Etiket arşivi: kuran

İslam Birliği ve Kuran’ın Hakimiyeti

İslâm Birliği ve Kur’ân’ın hâkimiyeti

Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin İslâm Birliği projesi; gaye, maksat, hedef, mâna, çerçeve ve boyut itibariyle devâsa bir projedir. Kâinatın ve âhir zaman insanlığının, yani Müslümanlarının en büyük ve kapsamlı projesidir.

Aslında ‘İslâm Birliği’, Kur’ân ve O’nun tebliğcisi Allah Resûlü (s.a.v) tarafından tevdî’ edilmiş, bütün Müslümanlar, özellikle ilim/irfan/gönül erbâbına, Peygamber vârislerine ve Kur’ân talebelerine yüklenmiş, program ve CD’leri önceden hazırlanmış, yazılımı yapılmış bir projenin; akleden, tefekkür ve tezekkür eden, zamanın dehşet ve vahşetine karşı vahdetin farkında olanlar tarafından hayata geçirilmesi gereken “ bu zamanda en büyük farz” vazife niteliğinde bulunan bir emirdir, sorumluluktur, ciddiyetle takibi gereken en âcil farzdır.

İttihad-ı İslâm, şer ve nifak cereyanlarının karşısında en büyük settir.

Bu zamanda en âcil içtimâî bir vazifedir.

Yine Bediüzzaman, bu birliğin unsurlarının ahlâkî temellerinden söz ederken;

1.Haya, yani utanma duygusunun,

2.Din gayretinin,

3.Merhamet ve şefkatin, yüzlerdeki gülümseme ve davranışlara yansıması gerekliliğinden bahsederek Müslümanların bu birliği oluşturmadaki ilk adımları ne şekilde atacaklarının ipuçlarını da verir.

İttihad-ı İslâm olmazsa, içtimai hayattaki ikinci ve üçüncü vazifelerin gerçekleşmesi mümkün olmaz.

Peki, ikinci ve üçüncü vazifeler nedir diye soracak olursak: ikinci vazife; Şeâiri (islâmî sembol ve ritüelleri) ihya etmektir, yaşamak ve yaşatmaktır, uygulama alanına sokmaktır. yani, bid’atların ortadan kaldırılmasıdır. Bir başka ifade ile, sosyal hayata yapılacak yükleme ile bilhassa avamın ve herkesin İslâmî düşünme, İslâmî amel/hayat ve İslâmî hislere (şuurları olmadan olsa bile) sahip olmalarının teminatıdır. Kastamonu Lahikasında bu meseleden bahsediliyor. Yani ecdadımızdan tevarüs eden güzel hasletler, ahlâkî güzellikler, toplumsal değerler darbelenerek tahrip edildi, sosyal hayattan soyutlanarak İslâm toplumu dinî değerlerden ve özellikle şeâir denilen İslâmî sembol ve hayat tarzlarından uzaklaştırıldı. O bakımdan İslâm içtimaiyâtı, İslâmî hayat tarzı, Sünneti yaşamadaki , avamın âhireti kazanma hususundaki teminatıdır, güvencesidir.

İşte bu güne kadar bilinçli ve plânlı bir biçimde gerçekleştirilen ve direkt olarak Müslümanları amelî, fikrî ve edebî (sanat adı altında sosyal hayatın her kademesinde uygulanan plânlı kokuşmuş batı kaynaklı aktiviteler, Yunan kaynaklı, ene merkezli hastalıklı fesle ile yazılı ve görsel basının bünyede açtığı yaralar, aile ve fertlere yönelik yozlaştırma faaliyetleri, v.b) açıdan vuran inkılâpların tahribatının giderilmesi bu devrelerde gerçekleşecektir.

Peki üçüncü vazife nedir? Siyaset-i İslâm’dır. İkinci ve üçüncü vazifeler için büyük bir potansiyel kaynak gerekir. Risalelerde geçen “nokta-yı telâkî” lâzım. Nokta-yı telakîsiz İslâm Birliği olmaz.

Müsellemata dayanan esaslar bağlayıcıdır ve Nokta-yı Telakî’dir. Müşterek bir noktadır.

Telâki, mülâki yani kavuşma, buluşma, uyuşma, imtizac, birleşme anlamındadır. Nokta-i telâki denilen bu prensip ve esaslara, cemaatı oluşturan ferdler tarafından tereddüdsüz bağlı kalınması şarttır. Çünkü Nokta-i telâki prensipleri vahye dayanan İlahî prensiplerdir ve güçlü bir birliği netice verir. Eğer bu birlik ve tesanüd ruhu yoksa, bu noktanın tam anlaşılamadığının ve bu mühim zarurete inanılmadığının, teslimiyet şuurunun bulunmadığının bir kanıtıdır.

Bediüzzaman’ın çokça üzerinde vurgu yaptığı ‘Hürriyeti Şer’iyye’ olmazsa Allah hakimiyeti ortadan kalkar, beşer hakimiyeti gelir. İlâhî vahye dayanmayan İnsan hâkimiyetiyle İslam hayatının yürütülmesi mümkün değildir. Çünkü Hürriyet-i Şer’iyyede Allah’ın tesbit ettiği hürriyetlere insan müdahale edip yasaklayamaz, ortadan kaldıramaz.

Bunun anlamı ve açılımı ise Kur’ân’ın hâkimiyetidir.

Mâdem Allah va’detmiştir, mutlaka tahakkuk edecektir.

İstikbal İslâm’ın ve Müslümanların olacaktır. Hâkim, hakaik-i imâniye ve Kur’âniye olacaktır. Bundan aslâ şüphemiz olamaz.

Yorumsuz olarak birkaç Hadîs-i Şerîfi nazarlarınıza takdim ederek yazımıza son verelim:

Ebû Hureyre (r.a.) Peygamberimiz (s.a.v)’den şöyle nakleder:

Bütün peygamberler kardeştirler. Onların dîni birdir, anneleri değişiktir. Ben Meryem oğlu Îsâ’ya daha yakınım. Zîrâ benim ile O’nun arasında başka bir peygamber yoktur. O mutlaka inecektir. Siz onu gördüğünüz zamân tanıyınız. Zîrâ O orta boyludur ve beyaz ile kırmızı renk arasında bir tene sâhiptir. Saçları kıvırcık olmayıp düzdür. Islaklık değmediği hâlde, sanki başından su damlıyor gibidir. Üzerinde boyanmış iki elbise olacak. Domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracak, İslâm’dan başka dînleri iptâl edecek. Allâh, O’nun zamânında İslâm’dan başka diğer bütün dînleri helâk edecektir.

Allâh O’nun zamânında kezzâb Mesîh-i Deccâl’i helâk edecektir. Yeryüzünde emniyet olacak, develerle arslanlar, kaplanlarla sığırlar, kurtlarla koyunlar berâber otlayacak. Çocuklarla yılanlar berâber oynayacak, biri diğerine zarar vermeyecektir. Îsâ (a.s.) Allâh’ın dilediği kadar yeryüzünde kalacak, sonra vefât edecek. Müslümanlar O’nun üzerinde namaz kılacaklar ve O’nu defn edeceklerdir. Allâh O’nun zamânında Mesîh-i Dalâl ve a’ver-i kezzâb olan Deccâl’i helâk edecektir.”(1)

Ebû Hureyre (r.a.) Peygamberimiz (s.a.v)’den şöyle rivâyet ediyor:

Îsâ b. Meryem, âdil bir hâkim ve zulme son veren bir idâreci olarak inmedikçe kıyâmet kopmaz. O haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracak. O’nun zamânında mal ve servet o kadar çok olur ki, kendisine sadaka verilecek kimse bulunamayacaktır.”(2)

Câbir bin Abdullâh anlatıyor; “Rasûlüllâh buyurdular ki:

Deccâl dînin çok zayıf olup gizlendiği ve ilmin arka verip gittiği bir zamânda çıkacaktır. Onun için kırk gün vardır. O günlerde seyâhat edecek. Birinci günü bir senedir. İkinci günü bir aydır. Üçüncü günü bir cuma gibi, dördüncü günü diğer günleriniz gibi olacaktır.

“Hadîsin devâmında Hazret-i Peygamber (a.s.m.) şöyle buyurur:

Sonra Îsâ b. Meryem, seher vaktinde inecek ve şöyle diyecek: ‘Ey insânlar! Siz niye bu kezzâb-ı habîse doğru yürümüyorsunuz.’ Onlar Îsâ (a.s.) hakkında ‘Bu racul-i cinnîdir.’ derler. O’na doğru gittiklerinde bakarlar ki, Îsâ b. Meryem’dir. Namâz ikàme edilir, Îsâ’ya ‘Ey Rûhullâh! Buyur bize namâz kıldır,’ derler. O, ‘Sizin imâmınız öne geçsin, size namâz kıldırsın,’ der. Sabâh namâzı kılınırken cemâat Deccâl’e doğru gidecekler. Deccâl, Îsâ’yı görünce tuzun suda eridiği gibi erir. Îsâ (a.s.) ona gider ve onu öldürür. Hattâ her ağaç ve her taş şöyle nidâ eder: ‘Ey Rûhullâh! Bu Yahûdî’dir, arkamda gizlenmiş.’ Hazret-i Îsâ (a.s.)Deccâl’e tâbi’ olan herkesi öldürür.’”(3)

İmrân b. Husayn Peygamberimizden şöyle nakleder:

Allâhu Teâlâ’nın emri gelinceye kadar, benim ümmetimden bir tâife haktan ayrılmaz, onlara düşmanlık edenlere galebe ederler ve Îsâ bin Meryem inecek.”(4)

Âişe vâlidemiz anlatır: “Ben ağlarken Allâh Rasûlü (a.s.m.) çıkageldi ve ‘Seni ağlatan nedir?’ diye sordu. ‘Ey Allâh’ın Rasûlü! Deccâl’i hatırladım da onun için ağlıyorum,’ dedim. Rasûlüllâh (s.a.v) buyurdular ki:

Eğer ben hayâtta iken o çıkarsa, sizin yerinize ben onun hakkından gelirim. Eğer benden sonra çıkarsa Rabbiniz a’ver (tek gözlü. bir gözü kör. yek-çeşm.(âhirzamanda gelecek süfyan adındaki bir zâlimden “aver” diye rivayetlerde bahsedilmesi, sadece dünyayı görecek bir gözü olduğu ve âhireti görecek imân gözünün olmadığından kinayedir) değildir. O ‘İsbahan’ Yahûdîlerinden çıkacak, Medîne’ye gelmeye çalışacak. Medîne’nin yakınına inecektir. Medîne’nin o gün yedi kapısı vardır. Her kapıda iki melek bulunur. Medîne’nin şerîrleri Deccâl’a gidecekler. Sonra Deccâl Şam’a gidecek. Îsâ bin Meryem (a.s.) inecek ve onu öldürecek. Sonra Îsâ (a.s.), 40 sene yeryüzünde âdil bir imâm (Devlet reisi) ve zulmu kaldıran bir hâkim olarak kalacaktır.’”(5)

İsmail AKSOY

www.NurNet.org

Dipnotlar :

1.İmam Ahmet b. Hanbel, Müsned, , 2/437

2.İbn Mâce, Sünen, 2/ 363; AHmed b. Hanbel, Müsned, 2/194

3.Ahmed b. Hanbel, a.g.e, 3/367; Hâkim, el-Müstedrek, 4/530; Heysemî, Mecmâu’z-Zevâid, 7/344

4.Ahmed b. Hanbel, a.g.e, 4/429

5.Ahmed b. Hanbel, a.g.e, 6/75; Heysemî, a.g.e 7/338

Risale-i Nur Tefsir Ötesidir

Tefsir, teknik bir deyim. Ayetleri önünüze koyarsınız, öncesi ile sonrasıyla nasıl bir irtibatı olduğunu, ne demeye geldiğini, nasıl indirildiğini vs. anlatırsınız. Bu konuda, Risale-i Nur müellifi zaten bir çalışma yapmıştır. Hem de savaş sırasında, hem de at sırtında, hem de ana dilinde de değil, bir tefsirin olması gereken dilde, kendi dilinin yatağında “Arapça”, hem de hiç emsali olmayan bir duyarlılıkla ve tutarlılıkla…

Söz konusu tefsir, İşarât’ül İ’caz,  Bakara Sûresi’nin 32. ayetinin eşiğinde durmuştur. Bilahare Türkçe’ye de çevrilmiş, Arapçası da daha sade bir Arapça’yla yeniden aktarılmıştır. Yani, Said Nursî, bildiğimiz anlamda “teknik tefsir” yazamayacak biri değildir.

Peki ama Risale-i Nur nedir? Doğru, üstad da bizzat “tefsir”dir diyor ama. Bence bu Risale-i Nur’u en azından beklenen, bilinen, sevilen tefsir geleneğinin içinde de bir yeri olduğuna dair bir hatırlatmadan ibarettir.

Risale-i Nur “tefsir” değildir, “tefsir ötesi”dir… (Bu cümleyi, taassuptan azade söylediğimi gayet iyi biliyorum; Said Nursî takıntım da yok; öyle ki başka bir isim daha Risale-i Nur adı altında yeni metinler yazsaydı, seve seve okurdum. Bir fart-ı muhabbet de değildir bu; çünkü Said Nursî’ye dair değil eserine dair yazıyorum. Ancak, Nur talebeleri olarak bizi eleştirenlerin de hiç olmazsa bakışlarını anlayışla karşılamak gerek. Risale-i Nur, Kur’ân’ı yaşamak içindir, vahyin diri nefesini solumak için okunur. Risale, Risale okumak için okunmaz. Bu yüzden, Nur talebeleri de en az bir başkası kadar okudukların tekrarlayan, okuduklarını okumaya çağıran değil, okuduklarıyla Kur’ânla tanışan, yaşıyan ve Kur’ân’a Risale üzerinden muhatap olma heyecanını taşıran, taşıyan biri olana kadar bu iğneleyici eleştirileri hak vermesek de, anlayışla karşılamak zorundayız.) 

Risale-i Nur’un Kur’ân’la irtibatı “bilgi”sel/”informatik” değildir. Yani dışarıdan bakmaz vahye. Ayeti çerçevelenmiş bir nesne olarak önümüze koymaz. Bu tür bir bakışın, bizim meslekteki (tıp) karşılığı “in vitro” yani canlı dokuya tüpte bakmaktır. Oysa, asıl doku kendi ortamında tanınır; yani “in vivo” olarak.  Risale-i Nur bizi Kur’an’a muhatap ederken, “vahyin içine” koyar. Ayetin nabzını dışarıdan tutturmaz bize, bizi ayetin kalbinde tutar, odacıklarına sokar, varlığımızı ayetin nabzı eyler. Çerçevelemez ayeti, bizi, aklımızı, düşünme biçimimizi ayetin tablosu içine koyar.

O yüzden kışkırtıcı bir soru sorarım özellikle kendi meslektaşlarıma (ve tabii diğerlerine de): “Sen hiç kan gördün mü?” Cevap pat diye gelir; “Evet!” Oysa, görmemişlerdir, göremezler de, göremeyecekler de. Şimdiye kadar gördükleri kan hep “tüp içinde” oldu, hep “damar dışı”na akmıştı. Tüp içindeki kan,

(1) ölüdür ya da ölmek üzeredir,

(2) hareket etmez, tortulaşmak üzeredir,

(3) kalbe uğrayamaz, tüp içinde hapistir,

(4) soğuktur ya da soğumak üzeredir,

(5) basıncı yoktur; donup kalmıştır,

(6) pıhtılaşmıştır ya da pıhtılaşmak üzeredir; akışını kaybetmiştir,

(7) az sonra katısı sıvısından ayrışacak çökelecektir; rengini kaybetmiştir ya da kaybedecektir. Oysa damardaki kan,

(1) canlıdır hem de her damlasında binlerce can vardır,

(2) hareketlidir, hem de her noktasında binlerce hücrenin sürekli ve anlamlı bir dansı vardır,

(3) kalbe uğrar, nefes alır, nefes verir, canla irtibatı sürmektedir, canlıdır, canlandırır da,

(4) sımsıcaktır; her dokunduğu yere “bahar” gelir, vardığı her hücrede can tazelenir,

(5) basıncı vardır, ne az ne fazla.. hep dengede hep ahenk içindedir,

(6) akışkandır; pıhtılaşmayacak kadar seyreltik (diluted) damar dışına çıkmayacak kadar da kıvamlı (concentrated) akar her anda her mekanda,

(8) rengi hep tazedir, hep canlıdır, kan kırmızı bir dirilik içindedir..

Peki, bunca tıbbî ders ne anlama geliyor? Kur’ân ayetleri “damar içi kan” gibi canlı, hareketli, kalbe dokunan, neşeli bir akışkanlık içinde, sımsıcak temaslar sunan, akleden kalbi iten bir basınçla kıpırdayan, asla donmayacak, hiç pıhtılaşmamış,  kıpkırmızı kan renginde bir tecelligâhtır.

İşte Risale-i Nur bizi vahiyle tanıştırırken tüpe koymaz ayeti, bizi damar içine sokar…

O “kan kırmızısı” kapakların içinde sürekli bir hayat ırmağı akar, bizi de içine katar. 

Dipnot:  Ne garip ki, Üstad, “tefsir” olarak yazdığı İşârat’ül İ’caz’ın en son sayfasındaki son ayetin tefsiri için Risale-i Nur’un yazdırıldığını fark eder. Yani, milyonlarca Nur talebesi onlarca yıldır milyonlarca sayfalık dersleri sırf Bakara’nın 32. ayetini anlamak için okuyorlar… O ayet de ne diyor? “Subhansın Sen Allah’ım, biz bilmeyiz…”  “Tefsir” “bilmek” içindir; “bildirmek” için okunur; ama biz Risale-i Nur’u “biz bilmeyiz” demek için okuyoruz… “Bilmediğini bilmek” gibi eşsiz bir edep elbisesini giyebilmek ümidiyle bu dergâhın rahlesine diz çöküyoruz.

Senai DEMİRCİ

 

Sırat-ı Müstakim

Sırat-ı Müstakimin manası hak yol, “dosdoğru yol” (Fatiha, ayet 6) demektir. Emir edildiği üzere Cenab-ı Allah’ın gösterdiği hidayet yoludur. Kur’an’ı Kerim’den, Ruhun, Vücudun, Nefsin ve İradenin sırat-ı Müstakimi’nden bahsetmektedir. Bunlardan vücudun sıratı müstakimi fiziki ve somut; Ruh, Nefis ve İradenin sırat-ı müstakimi ise soyut olduğu görülmektedir.

Bediüzzaman İşaratü’l İ’caz’da Sırat-ı müstakimi şöyle ifade etmektedir: Sırat-ı müstakim yiğitlik, yüreklilik, cesurluk, korkusuzluk ve kahramanlık, helâle razı olup haramdan kaçınma, İlâhi gayeden meydana çıkan “adl ve adalete işarettir” .

“Şöyle ki: tagayyür, inkılâp ve felâketlere maruz ve muhtaç şu insan bedeninde iskân edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas edilmiştir. Bu kuvvetlerin birincisi, menfaatleri celp ve cezp için, kuvve-i şeheviye-i behimiye; ikincisi, zararlı şeyleri def için, kuvve-i subuiyye-i gadabiye; üçüncüsü, nef ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyiz için, kuvve-i akliye-i melekiyedir” (İşaratül İ’caz.)

İnsandaki bu kuvvelere şeriatça bir had ve bir nihayet tayin edilmiş ise de, fıtraten tayin edilmemiş olduğundan, bu kuvvetlerin her birisi, tefrit, vasat, ifrat namıyla üç mertebeye ayrılırlar.

Kuvve-i şeheviye-i behimiye: Menfaatleri kendine çekme, hayvani istek ve arzulara ait duygu, cinsi istek duygusu, dünya zevklerine istek duygusu; yeme, içme, konuşma, uyuma istek ve hissi gibi kabiliyetlerdir. Bunda ifrat, tefrit ve vasat üç kuvve vardır. “Tefrit kuvvesi humuttur (Cinsi isteksiz) ki, ne helâle ve ne de harama şehveti, iştihası yoktur. İfrat mertebesi fücurdur (günahkârlık, ahlaka aykırı, cinsi sapıklık) ki, namusları ve ırzları payimal etmek iştihasında olur. Vasat mertebesi ise, iffettir ki, helâline şehveti var, harama yoktur.”

Kuvve-i sebuiyye-i gadabiye: zararlı şeyleri defetmeye sevk eden gazap hissi ve duygusudur. Bunda Tefrit mertebesi, korkaklık ve yüreksizliktir. Korkulmayan şeylerden bile korkar. İfrat mertebesi, öfkelenme, köpürme, kızma ve aşırı hiddet gibi ne maddi ne de manevi hiçbir şeyden korkmaz, bütün tazyik ve baskı, zorbalık ve zulümler tamamen bunun ürünüdür. Vasat mertebesi ise kuvvetini yiğitlikte, cesurluk ve kahramanlıkta kullanarak dünya ve ahireti için canını feda eder, meşru olmayan şeylere karışmaz.

Mehmet Akif şöyle demiş, “Yumuşak huylu isem, kim demiş uysal koyunum/Kesilir fakat çekmeye gelmez boynum.” Başkalarına zarar vermeden, uysal koyun değil, aslan gibi kükreyen imanlı bir M.Akif’tır. Kükreyenlerden,  haykıranlardan bahsedince elbette,  Bediüzzaman akla gelir. İşte o İslam mücahidi, İman, İslam ve Kur’an adına dinine zarar gelmesin diye gençliğini ve tüm hayatını feda etmiştir. “Başımda ki saçlarım sayısınca başlarım olsa, her gün birini kesseniz, İman ve Kur’an’a feda olan bu baş zındıkaya eğilmeyecektir.” İşte yiğitlikte kahramanlık ta  budur. Sefih ve mimsiz medeniyetin zulmü altında yetişen gençlerin sonu da elbette bugün ki tahribat ve anarşistliktir.

Kuvve-i akliye-ı Melekiye: akıl ve meleke duygusudur. Bunun tefrit mertebesi, ahmaklık ve kalın kafalılıktır. Hiçbir şeyden haberi olmaz. İfrat mertebesi, haksız yere aldatıcı sözlerle karşı tarafı iknaa çalışmak demagoji ve lâfazanlık yapmaktır. Hakkı batıl, batılı hak suretinde gösterebilecek zekâya sahiptir. Vasat mertebesi ise hakkı hak, batılı batıl bilir. Kötülüklerden uzak kalır. Böylece hem kişi, hem aile hem de toplum olarak herkes rahat eder, huzur ve emniyet içerisinde yaşar.

Rüstem Garzanlı – Diyarbakır

www.NurNet.org

Bediüzzaman’ın gözüyle Hz.Muhammed (s.a.v)

Üstad Nursî’nin gözüyle Hz. Muhammed (s.a.v) efendimiz

Üstad Bediüzzaman her neyi ele almışsa onu en güzel ve en mükemmel bir şekilde izah etmiştir. Onu okuyup da hayran olmamak mümkün değil. Onun, Allah’ı, ruh ve melekleri, kitapları, özellikle Kur’an’ı, kaderi, öldükten sonra dirilişi, nübüvvet meselesini, özellikle Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimizi anlatmasına doyamazsınız.

Yaklaşık 1184-1272 yılları arasında yaşayan Şeyh Sadi-i Şirazî çok iddialı bir söz söylemiş ve demiştir ki: “Mâna gülistanı açıldı açılalı hiçbir bülbül Sadî kadar güzel terennüm etmemiştir.” (1)

Bu sözün sahibi Sadî’nin doğru ve haklı olduğuna inanırım. Ama inandığım bir şey daha var. O da şudur: Eğer Sadî kendisinden 9 küsür asır sonra gelen Bediüzzaman Said Nursi’yi görse ve eserlerini okusaydı eminim aynı sözü Bediüzzaman için söyleyecek ve şöyle diyecekti: Osmanlı’dan sonra hiçbir bülbül Bedüzzaman gibi şakımadı, onun kadar hiç kimse gür sedalı olamadı, Hiç kimse kâinatı onun kadar güzel okuyamadı. Peygamber ve Kur’an hakkında onun kadar hiç kimse güzel söz söyleyemedi.

Bediüzzaman, Peygamberimizin hayatını bir siyerin, bir İslam tarihinin anlattığı gibi anlatmaz. Fakat O, peygamberimizle ilgili öyle tahliller (ve analizler) ortaya koyar ki o analizlerde kullandığı kelimelerden Peygamber’in yaşadığı tarihi, hayat seyrini, verdiği mücadeleyi, takvasını, ahlakını, şemailini, ruhî ve fizikî gerilimini, Hak’la ve halkla ilişkilerdeki mükemmelliğini, çevre anlayışını ve çevreye getirdiği muhteşem düzenlemeleri çok rahat görmeniz mümkündür.

Bediüzzaman, Hz. Peygamberi anlatırken kullandığı her bir kelimesine adetâ İslam tarihini ve Peygamber’in hayatını yükler. Onun her bir kelimesi bir ekran ve bir penceredir. Oradan asr-ı saadeti âdeta görür ve seyredersiniz.

Onun her bir kelimesi, bir çekirdek gibidir. Açarsanız içinden meyvelerle yüklü bir ağaç çıkar. Veya filaş bellek gibidir. Bilgisayara takarsanız, onda bir çok kitabın yüklenmiş olduğuna şahit olursunuz.

Misal mi istersiniz? Buyurun:

19. sözün birinci reşhasında Peygamberimizi, kâinat kitabının Allah’ı anlatan “en büyük ayeti” (2) İlan eder. Bu ilanıyla Bediüzzaman şunu demek ister:

Kitap ve içindeki her bir cümle yazarını anlattığı gibi; kâinat kitabı ve onun içindeki her bir varlık da yazarını ve yaratanını anlatmaktadır. Tabii bunların içinde bir varlık, yani bir âyet var ki Onun gibi Allah’ı anlatan yok. O da, Hz. Muhammed (s.a.v) efendimizdir. Peygamberimiz, Allah Tealâ’yı sadece diliyle değil, haliyle ve ahlakıyla anlatmıştır. Peygamberimiz, Allah ahlakının bir yer yüzünde tezahürüdür. Yüce kitabımız Kur’an’ın da bir ayet-i kübrası=en büyük ayeti vardır. O da âyetü’l-kürsidir. Neden âyetü’l-Kürsî, âyetü’l-kübra olmuştur? Çünkü ayetü’l-kürsî, diğer ayetlere göre Allah’ı daha güzel, daha kapsamlı anlatmakta, birkaç satırla bütün özellik ve güzelliklerini ortaya koymaktadır.

Gelip geçen varlıklar içinde Allah’ı en iyi Peygamberimiz anladığından ve anlattığından dolayı o da kâinat kitabının ayetü’l-kübrası yani en büyük ayeti olmuştur.

Gördünüz mü efendim, Üstad’ın, “kitab-ı kebirin ayet-i kübrası” ifadesinden neler çıktı?

Aynı yerde Üstad, yer yüzünü, Peygamberimizin manevi şahsiyetine bir mescid, Mekke’yi bir mihrab, Medine’yi bir minber, Peygamberimizi, bütün müminlerin imamı ve bütün insanların hatibi, peygamberlerin reisi, evliyanın seyyidi gösterir. Medine minberinde irad ettiği hutbenin adı: “Hutbe-i Ezeliye” dir ki o da Kur’andır. Bu hutbenin müellifi Allah, müfessiri de Hz. Muhammed’dir (s.a.v). Kur’an, ezelîdir, çünkü Ezel’den gelmiştir; ebedîdir, çünkü ebede gidecektir.

İkinci reşhada, yine içinden kitaplar çıkacak ve üzerinde saatlerce konuşabileceğimiz kelimeler görüyoruz. Üstad Bediüzzaman’a göre Sevgili Peygamberimiz, “Nurânî bürhanî tevhid” (3) yani Allah’ın birliğinin nurlu delilidir. Allah’ı inkâr etmek için bu delili karartmanız gerekmektedir. Bu delili karartamayacağınıza göre öyleyse Allah’ı inkâr etmek de mümkün olmayacaktır. Varlık âleminde hiçbir şey olmasa sadece Hz. Muhammed (s.a.v) kalsa, Allah’ın varlığına, birliğine, güzelliğine, mükemmelliğine delil olarak yeter. Güneş inkâr edilemediğine göre, güneşin sahibi ve sanatkârı hiç inkâr edilemez.

Güneş, Süleyman Çelebî’nin de dediği gibi Peygamber’in çevresinde dönen sadece bir pervane olabilir. Güneş bir lambadır. Yüce Allah da Peygamberini bir lamba olarak tanımlamıştır.(4) Güneşi gökte, Hz.Peygamber’i yerde aşkıyla tutuşturan Allah’tır. Yüce Allah kendisini yerdeki ve gökteki güneşlerle tanıtmak istiyor. Bu şahitleri susturmak ve bu lambaları söndürmek mümkün olabilir mi ki Allah da inkâr edilebilsin?

İşte Üstad Bediüzzaman’ın ifadeleri böylesine yüklü. Gördünüz mü efendim onun “Nûrânî bürha-ı tevhid” terkibinden neler çıktı?

Üstad Bediüzzaman diyor ki:

Onun Şeriatını:

1-Nebiler ve veliler,

2-Tevrat ve İncil gibi semavî kitaplar,

3-Dünyaya geldiği gün meydana gelen harikulade olaylar (irhasat),

4-Görünmeyen varlıkların, (hatiflerin) ve kâhinlerin ihbarları,

5-Ayın ikiye bölünmesi gibi mucizeleri tasdik etmektedir.

6-Gayet kemaldeki övülmüş ahlakı, (şefkati, merhameti, vefakârlığı, fedakârlığı, Hilmi, sabrı, affı, tevazuu, adaleti, şecaati vs.),

7-Tam güveni ve tam güvenilirliği,

8-Fevkalade takvası,

9-Fevkalade kulluğu ve ibadeti,

10-Fevkalade ciddiyeti,

11-Fevkalade metaneti (Allah’tan başka hiçbir şeyden ve hiçbir kimseden korkmaması)… gibi yüksek seciyeleri de onun davasında son derece doğru olduğunu göstermektedir.

Yine 3. Reşhada: “Hüsn-ü sîret ve cemal-i sûret ile mümtaz bir Zât’ı görüyoruz.” (5) diyor. Yani içi güzel, dışı güzel Muhammed (s.a.v) demektir. Ben Peygamberimizin iç güzelliği ve dış güzelliğine misaller vermeye kalkarsam bir kitap, iki kitap, üç kitap meydana gelir.

Bunun açılımından şemail, ahlak ve siyer kitapları çıkmıştır. Veya onca kitap bu cümlenin izahıdır, diyebiliriz.

Bediüzzaman 4. Reşhada da nefis bir yoruma yer veriyor ve diyor ki:

Hz.Peygamber gelmeden önce kâinat bir matemhane idi. Varlıklar birbirinin düşmanı, cansız varlıklar birer cenaze, canlılar yokluk ve ayrılık sillesiyle ağlayan yetimlerdi. Peygamberimizin verdiği dersle matemhane olan kâinat, şevkli ve cezbeli bir zikirhaneye döndü. Varlıklar, hepsi bir Allah’ın eseri olduğu için birbirinin dostu ve kardeşi oldu. O sessiz, cansız varlıklar birer itaatkâr memur, o ölüm ve ayrılık korkusuyla ağlar görünen yetimler, birer zikreden zakir veya vazife paydosundan şükreden şâkir suretine dönüştü.

Üstad Bediüzzaman’a göre Peygamberimiz,

1-Ebedi saadetin müjdecisi,

2-Bir rahmeti sonsuzun kâşifi, göstericisi,

3-Allah’ın güzelliklerinin dellalı, seyircisi,

4-İlahî isimlerin hazinelerinin keşşafı ve ilancısıdır. (Bu maddelerin her biri bir makale konusudur.)

Kulluğu açısından ona bakıldığı zaman o, bir muhabbet misali, rahmet timsalidir. (Yani sevgi örneği, rahmet ve merhamet sembolüdür.) Peygamberliği açısından bakıldığında Hakk’ın delili, hakikat lambası, hidayet güneşi ve saadet vesilesidir. (6)

(Bu cümlelerde de koca bir İslam tarihi ve peygamber şemaili yatmaktadır.)

Yine der ki Üstad Bediüzzaman: “Hz. Muhammed (s.a.v), güneş gibidir; Zât’ını, Zât’iyle ışıklandırarak gösterir.” (7)

Bu cümle lafzı itibariyle çok kısadır, ama manası itibariyle çok uzundur. İddiası ve isbatı içinde olan cümlelerden biridir. Cümle bedi’dir. Çünkü onu Bediüzzaman söylemiştir. Ve demek istemiştir ki: Güneşin güzelliğini göstermek için hiç başka ışığa ihtiyaç duyulur mu? Güneşin ışığı, kendisini göstermeye yeter.

Yukardaki sözü manası itibariyle destekleyen Bediüzzaman’ın bir bedi sözü de şudur: “Mucize-i Muhammedî, ayn-ı Muhammed’dir. (s.a.v)” (8)

Bu söz, Peygamber’den hak olduğuna dair mucize isteyen zavallılara bir cevap mahiyetinde söylenmiş bir sözdür. Bu cümle ile denilmek istenmiştir ki: Peygamberden mucize istemeye ne gerek vardı? Mucize karşınızda duruyor: Muhammed. (s.a.v)

Adı güzel, tadı güzel, yadı güzel Muhammed. (s.a.v)

Eli güzel, yolu güzel, dili güzel Muhammed. (s.a.v)

Sireti güzel, sûreti güzel, kalbi güzel, kalıbı güzel Muhammed. (s.a.v)

Halkı güzel, hulku güzel. Ahkâmı güzel, ahlakı güzel Muhammed. (s.a.v)

Şeriatı güzel, medeniyeti güzel Muhammed.(s.a.v)

Üstad Nursî’nin, bir makalenin boyutlarına sığmayacak derinlikte ve güzellikte bir cümlesi bu günkü yazımızın hitam-ı miski olsun. Buyurmuşlar ki:

Evet,evet,evet !…Eğer kainattan Risalet-i Muhammediye’nin (ASM) nuru çıksa, gitse kainat vefat edecek !!! Eğer Kur’an gitse, kainat divane olacak ve küre-i arz, kafasını, aklını kaybedecek. Belki,şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye çarpacak,bir kıyameti koparacak.!” (9)

Aman herkes dikkat etsin ve çok çalışsın. Kâinatımızdan Peygamberimizin nuru, dünyamızdan da Kur’an çekilip çıkmasın.

(Devam edecek)

DİPNOTLAR:

1-Şirâzî, Sâdî, Bostan ve Gülistan, terc. Rifat Bilge, 2

2-Nursî, Said, Sözler (19.söz)

3-Aynı yer

4-Bkz Ahzab, 33 / 46

5-Nursî, aynı yer

6-Nursî, Said, Sözler, 19. Söz, 6. reşha

7-Nursî, M.Nuriye, (Rşhalar, 3.reşha), 23

8-Nursî, Şuaat-ı Marifetü’n-Nebi (6.şua, zeyl )üç noktaya cevap 2

9-Nursî, Sözler, (10.söz, 2. Zeyl) 107

Vehbi Karakaş / Risale Haber

Günümüz Sorunlarına Çözümler : Siyaset

Bediüzzaman’ın hayatı boyunca Kur’an ahlakındaki sevgi, barış ve huzur dolu bir hayatın tüm insanlara yayılması için çalıştığı ve bunun sağlanması için de bizzat devlet yönetimindeki insanlara başta olmak üzere her halk tabakasına dersler vermiştir. Aşiretleri teker teker dolaşarak sorunlarını dinleyerek müspet Kur’an anlayışına göre dersler vermiştir. Hayatı boyunca Kur’an’ı kendisine rehber tutarak ve onun çizgisinden zerre kadar sapmadan hizmetini devam ettirmiştir.

Siyasete gelince; bilindiği gibi siyasetin kelime anlamı ülke idare etme sanatı, devlet idaresini düzenleme, devletin yönetim bilimi gibi anlamlara gelir. İşte Bediüzzaman her şeyde olduğu gibi siyasetin de usulünün nasıl olması gerektiğini ve Kur’an’ın meşru gördüğü tarzı bize göstermiştir. Ve kendisi de az da olsa bizzat dine hizmet etmek için siyasetin içinde bulunmuştur.

Fakat asıl amacı siyasesti dine alet ve hizmetkar yapmaktı. Bazı siyasiler gibi dini siyasete alet etmek değildi. Ve 1922’de Mustafa Kemal Paşa tarafından Ankara’ya davet edilip, resmi törenle karşılanır ve birinci millet meclisinde hizmetini sürdürmeye çalışır. Bir gün bakar ki bin seneden beri İslamiyet’e bayraktarlık yapan bir milletin vekillerinin çoğu namaz kılmıyor, bunun üzerine on maddelik bir beyanname neşreder(1923) ve mecliste 60 kişi daha namaza başlar. Fakat Bediüzzaman umduğunu bulamayınca ve ahir zaman fitnesinin haber verdiği hadisin mealine göre “o zamana yetiştiğinizde siyaset ile onlarla galebe edilmez.” Ve edilemeyeceğini anlar. Kendisine verilen bütün teklifleri redderek Van’a döner, hatta o zamandaki çok büyük siyasi yanlışlıkları gördükten sonra “Euzübillahiminneşeytani ve siyaseti” diyerek talebelerine de bunu tavsiye eder.

Aslında Bediüzzaman’ın burada kastettiği siyaset menfi siyasettir. Yani şahsi menfaatlerin esas alınması, din ve mukaddesatın bu uğurda feda edilmesidir. Ve bu gibi siyasetçiler hırs ile kendi fikirlerini hak, başkalarının fikirlerini batıl telakki ederek böylece akıllarından ziyade his ve heveslerine kapılıp kendi ihtiraslarının tatmini için haysiyetini ve şerefini hatta mukaddesatını bile feda ederler. İşte muzır siyaset olarak nitelendirdiği budur.

Yoksa siyaset, eğer mükemmel anlamda vatan ve millete hizmet etmek ve huzur, emniyeti tesis ile fert ve cemiyetin maddi ve manevi terakkileri için yapılırsa, muhakkak ki çok kutsal bir vazife ve büyük bir hizmettir. İşte Bediüzzaman da Eski Said olarak tabir ettiği, Kur’an tefsiri olan Risalei-Nur’u telif etmeden önce sırf dine hizmet etmek için biraz siyasette bulunmuş; fakat siyasetin menfi tarafgirliğini ve şahsi menfaatlerinin ön planda tutulduğunu görünce Kuran’a ve imana bu yolla hizmet edilmez deyip siyaseti tamamen bırakmış ve şöyle buyurmuştur:

“Bir zaman bu garazkârane tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki; mütedeyyin (dindar) bir ehl-i ilim, fikr-i siyasisine muhalif bir âlim-i salihi tekfir derecesinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafığı hürmetkârane methetti. İşte, siyasetin bu fena neticelerinden ürktüm ve e ‘Euzübillahi minneşeytani ve siyaseti’ dedim.O zamandan beri hayat-ı siyasiyeden çekildim.” (Mektubat 247)

Evet, burada Üstadımız siyaset ölçüsünün de Kur’an ve iman muvacehesi dışında olmasının ne kadar tehlikeli olduğunu da bize ders veriyor. Demek siyaset yaparken ölçümüz Kur’an ve iman olacak. Hatta bir oy kullanırken bile bu ölçü esas olmalı yoksa zalime taraftarlık ile onun zulmüne şerik edebilir.

“Dünya siyasetine karışmadığımın sebebi, o geniş ve büyük dairede vazife az ve küçük olmakla beraber, cazibedarlık cihetiyle meraklıları kendiyle meşgul eder; hakiki ve büyük vazifelerini onlara unutturur. Veya noksan bıraktırır; hem herhalde bir tarafgirlik meyli verir, zalimin zulmünü hoş görür şerik olur.” (Emirdağ lahikası)

Bediüzzaman’ın bu tür siyesetten çekilmesinin diğer bir nedeni de bölücülüğe yol açması ve İslam kerdeşliğini bozmasındandır. “Sakın sakın dünya cereyanları, hususen siyaset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın. Karşınızda ittihat etmiş dalalet fırkalarına karşı sizi perişan etmesin. ‘Elhubbu fillah velbuğzu fillah’ Düstur-u Rahmani yerine, el-iyazubillah- ‘elhubbu fissiyaseti velbuğzu fissiyaseti’ düstur-u şeytani hükmedip melek gibi bir hakikat kardeşine adavet ve elhannas gibi bir siyaset arkadaşına muhabbet ve taraftarlık ile zulmüne rıza gösterip, cinayetine şerik eylemesin.” (Kastamunu Lakikası 34)

Burada Bediüzzaman’ın asıl olarak üzerinde durduğu diğer bir husus, asrın hastalığı olan iman eksikliğidir. Ve bütün problemin ana kaynağı bu olduğunu ve her şeyden önce merak ve gayretimizi buna sarfetmemiz gerektiğini bildiriyor.

Bir gün 1.Dünya Savaşı döneminde talebeleri tarafından soruluyor: ‘Neden tüm dünyayı ilgilendiren bir savaşı merak edip sormuyorsunuz? Halbuki cami cemaati ve dindarlar, cemaati bırakıp radyo dinlemeye koşuyorlar. Acaba bundan büyük bir mesele mi var veya bununla meşgul olmanın zararı mı var. Cevap olarak demiş:

“Evet bu cihan harbinden daha büyük bir hadise ve bu zemin yüzündeki hakimiyet-i amme davasından daha ehemmiyetli bir dava herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hadise ve öyle bir dava açılmış ki; her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek davayı kazanmak için bilatereddüt sarfedecek.” Hatta maddiyunluk taunuyla cokları o davayı kaybediyor.”

Cayı hayret! Başımıza dava acılmış haberimiz yok ! Hem de nasıl bir dava ebedi bir hayatı kazanmak veya kaybetmek ? Bir de bizi yokluktan varlığa çıkaran Allah; her iki hayatımızın da saadetini; ebedi hayatımızı düşünüp ve ona göre çalışmakla mümkün olduğunu bildiriyor. işte Bediüzzaman bu büyük eksikliğimizi hissetmiş, ve hayatı boyunca bu ali değerlerin tekrar dirilmesi için çalışıp Risalei-Nur gibi eserleri bize bahşetmiştir. Toplum ve millet olarak da bu tarzda çalışmalarımızı tavsiye edip, birlik ve beraberliğin sağlanması için hayatı boyunca gayret sarf etmiştir.

“Evet şimalden gelen küfr-ü mutlak cereyanını durduracak yalnız Risale-i Nur’dur. Siyaset, diplomatlık bu vazifeyi göremez, onun için vatanperver ve milliyetçi ve siyasetçilerin nurlara sarılma mecburiyeti var.” (Emirdağ Lahikası 217)

Kısacası günümüz gündemini oluşturan bu siyaset karmaşasının her bir müslümanın İslamiyet çerçevesinde akıl ve vicdan müvacehesinde değerlendirip ve asıl vasifesini unutmadan öyle hareket etmesi gerekmektedir. Yoksa maddi manevi çok büyük hasaretlere neden olabilir.

Mehmet Naci Sonmez

www.NurNet.org