“İyiliği tavsiye, Kötülükten sakındırma” bir görev midir?

Mübelliğ-i Ekrem, tebliğci ve mürşidlerin muâllimi Peygamberimiz (asm): “Hayatımı kudreti elinde tutan Zat’a yemin ederim ki, ya ma’rufu emrederek [iyiliği tavsiye ederek], münkeri [kötülüğü] yasaklamaya çalışırsınız veya Allah size, tarafından bir azap gönderecektir. Sonra siz Ona duâ edeceksiniz, fakat duânız kabul olunmayacaktır. Bir kötülük gizli kaldığı vakit, zararı yalnız sahibine olur; açıktan yapılıp çevre tarafından değiştirilmediği vakit ise, zararı umuma şâmil olur.” (Tirmizî, Riyazü’s-Salihîn: 173.) buyurmuştur.

yangın söndüren adamBu hadis-i şerifin bize de hitabı gayet net değil mi?

Kur’ân, yalnızca “Biliyorum, iman ediyorum!” demekle kurtuluşa eremeyeceğimizi şu iki İlâhî ikaz ile ortaya koyar:

İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece ‘İman ettik’ demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar?” (Ankebût Sûresi: 2)

O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır.” (Mülk Sûresi: 2)

Mü’minler ki, eğer kendilerine yeryüzünde iktidar/imkân verirsek namazı kılar, zekâtı verirler, iyiliği emreder ve kötülükten nehyederler. İşlerin sonu Allah’a varır.” (Hac Sûresi, 41.)

Peki Kur’ân hadimleri ve talebeleri, “ma’ruf ve münkeri” nasıl yapacak? O dersi de Resûl-i Ekrem’den (asm) almalıyız:

Sizden kim bir münker görürse onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmezse lisanıyla düzeltsin. Buna da gücü yetmezse, kalbiyle buğzetsin. Bu kadarı, imanın en zayıf mertebesidir.” (Kütüb-i Sitte, Hadis No: 89.) Sahanın uzmanları, hadiste geçen “el (güç) ile düzeltme vazifesi“yle idârecilerin, vazifelilerin; “dil” ile âlimlerin; “kalp” ile ise, bütün vatandaşların, herkesin kastedildiğini açıklar.

Evet, herkes tepkisini ortaya koymalı: Kalben buğz ederek, yüzünü ekşiterek ve kaşlarını çatarak vs. bu vazifeyi ifâ etmeli… Yani, en azından duygusal olarak o hareketi tasvip etmediklerini açıklamakla mükelleftirler.

Buna göre; “iman hizmeti” sadece ilim tahsil etmek ve anlatmak değildir. Hizmeti maneviyât üreten bir fabrika olarak düşünürsek, en büyük çarktan onu tutan cıvataya kadar muhtelif hizmetler vardır. Fabrikanın bekçisi de hizmet ediyor, temizlikçisi de, işçisi de, ustabaşısı da, mühendisi de, müdürü de… Hepsinin hizmeti birbirini gerektiriyor.

Öyle ise, insanlar ve bilhassa gençler, deccalizmin şubeleri olan “ifsat, dinsizlik ve ahlâksızlık komitelerinin” çıkardığı ateşlerde cayır cayır yanarken, o yangını söndürmeye yoğunlaşmalı. Ayağımıza takılan çelmelere değil…

Ve şöyle diyebilmeli: Vazife, hizmet cümleden âlâ, nefis cümleden edna!

Ali Ferşadoğlu

Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.a.) Kimdir?

Müellifler Hz. Hasan ve Hz Hüseyin (r.a.) menkıbelerini beraber sunmuşlar ayırmamışlardır. Bu birliğin sebebi bir çok menkıbelerde müşterek olmalarıyla açıklanır. Bunlar sevgili Peygamberimiz(sav)’in mübarek iki torunlarıdırlar ve ayırmak mümkün değildir.

Hz. Hasan ve Hz Hüseyin, Hz. Peygamber(sav)’in torunları, Hz. Ali ve Hz. Fatıma’nın çocuklarıdırlar. Hz Hasan 625, Hz Hüseyin ise tam bir yıl sonra 626 yılında Mekke’de doğmuştur. Hz. Fatıma, ile Hz. Ali’nin evliliklerinden Hasan, Hüseyin, Muhassin, Ümmü Gülsüm ve Zeynep isimlerinde çocukları dünyaya gelmiştir. Muhassin, doğumunun hemen akabinde vefat etmiştir .Hz. Peygamber’in torunları olan bu çocuklar onunla birlikte güzel günler geçirerek onun eğitim ve terbiyesinden nasiplenmişlerdir

Hasan ve Hüseyin isimlerinin cahiliye döneminde bilinmediği ve ilk olarak Hz. Peygamber(sav) tarafından torunlarına verildiği bilinmektedir. Hz Ali çocuklarına harb ismini koymak istese de Peygamberimiz(sav) müsaade etmemiştir.

Hz. Peygamber(sav)’in, torunları Hasan ve Hüseyin’in doğumundan sonra kulaklarına ezan okuduğu ve her biri için de akika kurbanı kestirdiği, her ikisinin de doğumlarının yedinci günlerinde sünnet edildiği ve saçlarının kesilip ağırlığınca gümüş tasadduk edildiği bilinmektedir.

Ehl-i Beyt’inden en sevimli olanlar kimlerdir?” diye sorulunca Hz. Peygamber: “Hasan ve Hüseyin’dir.” diye cevap vermiştir. Aayrıca onlar “Cennet ehli gençlerin efendileridir” buyurmuştur Onları bulduğu her fırsatta kucağına alıp öpmüştür.

Yine bir gün Rasûlullah (sav)’ın Hasan’ı öptüğünü gören Akra b. Hâbis ona: “Benim on çocuğum var ama daha hiç birini öpmedim.” deyince Hz. Peygamber: “Merhamet etmeyene merhamet edilmez.” buyurmuştur. Başka bir rivayette ise “Allah senden rahmet duygusunu almışsa ben ne yapayım.” demiştir.

Hz. Peygamber (sav) halkın arasında iken dahi onları omuzlarına almış ve gezdirmiştir. Ebu Hureyre (ra) onun bir omzunda Hz. Hasan, diğer omzunda Hz. Hüseyin, bir ona bir diğerine oyun yaparak yanlarına geldiğini ve “Kim onları severse beni sever, kim de onlara buğzederse bana buğzeder.” dediğini nakletmiştir.

Ebu Hureyre’den nakledilen bir rivayette onların Hz. Peygamber(sav)’in huzurunda güreşirlerken Rasûlullah (sav): “Haydi Hasan!” diye heyecana ortak olunca Hz. Fatıma: “Niçin ‘Haydi Hasan’ diyorsun?” diye sormuş. O da: “Cebrail de ‘Haydi Hüseyin’ diye sesleniyor da onun için.” Buyurmuştur

Hz. Peygamber(sav)’e hurma dolu bir sepet getirilmişti.. Onlardan biri bir hurma tanesini alarak ağzına götürdü. Rasûlullah (sav) bunu görünce onun ağzından hurmayı çıkarmış ve: “Sen Âli Muhammed’in sadaka yemediğini bilmiyor musun?” demiştir.

Hz. Hasan’ın baş ve göğüs arası, Hz. Hüseyin’in de göğüsten aşağısının, Hz. Peygamber’e çok benzediğini ifade edilmektedir.

Resulullah(sav) ”Ben size temessük edip sıkı sarıldığınız takdirde dalalete düşmekten korunacağınız iki şey bırakıyorum: Bunlardan her biri diğerinden daha büyüktür: Kitabullah, bu semadan arza uzanan Allah’ın ipidir Diğeri Ehli Beytim olan yakınlarımdır bu iki şey Kevser havuzunun başında buluşuncaya kadar birbirinden ayrılmayacaktır bu iki şey hakkında benden sonra nasıl davranacağınıza iyi bakın” buyurarak “Kitaba uyup emirlerini tatbik edin nehiylerinden kaçının Al-i Beytimin yoluna uyun onlar sizi hidayete ulaştırır dalalete düşmezsiniz “diye vasiyette bulunmuştur.

Bediüzzaman Hazretleri Lemalar adlı eserinde “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Hasan ve Hüseyin’e karşı küçüklüklerinde gösterdikleri fevkalâde şefkat ve ehemmiyet-i azîme, yalnız cibillî şefkat ve hiss-i karâbetten gelen bir muhabbet değil, belki vazife-i nübüvvetin bir hayt-ı nuranîsinin bir ucu ve verâset-i Nebeviyenin gayet ehemmiyetli bir cemaatinin menşei, mümessili, fihristesi cihetiyledir.

Evet, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Hasan’ı (r.a.) kemâl-i şefkatinden kucağına alarak başını öpmesiyle, Hazret-i Hasan’dan (r.a.) teselsül eden nuranî nesl-i mübarekinden, Gavs-ı Âzam olan Şah-ı Geylânî gibi pek çok mehdî-misal verese-i nübüvvet ve hamele-i şeriat-ı Ahmediye (a.s.m.) olan zatların hesabına Hazret-i Hasan’ın (r.a.) başını öpmüş. Ve o zatların istikbalde edecekleri hizmet-i kudsiyelerini nazar-ı nübüvvetle görüp takdir ve istihsan etmiş. Ve takdir ve teşvike alâmet olarak, Hazret-i Hasan’ın (r.a.) başını öpmüş.

Hem Hazret-i Hüseyin’e karşı gösterdikleri fevkalâde ehemmiyet ve şefkat, Hazret-i Hüseyin’in (r.a.) silsile-i nuraniyesinden gelen Zeynelâbidin, Cafer-i Sadık gibi eimme-i âlişan ve hakikî verese-i Nebeviye gibi çok mehdîmisal zevât-ı nuraniyenin namına ve din-i İslâm ve vazife-i risalet hesabına boynunu öpmüş, kemâl-i şefkat ve ehemmiyetini göstermiştir.Evet, zât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) gayb-âşinâ kalbiyle, dünyada Asr-ı Saadetten ebed tarafında olan meydan-ı haşri temâşâ eden ve yerden Cenneti gören ve zeminden gökteki melâikeleri müşahede eden ve zaman-ı Âdem’den beri mazi zulümatının perdeleri içinde gizlenmiş hâdisâtı gören, hattâ Zât-ı Zülcelâlin rüyetine mazhar olan nazar-ı nuranîsi, çeşm-i istikbal-bînîsi, elbette Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in arkalarında teselsül eden aktab ve eimme-i verese ve mehdîleri görmüş ve onların umumu namına başlarını öpmüş. Evet, Hazret-i Hasan’ın (r.a.) başını öpmesinden, Şah-ı Geylânî’nin hisse-i azîmesi var.”buyurmuştur.

Bediüzzaman,bahsin devamında Resulu Ekremin(sav) ümmeti Al-i Beyti etrafında toplamaya ehemmiyet verdiğini belirtikten, Al-i Beytin “sünnet-i seniyyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan Ali Beyt” olduğuna dikkat çektikten sonra şunu söyler: “işte bu sırra binaendir ki, Kitap ve Sünnet’e ittiba ünvanıyla bu hakikat-ı hadisiye bildirilmiştir. Demek ki Al-i Beyt’ten vazife-i risaletçe muradı Sünneti seniyyesidir. Sünnet-i seniyyeyi terk eden hakiki Al-i Beyt’ten olmadığı gibi Al-i Beyt’e hakiki dost da olamaz.” demiştir.

Hz. Ali, Haricîler tarafından bir suikastla şehit edilirken, Hz. Hasan Müslümanların kanlarının dökülmemesi için hilafetten feragat ederek Muaviye’ye biat etmiştir. Muaviye’nin vefatından sonra onun oğlu Yezid’e biat etmeyen Hz. Hüseyin ise, Kerbela’da aile halkından 19 kişi toplam 72 kişiyle birlikte şehit edilmiştir. Onların karşı karşıya kaldığı bu üzüntü verici durumlar o gün olduğu gibi günümüze kadar devam eden süreçteki bütün Müslümanların gönüllerini dağlamış, onlara olan sevgi, saygı ve bağlılığı bir kat daha artırmıştır.

Hz Hasan’ın ölüm sebebi ise zehirdir; Hanımı Ca’d zehir içirmiştir kırk gün sonra 669 tarihinde Medine’de vefat etmiştir vefatından önce Hazreti Aişe’den izin isteyip Rasûlullah (sav)’in yanına gömülmek istemiş Hz Aişe izin vermesine rağmen iktidardaki Emevi ailesi buna razı olmamış Hz Hüseyin^de huzursuzluk çıkmaması için ısrar etmemiştir. Hz Hasan’ın vasiyeti esnasında “mani olurlarsa Baki’ul Garkad’a defnedin “sözü üzerine Baki’ul Garkad’a defnedilmiştir.

Allah, Hz. Hasan(ra) ve Hazreti Hüseyin(ra)’a rahmet eylesin bizleri hakkıyla ehli beyte uyan kullarından eylesin yollarından giden ümmet eylesin amin…

Çetin KILIÇ / LÜLEBURGAZ

www.NurNet.Org

KAYNAKLAR:

1) Hadis Ansiklopedisi

2) Risale-i Nur Külliyatı

3) Son Peygamber

Not: Ümmetin Yıldızları ve En Güzel Örnekleri Olan Sahabelerin Hayatları İçin Tıklayınız

Kış Geldi… Suriye İçin Bir Ekmek Bir Battaniye…

Diyanet İşleri Başkanı ve Türkiye Diyanet Vakfı Mütevelli Heyet Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez’in, Suriye’de iki yıl önce başlayan ve artık bir insanlık dramına dönüşen çatışmalarla ilgili başlattığı insani yardım kampanyasının detayları belli oldu.

Suriye halkı için Türkiye Diyanet Vakfı tarafından yürütülecek olan insani yardım kampanyasına aşağıdaki hesap numaraları verilen bankalar aracılığıyla, internetten on-line olarak yahut Turkcell, Avea ve Vodafone (Turkcell ve Vodafone kontörlü hatlar hariç) gibi operatörlerden “SURİYE” yazıp 5601’e mesaj göndererek 5 TL’lik bir katkıyla Suriye halkına destek sağlanmış olacak.

Bediüzzaman’ın İslamofobia Karşısındaki Tutumu ve Namık Kemal’in Renan Müdafaanamesi

Bediüzzaman’ın İslamafobya karşısındaki genel tutumu, batının İslam karşısındaki tutumu ile paralellik arzeder yerine göre.

 On altıncı yüzyıla kadar savaşlarla Osmanlıyı hedef almış olan batı dünyası onları savaş meydanlarında yenemeyeceğini anlayınca farklı stratejiler üzerinde durdu.

Hatta on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında tarihimizin en önemli batı ile savaş olayları cereyan etmesi ve imparatorluğun parçalanması ve Mondros’un ilan edilmesine rağmen batı dünyası yine İslam karşısında galip bir tavır kazanamadı.

Bir milletin coğrafi istiklalini kısmen akim bırakabilirsiniz ama onun dinini ve dininin evrensel ve insanî mesajını bitirmiş olamazsınız.

Dinden Gelen Gayret ve Osmanlı Türk Toplumu 

Batının genel anlamda Osmanlı ve İslam dünyasında büyük bir zihniyet ve İslam düşüncesini bitirme galibiyeti yoktur.

Orta Anadolu’da birkaç vilayete sıkıştırılan Osmanlı-Türk toplumu yine de dininden gelen büyük bir gayretle islamofobyanın uzantısı olan işgali aşmış ve vatanını ve devlet geleneğini devam ettirmiştir.

Batı felsefesinin nihilist ve ateist kısmı genel anlamda bütün dinlere karşı bir tutum sergiler. Bunların içinde batı felsefesinin ateist nihilist kanadından İslam dünyasına dönük bir saldırı ve islamafobya ortaya çıkmıştır.

Bizim bazı bahtsız fikir adamlarımız içlerindeki İslam düşmanı fikirlerini batı felsefesinden tedarik ettikleri silahlarla ortaya sürmüşlerdir. Hatta devleti kurarken batı felsefesine göre bir devlet dizayn etmeye çalışan devletin fikir babaları içlerinde gizli islamofobyayı sistemin içine yerleştirmişlerdir.

Bu devlet kurgusu kanunlara ve kültür uygulamalarına bakılırsa islamafobyanın nasıl sinsi bir şekilde temelin özel noktalarına yerleştirildiği görülür.

Küfür ve İnkâr, İslam Âlemine Dinen Galebe Edemedi

Bu yüzden Bediüzzaman meclise sunduğu yazısında bu islamafobyayı eleştirir.

Batının İslam korkusu bizim ilk teşekkülümüzde dinde laubaliliğe dönüşmüştür.

Bediüzzaman dinde laubaliliğin batının İslam düşmanlığı idealine yardım ettiğini vurgular ve hem sistemi inşa edenleri hem de sistemi İslama çağırır.

“Âlem-i küfür bütün vesaitiyle medeniyetiyle, felsefesiyle, fünunuyla, misyonerlikleriyle âlem-i İslama hücum ve maddeten uzun zamandan beri galebe ettikleri halde âlem-i İslama dinen galebe edemedi. Ve dâhili bütün firak-ı dalle-i İslamiye de birer kemiye-i kalile-i muzırra suretinde mahkûm kaldığı ve İslamiyet metanetini ve salâbetini sünnet ve cemaatle muhafaza eylediği bir zamanda lâubaliyane Avrupa medeniyet-i habise kısmından süzülen bir cereyan-ı bid’akarane sinesinde yer tutamaz. Demek âlem-i İslam içinde mühim ve inkılabvari bir iş görmek İslamiyet’in desatirine inkıyad ile olabilir, başka olamaz, Hem olmamış olmuş ise de çabuk ölüp sönmüş.” (Mesnevi-i Nuriye, s. 99)

Avrupa habis medeniyetinden süzülen bid’akar cereyan sisteme monte edilen islamafobyadır. Bunu görmüş Bediüzzaman ve başarısız olacağını söylemiş, ama onu anlayacak bir kimse yoktu ne yazık ki onların içinde Frenk mantıklı bir sistem inşa etmede artık dönüşü olmayan yola girdiklerinden Bediüzzaman da sarığını alıp zahiren çekilmiştir. Ama sonuçta bir milletin tarihinde yüz yıllık bir süreç zayi edilmiştir.

Yüz Elli Yıl Devam Eden Mücadele

Batı düşüncesindeki nihilist ve ateist filozofların tutumu bizim kâselislere düstur olunca ortaya garabet teşekküller çıkmış ve devletin ancak ayakla kalmak için zulüm ve dayatmadan başka bir silahı kalmamıştır, ama bunun bir gün sora ereceğini düşünmemişler, yer yer gevşeyen zulmü ocak şubat nisan mart gibi kararlarla yamaları kuvvetlendirmişler ve hala bunun sona ereceğini bir türlü düşünmek istememişlerdir.

Bu millet ve içindeki birkaç büyük insan islamafobyanın çeşitli tezahürleri ile yüz elli yılı aşkındır mücadele etmekte ve başarıyı da büyük oranda yakalamıştır. Bediüzzaman ise bu islamafobyanın batı felsefesini yanına alarak yaraladığı İslam toplumunun itikad dünyasını inşa etmekle yeniden gözden geçirmekle islamafobyanın en büyük kalasını yıkmıştır.

“Küfrün bel kemiğini kırdım” sözü aslında islamafobyanın da bel kemiğidir.

Batının islamafobyasının çok yönlü çürük kalesinin taarruzlarına karşı en ideal savunmayı Bediüzzaman yapmıştır.

 Bir islamfobia örneği Renan Müdafaanamesi ve Namık Kemal’in Eleştirileri

Ernest Renan, İslamiyet ve Maarif diye bir konuşma yapmış ve İslamın ilme mani olduğunu iddia etmiştir. Namık Kemal bu eseri eleştirmiştir. Renan’ın bilgilerindeki yetersizlikler ve tezatlardan dolayı tenkid etmiştir. Bu eser Cemalettin Afgani ve başkaları tarafından da muaheze edilmiştir.

Namık Kemal’in eserinin üstünde yazarın eserini kısaca tanıtan bir paragraf vardır.

Fransa Akademisi azasından müteveffa Ernest Renan tarafından İslamiyet’in güya mani-i terakkiyat ve mani-i maarif olduğuna dair irad edilmiş olan bir hitabeye karşı berahin-ı katıayı cami reddiyedir ki şan-ı celil-i İslamiyeti delail-i münevvere-i şer’iyye ve mantıkiye ile bihakkın ila eder.” (Renan Müdafaanamesi, s. 6)

Eser 1910’da basılmış ve kısa süredetükenmiştir.

Ord. Prof. Dr. Fuat Köprülü eseri yeniden yayına hazırlar.

İlk basımını itinalı bulmayan Köprülü, bu yeni basımı mükemmel olarak niteler.

 Fuat Köprülü Kemal Bey’in eseri hakkındaki hassasiyetini nakleder.

 “Namık Kemal bu eseri mektuplarından birinde ifade ettiği gibi adeta bir ibadet hükmünde olarak hazırlamış, yanında lüzumu kadar kitabı bulunmadığı cihetle sadece eski malumatına dayanmış eserin metninde itiraf ettiği vech ile,

Renan’ı kendi sözleri, mütenakız ifadeleri ve Frenk kitaplarından aldığı malumat ile tenkid etmiştir. Kendisi bu eserini yazarken o kadar memnundur ki, ‘Onu gönlümün istediği gibi tepeliyorum’ demekte hiçbir mahzur görmüyor.” (Renan Müdafaanamesi, s. 6)

Bu eser islamfobia tarihinde önemli bir eserdir.

Renan’ın maksatlı ve derinliği olmayan bu çalışmasının Namık Kemal tarafından eleştirilmesi de önemli bir vakıadır. Eser Namık Kemal’i en iyi tanıtan bir vesikadır. Edebiyat tarihi bu esere gereken yeri vermemiş, bütünlüklü bir şahsiyet ortaya koymamıştır. Namık Kemal’in sadece edebi eserleri ile yansıtmak eksik bir yansıtmadır. Onun örnek ve hassas kişiliğini bir manasız bölünme ile ifade etmek, nesillere onu bir iki roman ile bir iki şiir ile dar bir çerçevede tanıtmaktır.

 Eser Renan’ın islamfobiasının muhitini belirlemesi ve Namık Kemal’in de hem filozofu hem de diğer islamfobia muhiti eleştirmesi önemlidir.

Namık Kemaldeki Büyük İlmi Vukuf

 Namık Kemal Avrupa’nın islamfobiasınının da psikolojik kaynaklarını gösterir. Eserde bir korkunun ötesinde bilgileri dejenere ederek yanlış bilgiler üzerine kurulmuş sözde bir bilimsel etüd görülmektedir.

Namık Kemal hutbeyi genel olarak değerlendirir, daha sonra ayrıntılı olarak bazı konuları karşılaştırmalı olarak eleştirir. Büyük bir ilmi vukuf gerektiren çalışma

Bediüzzaman’ın Namık Kemal için “k â m i l b i r z a t” demesini doğrular niteliktedir.

Hutbe kısa bir şey ise de mündericatı birkaç yüz cilt kitap ile cerh olunmağa müsaid

bulunduğu için mütalaamı yazmakla söylenilmiş şeyleri tekrar etmek tarz-ı

bibuhadepuyanesini iltizam etmiş olamayacağımdan eminim.

 İslamiyetin maarife mani değil bilakis mürebbii olduğunu isbat için yanımda lüzumu kadar kitap mevcut olmadığına teessüf ederim. Mamafih Sahib-i hutbe kendi davasının butlanına o kadar çok delil cemetmiştir ki şu cevabı yazabilmek için başka kitaplara müracaat mecburiyeti sakıt hükmüne girmiştir.” (A.g.e. s. 11)

Renan’ın şimşekleri üzerine çekmiş bir eseri Hayat-ı İsa isimli eseridir

 Bu kitap Hıristiyan dünyasında büyük infial ile karşılanmıştır.

Ernest Renan’ın en ziyade dağdağa nüma-yı iştihar olan eseri Tercüme-i Hal-i İsa unvanıyla yazdığı kitaptır.

Bunun tedkik ve cerhine dair yazılan kitaplar, risaleler bir yere toplansa ayrıca bir kütüphane teşekkül eder. Papazlar tarafından bu kitap hakkında vuku bulan tarizat-ı şedidenin netayicindan olarak kendisi memur olduğu Lisan-ı İbrani hocalığından infisal etmiştir.”(A.g.e. s. 13)

Namık Kemal Avrupa’da genel anlamda bir İslamı yanlış yorumlama, cehalet ve

islamafobi olduğunu belirtir. “Yalnız Ernest Renan değil Avrupa’da ulum-ı Şarkiye’ye intisab ile maruf olanların Diyanet-i İslamiye mebahisinde zihinlere hayret verecek kadar cahil olduklarını pek kolay isbat edebilirim.” (A.g.e. s. 13)

İslama Yapılan Yanlış Yorumlar

 Bediüzzaman ile Namık Kemal’inislamafobia karşısındaki tutumları birbirine benzer. Bediüzzaman İslamı büyük bir savunmapaktı ile savunmuştur, “Bin yıldır rahnelenen kalb-i umumi ve itikad-ı umumiyi” savunmuştur.

Namık Kemal de bu tedkiki ile bir yanlış yorumu eleştirmiştir.

Namık kemal diğer islamfobiacılarından biri olarak ünlü Hammer Tarih-i sahibini gösterir.

Türkçe’de oldukça güzel yazacak kadar meharet kesbetmiş olan Tarih-i Osmani sahibi Hammer bile Diyanet-i İslamiye mebhasine atf-ı makal edince Şark’a dair bir kitap okumayan ecnebiler kadar ve fakat onlardan daha garip bir vukufsuzluk gösterir.” (A.g.e. s. 14)

Bir islamfobia tavırlı batılı da D’Herbelot’tur.

 Namık Kemal onu da bir örneğinin muaheze ederek eleştirir.

Namık Kemal’in eseri bir islamfobia sahibi batılıları kısmen eleştiridir.

Avrupa’da İslamı araştıran mütefekkirlerin hareket noktasının iyi niyet olmadığını tesbit etmiştir.

 “Onların din-i İslam için icra ettikleri tahkikat da papazlar gibi ellerine geçen kitapta mahall-i tariz aramaktır.” (A.g.e. s. 17)

 Bu cümle islamafobianın teorisidir. Bir başka cümlesi de aynı yoldadır.

 “Şark’a müteallik mesail ile uğraşanların en çoğu Diyanet-i İslamiyeyi de bazı akvam-ı vahşiyenin mezahibi gibi eğlence kabilinden olarak tahkik ederler.” (A.g.e. s. 18)

Ayrıntılı olarak da şöyle der. “Şimdi bir Avrupalı mahiyet ve meziyetini anlamak senelerce tamik-i fikre muhtaç olan Diyanet-i Celile-i Muhammediyeyi hürriyet-i efkara hail ve terakki-i medeniyete mani bilerek piş-i nazara alır, bu fikrin netayicinden olarak tahkikatını zorla mutekadat-ı gayr-i makule taharrisine hasreder, tesadüf ettiği her meseleye haşa minetteşbih güya zulu halkının mezhebiyle uğraşır kadar sathi bir imale- i nigahı zihninde hasıl edeceği fikir için kafi görür de tevaggülünün mevkuf-ı aleyhi olan elsineye intisabı da daha kelimelerini doğru telaffuz edemeyecek derecede bulunur ise,yazacağı şeylerin hezeyandan başka birşey olabilmesi aklen kabil midir?” (A.g.e. s. 19)

Renan’ın eseri de bu teoriden hareket etmiştir. “Renan’ın İslamiyet mesailince o esbaba mağlub olan malumat-ı kâzibe ve tahkikat-ı nakısa erbabından olduğu piş-i nazardan ayrılmasın.” (A.g.e. s. 20)

Renan, Müslüman akvamı kabiliyet-i zihniyece hiç hükmünde görür. Onları “Bir şey öğrenmek veya bir fikr-i cedide açılabilmek kabiliyetinden mahrum eyleyen bir nevi demir daire içinde mahsur” görür.

Kemal Bey buna kızar,

 “Acaip şey. Meğer İslam olduğumuz için başımızın etrafına bir demir halka geçirilmiş o halka havass-ı bâtınamızı her türlü ulûma, her türlü tahsile, her türlü efkâr-ı cedideye mesdud tutarmış da bizim hala haberimiz yok.”(A.g.e. s. 22)

 Namık Kemal İslamın ilim tahsiline verdiği önemi ayetler ile teyid eder.

Fünun–ı riyaziye ve tabiye ile iştigal eden Muhammediler, o fünûnun mebahisinde “Güneş de kendi mustakarrında devr ve hareket eder. Bu aziz ve alim olan Allah’ın takdiridir (Yasin,38)

(O sıkıp yağdırıcı bulutlardan bol bol akıcı bir su inzal eyledik” (Nebe, 14)

“Sizi çift çift erkekli dişili yarattık”(Nebe, 8)

 Bedihiyyattan bürhanlar görünürler de imanlarında bir kat daha rüsuh hâsıl ederler.” (A.g.e. s. 23)

Müslümanların sair dinleri tahkir ettiği fikrini ileri süren Renan’a karşı Kemal Bey,

Sair dinler kütüb-i semaviyeye müstenid ise onlar İslam indinde muhakkar değil mensuhtur” der. (A.g.e. s. 24)

Renan’ın Müslümanların ilmi kudret ve ikbale nail olmak için yaptıklarını iddiasına karşı batıdan örnek verir.

M. Renan’ın mensub olduğu Fransa kavmi içinde zadegandan olmadıkca bir mevki-i kudret ve ikbale nail olmak muhal derecesinde müşgil olduğu zamanlar sunuf-ı marifetle tahliye-i nefs etmiş olan Descartesler Pascallar ne türlü kudret ve ikbale nail olmak için çalışmışlar idi.

 Copernic Lehistan da krallığa Galilee Roma ‘da papalığa intihab olunmak için mi maarife bezl-i vücut etmişler idi?

 Maarif bir nazenin-i dilrübadır ki mübtelaları yalnız neyl-i visal içün ifna-yı ömr eder. İlmi vesile-i istifade etmek için istihsale çalışanların hiçbir vakit malumatca bir mevki-i imtiyaz ve kemale vasıl olduğu bilinemez.” (A.g.e. s. 25)

Renan İslam dininin milletlerin kavmiyetini inkâr ettiği iddiasını öne sürer.

Namık Kemal “Tarihçe sabittir ki düvel-i İslamiye arasında zuhur eden birtakım ihtilafat üzerine İslamiyete dâhil olan akvamın hemen kâffesi kavmiyetini muhafaza edebilmiştir. Yalnız hangisine sorulsa İslam sıfatını mesela Çerkes veya Efgan ünvanına takdim eder ki bu tercih edyan-ı saire mutekidlerince dahi caridir.” (A.g.e. s. 27)

Bu fikrine bir garip fikir daha ekler Renan

Bu halden yalnız İran müstesna olarak fikr-i mahsusunu muhafaza edebilmiştir. Çünkü İran İslam arasında bir mevki-i mahsus ihraz etmiştir. İranlılar Müslümanlıktan birkaç kat daha şiidir.”(A.g.e. s. 27)

 Namık Kemal bu ifadeyi mizahi bir cümle gibi muaheze eder.

Müslümanlıktan daha ziyade Şiiyyet ne demek oluyor?

 Müslüman olmadık Şii de mi varmış!

 Bu türlü baziçe-i elfaza bazı letaif-i edebiyede cevaz olabilir; fakat ciddi bir esere manasız söz karıştırmakta bir münasebet yoktur.” (A.g.e. s. 29)

Renan’ın İslam’dan önce Araplar arasında Tevhidin farklı yollarının mücadelelerinin var olduğunu söyler.

 Namık Kemal “İslam’ın birinci asrından birkaç asır evvel Arabistan’da Tevhid-i Bari itikadının mevcut olduğuna ve hatta bundan dolayı kabail arasındamücadeleler bile vuku bulunduğuna dair M. Renan’ın keşfedip de meydana koyduğu hakikatı şimdiye kadar hiçbir kitapta görülmediğini hiçbir delili de olmadığıyçün kendisinden başka dünyada kimse kabul edemez.” (A.g.e. s. 29) der.

Renan İslam’dan önce Sasani medeniyetinin üstünlüğünü anlattığı bölümlerde İslamı küçük düşürmek istemesine karşı Sasani medeniyetinin otuz kırk yıl sürebildiğini ve İslam’ın zuhuru ile hal-i vukufa düşmüş olduğunu belirtir.

Nuşirevan ve Hüsrev zamanlarında İran’ın maarifçe ileri olduğu bahsine de katılmaz, Renan bir delil ile konuşmaz, mücerred iddiada bulunur.

 Hazret-i Ömer’in İskenderiye kütüphanesini yaktırdığı iddiasını papazlar uydurmuştur. Renan bu iddianın yalan olduğunu da söyler. Böylece Renan birbiri ile zıt iddialar öne sürer.

Namık Kemal Sasani devletinin Arab’a intikal eden bir maarifi olsaydı edebi ve ilmi teliflerin olabileceğini böyle teliflerin de olmadığını söyler.

 Renan İran’dan hareket ederek gerek Şii mezhebini gerek Sasani medeniyetini fevkalade göstermesi bir ihtilafı kaşımasından bir meded olarak da yorumlanabilir.

Renan Ebul Abbas Seffah ile Ebu Cafer Mansur’un tam itikatlı olmadığını öne sürer.

İslamiyetle mutekid olan bir adamın muhibb-i ilim olmasını bir türlü kabul edemez. Namık Kemal ise Bakara/269’uncu ayetini

Allah hikmetini kime dilerse ona verir. Kime de hikmet verilirse muhakkak ki ona çok hayır verilmiştir. Bunları ancak kâmil akıl sahipleri tezekkür ve teemmül eder.

 Lokman Suresi /12 ayet “Andolsun ki biz Lokmana hikmet verdik ve sana verilen hikmetten dolayı şükr et dedik. Kim şükr ederse kendi nefsi için şükreder, küfran-ı nimette bulunan da kendisine etmiş olur . Zira Allah ganiyy-i Hamiddir.”

El Mücadele suresi,

Ayet/11 “Ey iman edenler size meclislerde yer açın denildiği zaman hemen yer verin ki Allah da size açıklık ve genişlik versin . Kalkın denilince de kalkıverin. Allah içinizde iman etmiş olanlarla kendilerine ilim verilmiş bulunanların derecelerini artırır. Allah sizin yaptıklarınızdan haberdardır.

“Dördüncü Ayet, Ez Zumer suresi Ayet/9 “De ki bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? “Beşinci Taha Suresi Ayet/114 “Ey Rabbim benim ilmimi artır de”

Burada zikredilen ehadis-i Şerifeden 

Birincisi : Âlimler peygamberlerin varisleridir.

İkincisi: Bir âlimin ölmesi âlemin göçmesi gibidir.

Üçüncüsü: Beşikten mezara kadar ilim taleb ediniz.

Dördüncüsü: Çinde de olsa ilim taleb ediniz. Çünkü ilim talebi her mümine farzdır.”

Bu örnekleri verdikten sonra Namık kemal konuyu din ile bağlar ve Renan’ı eleştirir.

Hal böyle iken mutekid olduğu din tarafından tahsil-i ilm ve hikmete memur olan bir millet efradının mübalat-ı diniyeden teberri etmedikce ilim ve hikmete meyledemeyeceğini iddia etmek zulmetin indifaını güneşin gurubuna mevkuf addeylemek kadar bedihiyyülbutlan bir maskaralık değil midir?” (A.g.e. s. 36)

Renan Abbasilerin Arapçayı kaldırmak ve kendinden önceki medeniyeti tahrib ettiğini söyler ki Namık Kemal “Sübhnanallah Ali Abbas Arabi’yi ortadan kaldırıp da hangi lisan ile tekellüm edecekler idi?

 Halife-i İslam olmak itibarıyla dünyanın en büyük taht-ı saltanatına nail olmuş iken, dinin lisanını ve dini red ve inkâr ile devletlerini esasından harap etmeğe çare taharrisiyle mi meşgul olacaklar idi?” (A.g.e. s. 36)

Kemal Bey tarihi hakikatleri tahrib ettiğini söyler Renan’ın.

 Renan’ın bir diğer esassız iddiası da Harun Reşit ve Memun’un İslamiyet ile mutekid olmadıklarıdır.

Harun Reşit saltanatının ekser eyyamını hac ve gazada imrar etmek cihetiyle İslam indinde aizze-i kiramdan maduddur.

Memun ise itikadında hıffet değil belki taassub bulunduğunu tabi olduğu Mezheb-i itizalin tervicinde istimal ettiği cebirler isbat eder.” (A.g.e. s. 37)

Seffah, Harun, Mansur veMemun’un dinsizlikle ithamını Renan’ın asılsız iddialarından sayar.

Sokratı İdam Edenler      

Renan Müslümanların filozofları mevt ve işkenceye maruz bıraktığı iddiasına karşı,

medeniyetin mucidi telakki edilen yunanlıların Tevhid-i Bari itikadında bulunan Sokrat’ı  idam etmelerini, İtalyanlar ise Galileyi idam etmediyseler de idama yakın işkencelere uğrattılar, Fransızlar ise Ruso’nun Emil isimli kitabını yaktırdılar ve kendisini tevkif etmek istediler.

Halbuki Arabın marifet devrinde asılmış bir veya işkence edilmiş bir insan yoktur. Diyerek Renan’a cevap vermeye devam eder.

 İbn-i Rüşt’ün metruk ve mahzun olarak ölmesine karşı da Abelard’ın bir kız ile velisinin rızası olmadan evlendiği için reculiyetten mahrum edildiğini ifade ederek karşılaştırma yapar.

 Hikmet ‘in İslam arasında daima muhakkar olduğu iddiasına da,  “Hükema-yı Arab’ın en büyüklerinden olan İbn-i Sina ile İbn-i Rüşt ‘ün birincisi iki devlet-i İslamiyede vezir-i azamlık, ikincisi kezalik iki devlet-i İslamiyede kadı’ul- kudatlık mesnedlerine nail olmuşlar idi.” (A.g.e. s. 41) der.

 Uluğ Bey Rasathanesi ve Güneş Tutulması   

Fatih’in Fatih Camii civarında tıp okulları açtığını ve hala camide hikmet dersleri verildiğini söyleyerek Renan’ın vukufsuzluğunu ortaya koyar.

 Renan’in Müslümanların heyet ilmini sadece kıbleyi tayin için kullandığına Uluğ Bey ve rasathanesini örnek verir.

Volter’in Rusyalıların cehaleti ile ilgili naklettiği bir fıkra yı da asıl cehaletin nasıl Avrupa’da olduğunu belirtir.

Güneşin tutulacağını haber verdiği için İran elçisini Ruslar Moskova’da yakmak istemişlerdir. Salibiler ve Tatarların kitapları atların ayakları altında mahvetmesine ise onların İslam dinine tabi olmadıklarını söyleyerek cevap verir.

Batıda Gotlar, Avarlar ve Hunların da medeniyeti tahrip ettiklerini belirtir.

Kemal Bey Volter’in peygamberimizi zemmettiği Muhammed piyesini de bir cehalet örneği olarak verir. Bu kitabı yazan filozofun tutumu da bir islamafobia bahsidir ve oldukca yankılanmıştır.

Sultan Abdulhamid Han bu tiyatroyu Londra ve Paris’te oynatmamak için gerekeni yapmış ve iki millet oynatma cesareti gösterememiştir.

 Arabın medeniyetinin araba isnat olunamayacağı noktasında İbn-i Sina ve İbn-i Rüşt’in arap olmadığını örnek veren Renan’a Namık Kemal, bu münasebetsiz yoruma karşı Napolyon’un Fransız, Bismark’ın ise slav kavminden geldiği halde Alman olduğunu, Rüşt, Farabi ve İbn-i Sina’nın da böyle yorumlanması gerektiğini belirtir.

Kemal Bey, Renan’ın Arap tarihini okumadığını örneklerle anlatır.

 Herbelot’un Kitaphane-i Şark isimli eseri bunlardandır.

Batının ilim adamlarına iyi davranmadığını Renan’ın hayatından örnek verir, İsanın Hayatı isimli kitabın neşrinden sonra Renan İbrani dersi vermekten çekilir.

İslam’ın ilmi men ettiğine dair iddialarına da yine örnekler verir.

İslam’ın havas âlimleri ile ilgili sonra gelen tabileri öncekilerden daha itikadlı söylemesine de Namık Kemal “İslam içinde itikadca selef-i salihine tefevvuk iddiasında bulunur ferd veya feride yoktur.” (A.g.e. s. 50)

İslamiyetin cebir ve şiddet de Engisizyondan ileri olduğu iftirasına karşı Kemal Bey, Saint Barthelemy vakasını örnek verir.

 Kral Dokuzuncu Şarl Protestan mezhebine mensub olanları katl ve idam etmiştir. İslam döneminde ise böyle bir vaka yoktur.

İspanyolların icra ettikleri zulüm ise buna büyük bir örnektir. İnsanlara, kitaplara ve medeniyet eserlerine büyük tahribat yapmışlardır.

Batıda dini ilimlerin beşerin fikrini ezmekte ne kadar uğraştığı konusunda örneklerin çok olduğunu söyler Namık Kemal.

İslam ise ilahi hakikatları tebarüz ettirmeye çabalamıştır. Müslümanların ilim tahsilindeki hassasiyetini anlatır.

Muhammediler tahsil-i maarif ettikçe vicdanen hasıl ettikleri telezzüzden başka evamir-i ilahiye ve nebeviyeye ittiba etmiş oldukları cihetle bir de mecur olmak itikadında bulunduklarından hayat-ı ebediyelerine hizmet için ilme çalışır hatta sevk-i diyanetle hayat-ı faniyelerini bu sa’y yoluna hasrederlerdi.” (A.g.e. s. 57)

Kemal Bey tedkikini şöyle bitirir. “Ernest Renan’ın böyle cehl-i sırftan mütevellid tevehhümat ile malamal bir hutbe iradiyle istihsal edebileceği yegâne netice bize kalırsa kendisinin edyan aleyhindeki gayzına ve İslamiyete göstermiş olduğu hucumlar ile de ne kadar mümkin ise o kadar adi ve müstekreh bir burhan-ı nevin ikame eylemekten ibaret kalmıştır. Böyle bir netice ile âlem-i İslamiyet üzerinde hâsıl edebildiği tesir ise bütün asar-ı cehalet ve garezini şu risalede birer birer gösterdiğim bu zavallı Akademi hocasının vukufsuzluğuna karşı bir istihkar-ı anif ile mukabele etmekten başka bir şey olamaz!” (A.g.e.s. 62)

Prof. Dr. Himmet Uç

İslamofobya Sempozyumu Tebliği /BEDİÜZZAMAN’IN İSLAMOFOBYA KARŞISINDAKİ GENEL TUTUMU VE BİZDE İSLAMOFOBYA KARŞITI BİR ESER. NAMIK KEMAL’İN RENAN MÜDAFAANAMESİ

Duygular, düşünceler, kişilik yapıları..

Duygularımızın düşüncelerimizi etkilemesi normaldir. Fakat bu etkilemenin olumlu (sağlıklı) ve olumsuz (sağlıksız) türleri vardır.

Biri bize haksızlık etmiş olabilir. Bu sebeple, onun daima aleyhinde bulunmak, her konuda ve meselede onu karalayıcı şeyler yapmak gibi bir düşünce tercihi içine girmişsek, doğru ve yararlı düşünceler üretmemiz imkânsızlaşır. Tersi de doğrudur, tuttuğumuz ve sevdiğimiz birinin yanlışlarını yok saymak hatta doğru gibi göstermek de düşünce hayatımızı karartır.

Özeleştiri yapma basiretine sahip olsak bu durumlara düşmeyiz.

Ve hem daha derin hem daha kapsamlı ifadelendirmeyle, akl-ı selim ve kalb-i selim sahibi olanlar için böyle negatif haller söz konusu bile edilemez. Ama bu, kolay bir menzil değil.

Bir futbol ilgisi için bile ne hallere giriyoruz.

Bütün kanallar bir hafta öncesinden derbi heyecanı pompalamaya başladı. Sanki Türkiye’nin bir numaralı meselesi o derbiydi. Akıldan, basiretten bu kadar uzak bir ilgi ortamında futbol gelişir mi?

Daha şimdiden rövanş derbisinin duygusal tahrik yatırımları yapılmaya başlandı.

Siyasette de öyleyiz. Kendi duygularımız, kendi başımızın (aklımızın) belası oluyor.

Bir ihtimal veya iddia üzerinde düşünmek gerekince, bir siyasi eğilimdekiler bir örnek, öteki siyasi eğilimdekiler de başka bir örnek cevap üzerinde ittifak ediyor. Her birey kendi aklıyla düşünmüyor. Duygusunun gereğini yerine getiriyor ve böyle davranmasının gerekli olduğuna inanıyor. Böyle bir mantık şablonuna bağlı kalıyor. Buna düşünmek denir mi?

Peki, nedir aklı, “aklıselim” halinde değil de “aklısakîm” olarak kullanmanın sebebi?

Cevap tek kelimeliktir, “kişilik”.

Her şey kişilik yapısından kaynaklanıyor.

Burada da en büyük pay, doğduğumuzdan beri aldığımız aile-çevre-okul eğitimidir.

Düşünce-sevgi-sorumluluk eğitimi verdiniz mi, onun ortamını oluşturdunuz mu?

Biz hep öğretim’le yetindik. Öğretimi belli kalıplara oturtmayı da eğitim zannettik.

Rahmetli Özal’ın akıllı, tecrübeli, değerli kardeşleri vardı.

Semra Hanım, sosyal yönü olan, teşkilatçı, siyasete aday bir hanımefendiydi. Bu yakın çevre, Köşk’te Özal’ın sağlığıyla ilgili tedbirleri düşünecek akla da, o tedbirleri gerçekleştirecek güce de sahipti.

Öyle bir Köşk düzeni niçin kurulmadı?

Niçin düşünülemedi?

Demek ki insanın basireti bağlanıyor. Özal’ın Köşk’te oturduğu sürenin iki yılı, Anavatan iktidarının yaşandığı zamandı. En mükemmel bir Köşk düzeni kurmanın önünde hiçbir engel yoktu. Bir acil müdahale ünitesi bile teşkil edilebilirdi ve edilmeliydi.

Kıytırık bir ambulans var idiyse, yakın çevresi neredeydi?

Modern bir ambulans alınması düşünülmüş de alınamamış mı?

Bir akıl tutulması var” deniliyor. Evet var. Köşk’te oturan her zat, orada istediği düzeni kurma imkânına ve yetkisine sahiptir. Ülkeyi yönetmiş insan, kendi köşkünü yönetemez mi?

Doğrusu şu ki; bazı hususlar akla gelmemiş, lüzumlu görülmemiş.

Ben arkadaşı olsaydım, bana “parti kuracağım” deseydi; kendisine,

Abi, yeteri kadar hizmet ettin. Yeni yolculuklara çıkmaya sıhhatin elverişli değil. Benim gönlüm buna râzı olmaz.” cevabını verirdim.

Zaten öyle bir etkinlik potansiyeli de yoktu. Taksim’de bir Bosna mitingi düzenlemişti, 6-7 bin kişi ya vardı, ya yoktu.

Sevgi ve dostluk, doğruları söyleyerek yardımcı olma duyarlılığını gerektirir. Bizde böyle olmuyor. Severken yoruyoruz.

Orta Asya gezisine de çıkmamalıydı. Uyarmışlar, Semra Hanım, “Bütün hazırlıklar yapıldı artık.” demiş… Sevgilerimiz, aklıselim eşlik etmezse koruyucu olamıyor. Konuya bu açıdan da bakmak gerekir.

Ahmet Selim / Zaman

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version