de Allah’a aittir.” olan desâtir-i âliye düstur-u harekât olmazsa, nifak ve şikak meydan alır.

Allah için buğzetmek, Allah için hüküm vermek” demezse, o düsturları nazara almazsa, adalet etmek isterken zulmeder.

Adaletin bir gereği hükmetmektir. Diğer bir niteliği ise haksızlık edene buğz etmektir. Ancak Adl isminin tecellisi olan gerçek adalet, hükmü Allah için (Onun namına) vermeyi gerektirdiği gibi buğz etmeyi de Allah için (Onun namına) yapmayı gerektirir.

“Muhabbet Allah için, buğz Allah için, hüküm de Allah’a aittir.” düsturu ile hareket edilirse, verilen ceza suçluyu da vicdanen mahkûm eder ve ıslahına yardımcı da olur.

Bir devlet kendi toplumuna adaleti uyguladığı zaman, şefkat ve merhametle uygulaması gerekir. Eğer adalette bir adaletsizlik gösterilirse halkın kin ve nefretine neden olur, zamanla birike birike katmerleşen bu kin, adalettin bir gereği olarak devlete pahalıya döner. Memleketimizde de cereyan eden bu günkü nahoş hadiselerin sebebine bakılırsa, bu olayların evveliyatında idarecilerimizin bir kusuru neticesi olduğu görülecektir.

Bediüzzaman hutbe-i şamiye’de cezanın caydırıcı etkisini göstere bilmesi için akıl, kalp ve vicdanın harekete geçirebilmesi gerektiğini şu ifadelerle açıklamıştır: “Bizde bir hırsız elini başkasının malına uzattığı dakikada hadd-i şer’înin icrasını tahattur eder. Arş-ı İlâhîden nâzil olan emir hatırına gelir. İmanın hassasıyla, kalbin kulağıyla, kelâm-ı ezelîden gelen ve hırsız elinin idamına hükmeden (“Hırsız erkeğin ve hırsız kadının da elini kesin.” Mâide Sûresi, 5.38.) ayetini hissedip işitir gibi iman ve itikadı heyecana ve hissiyat-ı ulviyesi harekete gelir. Ruhun etrafından, vicdanın derin yerlerinden, o sirkat meyelânına hücum gibi bir hâlet-i ruhiye hâsıl olur. Nefis ve hevesten gelen meyelân parçalanır, çekilir. Git gide, o meyelân bütün bütün kesilir. Çünkü yalnız vehim ve fikir değil, belki manevi kuvveleri (akıl, kalb ve vicdan) birden o hisse, o hevese, hücum eder.”

Cây-ı ibret bir hadise:

Bir vakit, İmam-ı Ali Radıyallahü Anh bir kâfiri yere atmış. Kılıcını çekip keseceği zaman o kâfir ona tükürmüş. O, kâfiri bırakmış, kesmemiş. O kâfir ona demiş ki: “Neden beni kesmedin?

Dedi: “Seni Allah için kesecektim. Fakat bana tükürdün; hiddete geldim. Nefsimin hissesi karıştığı için ihlâsım zedelendi. Onun için seni kesmedim.”

Evet, O kâfir ona dedi: “Beni çabuk kesmen için seni hiddete getirmekti. Madem dininiz bu derece sâfi ve hâlistir; o din haktır” dedi.

İnsanların özellikle idarecilerin hava-ı nefislerine tabi olmadan hak ve hukuk adına adaletle hareket etmeleri hem sosyal hayatta düzen ve barışı sağlar hem de adalet hükümlerine uyularak Cenab-ı Allah’ın rızası kazanmış olur.

Hem medar-ı dikkat bir vakıa:

Bir zaman bir hâkim bir hırsızın elini kestiği vakit eser-i hiddet gösterdiği için, ona dikkat eden âdil âmiri onu o vazifeden azletmiş. Çünkü şeriat namına, kanun-u İlâhî hesabına kesseydi, nefsi ona acıyacaktı. Ve kalbi hiddet etmeyip, fakat merhamet de etmeyecek bir tarzda kesecekti. Demek, nefsine o hükümden bir hisse çıkardığı için, adaletle iş görmemiştir.

İşte adil bir amirin adaletle yaptığı görevinin ne kadar takdir edici olduğunu gösterilmektedir. Eğer bir memleketin idarecisi adaletle hüküm eder, halkı arasında sosyal barışı sağlar ve bunu tatbik ederse elbette o memlekette ne isyan nede terör olur. Millet de devletine muti olur.

Rüstem Garzanlı / Diyarbakır

www.NurNet.org