Kategori arşivi: Yazılar

“Kendine Göre Müslüman” Olmak Meselesi

Komşularımdan, bazen karşılaştığımda ayaküstü kısa sohbetlerde bulunduğum, halen dünyada en çok kullanılan dil olan İngilizce’yi de öğrenebilmek için hocalarının bir kısmını Mısır’daki Ezher Üniversitesinden getirtmiş olarak Pakistan’da İngilizce eğitim yapan bir İslâmî ilimler fakültesinde ilahiyat fakültesi tahsili yapmış, böylece Arapça yanında İngilizce ve Urduca’yı da öğrenmiş ufku ve ilmi geniş değerli bir imamla günümüzdeki Müslümanların İslâm’ı anlamaktaki ve uygulamaktaki farklılıklarını konuşurken o, mevzuu çok kısa bir cümle ile bağlamıştı: “Her Müslüman, kendine göre Müslüman..”

Dünyadaki iki milyara yakın Müslüman’ın ve bunlardan 57 tane İslâm ülkesinin “İslâm İşbirliği Teşkilatı” (İİT) adlı bir teşkilatın üyesi olmasına rağmen, Müslümanların dünya siyasetinde ve ekonomisinde birlikten doğan bir kuvvetle hareket edememelerinin sebebinin de, “Her Müslüman, kendine göre Müslüman..” oluşuyla alâkasının kurulabileceğini ayni imam ilave etmiş ve buna Müslümanların halen yaşadığı günlük hayattan bazı misaller vermişti.

Bu mevzuda ilk verdiği misal, sigara ile alâkalıydı: Bazı fıkıh âlimleri, insan sağlığına zararı ile ilgili bugünkü bilgilerle sigaranın kesin haramlığı hükmünde yıllardır ısrar etmelerine rağmen, bazıları da ekseriya kendi alışkanlıklarından vazgeçmemek ve bundan dolayı kendilerine gelebilecek tenkitlere meydan vermemek için, eski fıkıh kitaplarında eksik bilgilerle yazılmış olanları güya bu konuda delil olabilirmiş gibi göstererek, sigaranın haram olduğunu söylememektedir. Diyanet İşleri Başkanlığı da, kendi teşkilatındaki yüzbin din görevlisinden bazılarının sigara alışkanlığında devamı sebebiyle, bu mevzuda kesin bir tavır koyamamaktadır. İslâm âleminde “kendine göre Müslümanlığın” bunun gibi misallerinin çokluğunda, İslâm âleminde birlik ve beraberliği sağlayabilecek olan “Hilafet”in kaldırılmış olmasının da büyük rolü bulunmaktadır.

Böyle bir dinî yaşayış ortamında her Müslüman’ın, Kur’an’ı ve “Yaşayan Kur’an” olan Peygamberimiz’in (s.a.v.) sünnet-i seniyyesini iyi anlamağa ve kendi hayatına tatbik etmeğe çok ihtiyacı vardır. İslâm dininin iki temel kaynağının Kur’an ve Hadis olduğu, en basit ilmihal kitaplarının bile ilk cümleleri arasında yer alır. Ancak, bu iki temel kaynağı sadece kendi anlayışına, sözlerine, tercihlerine ve yaşayış tarzına delil yapmağa çalışan, bahsettiğim o imamın kısaca tarifini yaptığı gibi “Kendine göre Müslüman” olur.

İslâm şeriatını kendi anlayışına, tercihine, yaşayışına yanlış olarak delil yapmağa çalışmak; İslâm’ı kendisine uydurmağa çalışmaktır. Halbuki, bir Müslüman’ın vazifesi İslâm’ı kendisine uydurmağa çalışmak değil; kendisini İslâm’a uydurmaktır.

Evlilik aktinde olduğu gibi, yürürlükteki mevcut hukuk sistemine göre geri dönüşü çok zor bir kararın öncesinde de, birbirleriyle evlenme namzedi Müslümanların sonradan evliliklerinde uyumsuzluklarla sıkıntılı hallere girmemeleri için, birbirlerinin ne çeşit bir Müslüman olduğunu iyice anlamadan evlenmek kararı vermemeleri daha isabetli olur.

Bu mevzuu biraz daha müşahhas hale getirmek için, zamanımızda bilhassa şehir ortamlarında Müslüman kadınların tesettüründeki (örtünmesindeki) yozlaşmalar üzerinde de önemle durulabilir. Peygamberimiz’in (s.a.v.) Mekke’den Medine’ye hicretinin 4.yılının Zilkade ayında örtünme âyetleri olan Ahzâb Sûresi: 59 ve Nûr Sûresi:31 inmiş, Peygamberimiz’in (s.a.v.) hadisleri de bu âyetlere daha fazla açıklık getirmiştir.

İslâm’da örtünmenin esasının, Kur’an ve Hadis’teki sağlam delillerle sabit ve kesin bir hüküm olduğunda İslâm âlimleri ittifak ettiği halde, maalesef moda cereyanlara ve nefislerinin tercihlerine kendilerini kaptırmış bazı Müslüman kadınlar, örtünme mevzuunda İslâm’a uymak yerine sanki bu mevzuda İslâm’ı kendilerine uydurmağa çalışıyor gibi kıyafetlerle, mahremleri olmayan erkeklere görünmektedirler.

İngiltere’de bulunduğum sırada, çeşitli İslâm ülkelerinden gelen Müslüman hanımlardan bazılarının İslâmî tesettüre uymayan şekilde renkli ve şeffaf tüllerle başlarını güya örtmelerini savunmağa çalışırlarken, kendilerinin anadillerinin Arapça olması sebebiyle Kur’an’ı bizzat anlayabildiklerini, anadili Arapça olmayan İslâm ülkeleri kadınlarının ise, daha çok korktukları için Kur’an’daki tesettür âyetlerinin manâsını daha geniş şekilde uyguladıklarını söylemeleri, o hanımların beyleri olan erkeklere de naklediliyordu. Bu da, bahsettiğimiz İslâm’ı kendine uydurmağa çalışmanın öneklerinden biri sayılabilirdi.

12 Eylül 1980 askerî darbesini yapanların, belki de inkılaplara yeni birini daha ilave etmek özentisiyle İslâmî tesettürü yasaklamak için yol arar gibi, kadınların tesettürünün İslâm’daki yeri hakkında görüş talebi üzerine, Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu tesettür yasağı için fetvacılık yapmaktan tamamen uzak ve net bir şekilde İslâmî tesettürü savunan mufassal bir karar yayınlamıştı.

Merhum İskilipli Muhammed Âtıf Efendi’nin Hicrî 1339 tarihinde (Halen 1434 yılında bulunulduğuna göre, 105 yıl önce) İstanbul matbaa-yı âmirede basılmış olan Tesettür-ü Şer’î adlı risalesinin üzerinde şu ibare yazılıdır: “Ahkâm-ı Tesetttüre vakıf olmak isteyen her erkek ve kadın Müslüman’a bir nüsha lâzımdır”. Bu risale bugünkü Türkçe’ye de tercüme edilmiştir, basılmıştır ve satıştadır.

Çeşitli yayınevlerinin çıkarmış olduğu Kadın İlmihalleri’nde ve bunların sahih İslâmî kaynaklarında olduğu gibi, bu risalede de İslâmî tesettürün esasları şöyle açıklanmıştır: Buluğa erdikten itibaren bekâr veya evli her genç kız ve kadın, İslâm’da açılmasına izin verilen âzası hariç olmak üzere, başından topuklarına kadar bütün bedenini örtecek bir dış elbise giymelidir ki, hadis-i şerif gereğince o elbise âza belli olacak dercede dar ve ince olmamalıdır.

Peygamberimiz (s.a.v.): “Suretde elbiseli, hakikatta çıplak kadınlara Allah lânet etsin” buyurmuştur. Bilhassa büyük şehirlerimizde bu tarife uyar şekilde giyinmiş başörtülü genç kızların ve kadınların bile gittikçe arttığı, bazı Müslüman kadınların ve genç kızların dış elbiselerinin, gayrimüslim hemcinslerine daha fazla benzemekte olduğu inkâr edilemez.

İçinde yaşadığımız bu âhirzamanda, güya genç kızlara tesettürü kabul ettirmek için bazıları tarafından söylenen “tesettürle daha güzel görünebilirsiniz” (?) gibi sözlere uyarak, tesettüre aykırı şekilde saçlarını başlarının üzerinde deve hörgücü gibi toplayıp cazip renk ve desenlerdeki “sıkmabaş” tarzında başörtmeyi yapanlar ve bu başörtme şekilleriyle dikkatleri kendi üzerlerine çekmeye çalışanlar da, belki bilmeyerek; Buharî ve Müslim’in sahih hadislerindeki “Cennetin kokusunu dahi duyamayacaklar” tarifinin içine girmiş olmaktadırlar.

Kadınların tesettürünün esası, bakışları üzerine çekecek şekilde daha güzel görünmek değil; bunun aksine, iç ve dış zinetlerini kendilerine mahrem olmayan erkeklere göstermemektir. Fakat, bu mevzuda “Kendine göre Müslüman” bazı genç kız ve kadınlar, tesettüre aykırı o hallerini tesettüre uymak zannetmektedir.

Kendine göre Müslüman” olmanın diğer bir misalinde; bazı Müslümanların, eline Kur’an’ı almış konuşan kadın veya erkek cinsinden birisinden bahsederken, onu yüceltmek ve takdir etmek edasıyla:

O, Kur’an’a manâ veriyor.” deyişlerine çok rastlamış ve yadırgamışımdır. Kur’an’ın manâsı zaten vardır; ona hiçbir insan kendisi manâ veremez; sadece, bazılarının veya kendisinin anlayabildiği kadarıyla olan manâsından bahsedebilir. Hem o kişi, Kuran’ın Arapçasını hiç bilmediği halde âyetlerin manâsını mealli bir Kur’an’dan da okuyabileceği veya mealde yazılı olanları kendi anlayışına göre biraz farklı şekilde ifade edebileceği için de, onun “Kur’an’a manâ verdiğinden” bahsedilemez.

“- O, Kur’an’a manâ veriyor.” cümlesiyle “O, Kur’an âyetlerinin manâsını anlıyor ve ifade ediyor” denilmek isteniyorsa, “doğru İslâmiyeti yaşamak” gibi çok mühim bir mevzuda Kur’an ve Hadis’ten sadece kendi kapasitesi ve eğitim altyapısı ile sınırlı anlayışını rehber ve yol haritası olarak kâfi görmek hatasından sakınıp, en iyi bilenin bildiğiyle amel etmek gerekir. İslâm’ı en iyi bilen Resulullah (s.a.v.) ve onun bildiğiyle amel etmek de, onun sünnet-i seniyyesine uyarak yaşamaktır. Resulullah’dan (s.a.v.) sonra da sahabelerin ve onun ilmî vârisi sayılabilecek âlimlerin “en iyi bilenler” olarak ne dedikleri araştırılmalıdır. Müctehid imamlara tabi olmamız ve bir mezhebimizin bulunuşu da bu sebebtendir.

 Prof.Dr.Mustafa NUTKU

www.NurNet.Org

Kurtuluş Savaşı’nda Bediüzzaman Said Nursi’nin Rolü Neydi?

Birinci Dünya Savaşı’nda; Gönüllü Alay Komutanı olarak iki yıl savaştıktan sonra 2 Mart 1916’da Ruslara esir düşen(1) Bediüzzaman iki buçuk yıllık esaret hayatından(2) sonra Rusya’nın kuzeybatısında yer alan Kosturma’dan firar eder.

İstanbul’a geldiği gün (Rumi 25 Haziran 1334) Miladi 25 Haziran 1918’dir .Bediüzzaman’ın İstanbul’a ayak basışını Tanin gazetesi haber olarak vermiştir:

Kürdistan ulemasından olup, talebeleriyle beraber Kafkas Cephesi’nde muharebeye iştirak eylemiş ve Ruslara esir düşmüş olan Bediüzzaman Said-i Kürdi Efendi ahiren şehrimize muvasalat eylemiştir.”(3)(ek-1)

Dört buçuk yıllık savaş ve esaret döneminden sonra İstanbul’a gelen Bediüzzaman kederliydi. İslam Hilafet’ini temsil eden Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’nı kaybetmesi onu derinden sarsmış, çektiği çileleri katmerlemişti. Bu konuda şöyle diyordu:

Hayatın yarası iltiyam bulur, İzzet-i İslâmiye ve Namus-u Millînin yaraları pek derindir.”(4)

Ben kendi âlâmlarıma tahammül ettim, fakat İslâm’ın âlamından gelen teellümat beni ezdi. Âlem-i İslâma indirilen her bir darbenin en evvel kalbime indiğini hissediyorum. Onun için bu kadar sarsıldım. Fakat bir ışık görüyorum ki, o âlamları unutturacak inşaallah!..”(5)

KURTULUŞ SAVAŞI BAŞLIYOR

Bediüzzaman Osmanlı’nın durumuna üzülmekte haklıydı. Zira, Osmanlı’nın saplandığı bu amansız girdap, içinden çıkılmaz haldeydi. Bunu anlamak için ne Bediüzzaman gibi o zamanı yaşamaya ne de tarih uzmanı olmaya gerek yoktu. Tarih kitaplarının o bakılmayası sayfalarına sadece bir göz atmak bile her şeyi anlamaya yetiyordu.

Evet, Birinci Dünya Savaşı; bir milyon dört yüz bin şehidin verilmesinin yanı sıra, altı asırdır İslamiyet’e bayraktarlık eden bir devletin ölümüne sebep olmuştu. Savaşın mağlubiyetle sona ermesiyle, düşman ülkeler, özellikle de İngiltere, Osmanlı Devleti’ni yok etmeye ve elindeki her şeyi almaya ve kadim düşmanını tarih sahnesinden silmeye yönelik planlarını yürürlüğe koydular. Osmanlı Sultanı, 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması’nın şartlarını ilk duyduğunda dilinden şu sözler döküldü:”Bu bir mütareke değil, adeta teslim vesikasıdır.”(6)

Osmanlı için sonun başlangıcı olan Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasının ertesi günü olan 31 Ekim 1918′ de ise şu gelişmeler yaşanmıştı:

Birinci Kafkas Kolordusu’nun Lağvı ve Komutanı Kazım Karabekir’e İstanbul’a dönme emrinin verilmesi(7), General Liman von Sanders’in Yıldırım Orduları Komutanlığı’nı Mustafa Kemal Paşa’ya devri ve hemen ardından Adana’dan İstanbul’a hareketi, Çanakkale boğazında görev yapan Alman subay ve erlerin görevlerini devrederek İstanbul’a hareket etmeleri ve Irak’taki İngiliz Ordusu Komutanı General Marshall’ın emrindeki birliklere “Musul’u işgal etmeleri emrini vermesi“(8).

Bundan sadece altı gün sonra 7 Kasım 1918’de ilk düşman çizmesi İstanbul’a ayak bastı ve 13 Kasım 1918 tarihinde ise İtilaf Devletleri donanmasına ait 22 İngiliz, 12 Fransız, 17 İtalyan ve 4 Yunan savaş gemisinden oluşan tam 55 savaş gemisi geldi ve Padişah’ın ikamet ettiği Dolmabahçe Sarayı önlerinde demirledi.(9)

Fiilen bitmiş olan Birinci Dünya Savaşı’nı; resmen bitiren 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesi’nin ertesi günü 31 Ekim 1918’de işgal emirleri verilmeye başlanmış, ertesi hafta düşman donanması, işgal için ülkeye girmişti.

Yani Birinci Dünya Savaşı bitiyor, ertesi günü Kurtuluş Savaşı başlıyordu.

Ancak bu savaş başkaydı. Osmanlı Devleti’nden koparılacak yerlere verilecek adların müzakeresi yapılırken, İslam öncesi putperest döneme ait isimlerin kullanılmasına önem verilmesi(10), kilise ve basının sürekli olarak Müslüman düşmanlığı propagandası yapması(11) gösteriyordu ki; bu savaş sade bir toprak kavgası değildi.

Evet, bu savaş, İslam ülkelerinin Batı ülkeleri karşısında; İslam Medeniyeti’nin Batı Medeniyeti karşısında, Hilal’in Haç karşısında verdiği en azim mücahedeydi.

Bu savaş İman ve küfrün mücadelesiydi.

Son iki yüz yıldır bâtılın hakka, küfrün imana, şerrin hayra zahiri ve geçici bir galibiyetinin olması, bununla beraber Kur’an’ın kalesi hükmündeki Osmanlı’nın yıkılması İman ve Kur’an cephesinin yaşayacağı en büyük fesadı ve felaketi ortaya çıkarmıştı.

Madem herhangi bir milletin fitneye; felaketlere maruz kalması, dalaletin hidayete galip gelmesi halinde bu tehlikeleri bertaraf edecek ve o milleti sahil-i selamete çıkaracak bir mürşit, bir müceddid veya bir mehdi göndermek Allah(c.c)nin bir kanunudur(12). Elbette Allah (c.c) ahirzamanın en büyük felaketi olan şu Kurtuluş Savaşı zamanında, bu Müslüman milleti selamete çıkaracak, İmana uzanan fesat damarlarını kesecek ve İslam’ın ileri karakolu olan bu devletin bekası için çalışacak; en büyük bir müçtehid, en büyük bir mücahid ve en büyük bir müceddid olan Bediüzzaman Said Nursi’yi gönderecek ve gönderdi.

Bediüzzaman’ı en yakından tanıyan dava arkadaşları ve hizmetlerinden dolayı kendisini Ankara’ya çağıran meclis mebusları ve hatta en azılı düşmanları olan İngilizler dahi şahittir ki, Bediüzzaman kendisine verilmiş bu vazifeyi Kurtuluş Savaşı’ında bihakkın yerine getirmiştir.

BEDİÜZZAMAN’IN KURTULUŞ SAVAŞI HİZMETİ

Bediüzzaman Osmanlı’nın bu içler acısı durumuna fazlasıyla müteessir olmuştu. Ancak asla ümitsizliğe düşmemişti. “Kainat sönmezse, alem-i İslam’da sönmez” diyen Bediüzzaman; esaretten dönüşünün henüz ikinci ayının başında yani 4 Ağustos 1918’de Dar’ül Hikmet-il İslamiye’ye tayin edilerek, çileli geçen dört buçuk yıldan sonra adeta dur durak bilmeden hizmete koyulmuştu.

4 Ağustos 1918’de Dar’ül Hikmet-il İslamiye’de göreve başlamasından 1922 Kasım’ında Ankara’ya gidişine kadar dört yıl dört ay boyunca bu Müslüman millete hizmet etmiş ve bu süre zarfında Kurtuluş Savaşı’nın en başı olan 31 Kasım 1918’den, Kurtuluş Savaşı’nın resmen bitiş tarihi olan 11 Ekim 1922’ye kadar düşmanlarla pervasızca mücadele etmiştir.

Kurtuluş Savaşı sırasında Osmanlı toprakları üzerinde izlenen menfi politikaların ve uygulanan hain planların tümünün kaynağının İtilaf Devletlerinin komutanı hükmündeki İngilizler olması hasebiyle; Bediüzzamanın da yaptığı bütün mücadeleyi, ana hedefi itibariyle İngilizlere karşı yaptığını söylemek mümkündür. Ancak savaş boyunca yaptığı tüm faaliyetleri; faaliyetin, doğrudan tesir ettiği mevzu bakımından üç ayrı kısımda değerlendirmek; faaliyetlerin mahiyetini anlamak ve savaş içindeki kıymet-i zatiyesini kavramak açısından faydalı olacaktır.

Bu gruplandırma; Doğrudan İngiliz Siyasetine Karşı Verdiği Mücadele, Bağımsız Bir Kürt Devleti Taleplerine Karşı Verdiği Mücadele ve Kuva-yı Milliye’yi Destekleyen Faaliyetleri şeklinde tezahür edecektir.

Doğrudan İngiliz Siyasetine Karşı Verdiği Mücadele:

İngilizler; Osmanlı Devleti’ni tamamen çökertmenin sadece maddeten yenmekle mümkün olmayacağını, maddeten yenmekle birlikte, mutlaka maneviyatlarına olan bağlılıklarını ortadan kaldırmaları gerektiğini biliyorlardı. Nitekim 1894* yılında William Ewart Gladstone İngiliz Avam Kamarası’nda yaptığı konuşmada Kur’anı eline alarak:

Bu Kur’an Müslümanların elinde bulunduğu müddetçe, biz onlara hakiki hâkim olamayız. Ne yapıp yapıp, ya bu Kur’an’ı sukût. ettirip ortadan kaldırmalıyız.. Veyahut da Müslümanları ondan soğutmalıyız“, diyordu.(13)

İşte Van’da Tahir Paşa konağında kaldığı zaman bu haberi gazeteden okuyan Bediüzzaman; ta o zamandan, yani Kurtuluş Savaşı’ndan yıllar önce, İngilizler’in çirkin emellerinden haberdar olmuş ve İngilizlerin Kurtuluş Savaşı’nda bu hain hedeflerine ulaşmak için alenen ve bizzat(hiç bir işbirlikçi kullanmadan) uyguladıkları planlarına karşı Bediüzzaman da zerre kadar perva göstermeden aynı şekilde alenen ve şahsen mücadele etmiştir.

1) Anglikan Kilisesinin Garazlı Sorularına Cevap Vermesi

İstanbul’u işgal eden İngiliz ordusu, daha önceleri Hindistan’da yaptıkları gibi Hristiyanlığı yaymak için, İslâm dininin kudsiyetini haleldar etmek düşüncesiyle, İstanbul’a gelen meşhur Anglikan Kilisesi’nin Başpapazı vasıtasıyla Şeyh-ül İslamlık makamından dinî sorular sorduruldu. Hem de yalnız altı yüz kelime ile cevap istendi. Daha sonraları İngiliz papazının sorularına İzmir’li İsmail Hakkı ve sonra Mısır’lı Abdülaziz Çaviş gibi zatlar, birer kitap halinde uzunca cevaplar yazmışlardı. Lâkin tam sorunun sorulduğu günlerde Şeyh-ül İslâmlık Bediüzzaman’a müracaat ederek* bir cevap vermesini istemişti.

Bediüzzaman Hazretleri de bu soruların ciddi manada bir araştırma ve bilgi edinme maksadıyla değil, hakaret ve küçümseme kastıyla sorulduğunu görmüştü(14). Bunun üzerine “Ben onlara bir tükrük ile cevab veriyorum” demiş ve o zaman ve o günlerde neşrettirdiği RUMUZ ve LEMAAT eserlerinde İslam dininin kudsiyetini beyan eden bu cevabını dercettirmiştir.(15)

Rumuz eserinde aynı günlerde dercedip neşrettiği cevabı aynen şöyledir:

YÜKSEKTEN BAKMAK İSTEYEN DESSAS BİR PAPAZA CEVAB (16)

Bir adam seni çamura düşürmüş, öldürüyor. Ayağını senin boğazına basmış olduğu halde, istifham-ı istihfaf ile sual ediyor ki: Mezhebin nasıldır?

Buna cevab-ı müskit; kûsmekle sükût edip, yüzüne tükürmektir: Tükürün o lainin o hayasız yüzüne’

Ona değil, hakikat namına cevab şudur:

1- S: Din-i Muhammed nedir?

C: Kur’andır

2- S: Fikir ve hayata ne verdi?

C: Tevhid ve istikamet

3- S: Mezahimin devası nedir?

C: Hürmet-i riba ve vücnb-u zekâttır..

4- S: Şu zelzeleye ne der?

C:*وَالَّذِينَ يَكْنِزُونَ الذَّهَبَ… – وَاَنْ لَيْسَ لِـْلاِنْسَانِ اِلاَّ مَاسَعٰى

*:“Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azabı müjdele!” Tevbe Sûresi, 9:34. İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” Necm Sûresi, 53:39.

Bediüzzaman bu cevabıyla İngiliz siyasetinin o hayasız yüzüne vurduğu bu tokatları o zaman ve o günlerde yazdığı ve yayımladığı risalelerine koymuş ve bu şekilde İngiliz oyunlarını su yüzüne çıkardığı gibi, İstanbul kamuoyunu da uyandırmıştır.

2) Hutuvat-ı Sitte’nin Telif ve Neşri

1920 senesinde İngilizlerin; (başta İstanbul Müslümanları olarak) mü’minlerin içlerinde ihtilaf çıkarmaya ve İstanbul kamuoyunu kendi lehlerine çevirmeye çalıştığı, hatta İstanbul’un bazı camilerinde kendileri için dua ettirip(17), İngilizlere karşı oluşan mukavemeti kırarak, işgali benimsetmeye çalıştığı(18) bir zamanda; Bediüzzaman Hutuvat-ı Sitte (Altı Tuzak) adlı eserini telif edip hem Arapça hem Türkçe olarak binler nüsha bastırmış ve ücretsiz dağıtmıştır.(19)

Burada dikkatlerden kaçmaması gereken bir husus şudur ki; İngilizler’e karşı çok sert bir dille yazılmış olan bu risalenin nerede basıldığı, matbaacıya bir zarar gelmesin diye gizli tutulmuş ve matbaa ismi basılmamıştır. Ancak Bediüzzaman Hazretleri kitabın kapağına kendi lakabı olan Bediüzzaman’ı hiç çekinmeden, perva etmeden koymuştur(20)(Ek-2). Bu risalenin basılmasında emeği geçen Eşref Edip’e göre ise bu iş adeta “kefeni boynuna takmak” idi.(21)

Burada bu eserin tümüne yer vermek mümkün olmasa da ,bazı kısımlarını alıntılamak, eserin fikri doğrultusunu görmek ve Bediüzzaman’ın İngilizler’in planlarını nasıl akim bıraktığını anlamak açısından zaruridir.

“…Şeytanın adımlarına tabi olmayınız…(Bakara-168)”

İKİNCİ HATVESİ: Der veya (dedirir):

“Başka kâfirlere (Almanlara) dost olduğunuz gibi bana da dost ve taraftar olunuz. Neden çekiniyorsunuz?” Şu vesveseye karşı deriz:

Muavenet eli(ni) kabul etmek ayrıdır. Adâvet eli(ni) öpmek de ayrıdır. Bir kâfirin her bir sıfatı kâfir olmak ve küfründen neş’et etmek lâzım olmadığından, İslâm’ın eski ve mütecâviz bir düşmanını def’ için, bir kâfir muavenet eli(ni) uzatsa kabul etmek İslâmiyet’e hizmettir.

Senin ise ey kâfir-i mel’un!

Senin küfründen neş’et eden teskin kabul etmez husumet elini öpmek değil, temas etmek de İslâmiyet’ adâvet etmek demektir…”

“Madem ki öldürüyorsun..Ölmek iki surettedir.

Birinci Suret: Senin ayağına düşmek teslim olmak suretinde; ruhumuzu, vicdanımızı ellerimizle öldürmek.. cesedi de gûya ruhumuza kısasen sana telef ettirmektir.

İkinci Suret: Senin yüzüne tükürmek, gözüne tokat vurmakla, ruh ve kalbimiz sağ kalır. Ceset de şehid olur. Akide faziletimizi tahkir edilmez, İslâmiyet’in izzetiyle istihza edilmez…”

“Elhasıl: İslâmiyet muhabbeti, senin husumetini istilzam eder. Cebrail, şeytan ile barışamaz.

Siyasetimizde en acınacak, en ebleh bir akıl varsa, o da öylelerin aklıdır ki, (İngiliz Milletinin) ihtiras ve manfaatını, İslamiyet’ menfaat ve izzetiyle kabil-i tevfik görüyor. Çünkü, öyle bir şarta hayatımızı tâlik ediyor ki, muhâl ender muhâldir.”(22)

İngilizlerin haince politikalarına karşı; Bediüzzaman bu eserini neşrederek kesin ve keskin bir tavır ortaya koymuştu. Bu eserle; İstanbul kamuoyu İngilizlerin sinsi tuzaklarından kurtulduğu gibi, eser Anadolu’daki Kuva-yı Milliye’nin başarılı olmasına büyük çapta destek olmuştur. Bunun yanında Bediüzzaman’ın bu hizmeti İstanbul’la sınırlı kalmamıştır. Hutuvat-ı Sitte’yi gören herkes, İngiliz ve Yunan’ın haince oyunlarını ve düşmanlığını anlamış ve Kuva-yı Milliye’ye ma’nen ve maddeten katılmıştır. Özellikle bütün alimlerin hürmet ettiği Bediüzzaman’ın bu davranışını görmeleri üzerine, artık hiç bir tarafta İngilizler’in desiselerine itibar eden olmamıştır.(23)

İstanbul kamuoyunu etkisi altına alan ve İngilizlere karşı çok sert bir dille yazılmış olan bu risale, İngiliz Başkumandanını çileden çıkarmış ve derhal Bediüzzaman’ın idamını istemiştir. Başta Eşref Edip olarak Üstad’ın hayatını yazanların hepsinin ittifakla haber verdiğine göre; bir hafta boyunca Bediüzzaman’ın öldürülmesi için İstanbul’un her tarafı arandığı halde bulunamamış. O sırada bir Osmanlı Paşası’nın (bazı kaynaklar bu paşanın Ahmet Ferik Paşa olduğunu söyler) kumandana çıkıp onu ikna etmesiyle bu karardan vazgeçilmiş.(24)

Burada İngilizler’in Üstad hakkında çıkardıkları “ölüm” kararı hakkında bir değerlendirme yapmak gerekir.

Bu tarihi olayı; olayın baş kahramanı olan Bediüzzaman’dan ve onunla beraber bu risaleyi dağıtmış olan kimselerin (Eşref Edip, Molla Süleyman,Tevfik Demiroğlu vs.) hatıralarından öğreniyoruz. Zaten bu tarihi olayı başka şekilde öğrenmenin veya delillendirmenin yolu yoktur. Zira böyle illegal bir kararın yazılı bir vesikasını aramak tarihten bihaber olmak anlamına gelir. O dönem İtilaf kuvvetlerinin zülumlerine bir göz atmak, Bediüzzaman hakkında verilen “idam” kararının en büyük tarihi delili olacaktır.

İstanbul henüz işgal edilip tamamen İtilaf Kuvvetleri’nin eline geçmeden önce bile, İstanbul’da bulunan kuvvetler taşkınlıklarda bulunmuş, hukuksuz muameleler yapmış ve hiç bir neden yokken bile halkı katletmekten geri durmamışlardı.

İşgalciler o kadar ileri gitmişlerdi ki, İstanbul sokaklarında taşkınlık yaparak, pervasızca adam öldürdükleri gibi, işgal zabitlerine ait otomobillere merakından yaklaşarak yakından bakmak isteyen Türk vatandaşlarını öldürdükleri bile oldu. Belinde iki aşçı bıçağı var diye, bir Fransız Subayı bir Türk aşçısını öldürmüştü.(25)

İstanbul henüz işgal edilmediği sırada yaşanan bir olay ise Üstad hakkında bir “ölüm” kararı çıkarılmış olduğunun, tarihçe en sağlam delilidir.

8 Şubat 1919 da Fransız General Franchet d’Esperey İstanbul’a geldiğinde, kendisini karşılayan Osmanlı bandosunu, atını ürküttüğü için kırbacını sallamak suretiyle tahkir etti ve Dolmabahçe Sarayı’nda oturacağını söyleyerek, Padişah’ın sarayı terk etmesini istedi. Bu olayı “Kara Bir Gün” olarak vasıflandıran bir makale kaleme alan Süleyman Nazif için bu general,”Tutuklayınız ve kurşuna diziniz!” talimatı verdi.(26) Öldürmek istedikleri sadece Süleyman Nazif’le sınırlı kalmamıştı. Aynı general bu makaleyi neşrettiğini ileri sürdüğü bir Türk subayını da öldürmek istediklerini şöyle haykırmıştı:

Bu Türk subay Fransa’yı tahkir eder mahiyette yazılmış bir makaleyi neşretmek suretiyle bu fiile iştirak etmiştir, kendisini idam ettireceğim“.(27)

Evet, henüz işgalin gerçekleşmediği bir zamanda ve İşgal kuvvetlerinin sadece bir kolu olan Fransızlar hakkında ve içeriğinde Fransızlara karşı herhangi bir hakaret bulunmayıp, sadece Fransızların Türklere hakaret ettiğini beyan eden ve savaşa dair hiçbir amaç gütmeyen bir yazıdan dolayı “idam” kararı çıkarılıyorsa; elbette işgalin tam ortasında ve İşgal kuvvetlerinin komuta sahibi İngilizler hakkında ve içeriğinde İngilizlere karşı “köpekten köpekleşmiş köpek” gibi hakaretamiz ifadeler bulunan ve savaş hakkında İngilizler tarafından oluşturulmak istenen kamuoyunu tersine çevirme amacıyla ve İngilizlerin tuzaklarına karşı halkı uyandırmak maksadıyla yazılmış ve İstanbul’un her tarafına dağıtılmış bir yazının sahibi hakkında “idam” kararı çıkarmaktan dur olunmayacaktır.

Bediüzzaman’ın Hutuvat-ı Sitte ile yaptığı bu hizmet, Kurtuluş Savaşındaki en müstesna faaliyetidir. Kurtuluş Savaşı boyunca yaptığı bütün hizmetleri yok sayılsa bile, sadece, İstanbul gibi Türkiye’nin her zaman sekizde bir nüfusunu barındıran muazzam şehrin insanlarını, özellikle de ulema kesimini İngiliz siyasetinin aleyhine çeviren bu eseri telif ve neşretmesi bile onun bu savaştaki vazifesini layıkıyla ifa ettiğinin göstergesi olur.

Bediüzzaman; Kurtuluş Savaşındaki bütün hizmetlerinin bir fihristesi hükmündeki Hutuvat-ı Sitte adlı eseri sebebiyle taltif için Ankara Hükümetince Ankara’ya çağrılır. Üstad bunu Risale-i Nur Külliyatı’nda şöyle ifade eder:

Hareket-i Milliye’de İstanbul’da İngiliz ve Yunan aleyhindeki Hutuvat-ı Sitte eserimi tab’ ve neşir ile, belki bir fırka kadar hizmet ettiğimi Ankara bildi ki; M. Kemal şifre ile iki defa beni Ankara’ya taltif için istedi. Hatta demişti: “Bu kahraman hoca bize lâzımdır.” 28

3) İngiltere Kaynaklı Eleştirilere Karşı Keskin Tavır Koyması

İngilizler işgal döneminde, halk kitlelerini etkileyebilmek için değişik yöntemler kullanıyordu. Örneğin, kendilerinin “İslam’ın koruyucuları” olduklarını, Osmanlı’yı üyelerinin çoğunluğu “dinsiz” masonların teşkil ettiği İTC’ den kurtardıklarını öne sürüyorlardı. Bu gelişmeler sırasında, Hürriyet ve İtilaf Fırkası (HİF) da, İngilizlerin uygulamalarından yararlanıp mevcut durumu kendi siyasi çıkarlarına alet etmeye çalışıyordu.(29) Bediüzzaman o dönemde muhalif siyasilerin hareket kaynağının İngilizler olduğunu ve bu yönde yapılacak yersiz ve aşırı eleştirilerin İngilizlerin değirmenine su katmak olacağını bildiği için, muhalefeti şiddetle eleştiriyordu. Bu konuda yine 1921 de neşrettiği İşarat adlı eserinde(30) kendisine sorulan şöyle bir soru ve cevap vardır.

“Sual: Hangi cem’iyyettensin? Neden muhalefeti şiddetle tenkit ediyorsun?

Cevab: Şüheda cem’iyetindenim… Tek bir velîyi inkâr veya istihfaf etmek meş’umdur. Öyle ise, iki milyon evliyaullah olan şühedayı inkâr etmek ve kanlarını heder saymak meş’umların en meş’umudur. Zira muhalefet der: “Haksızlık olarak harbe girildi, hasmımız haklıydılar, Cihad değildi…”

İşte şu hüküm, iki milyon şühedanın şehadetini inkârdır. Bence en çok duamız bu olmalı: Allah’ım biz dahili mücadeleye sürükleme .

Bir hakikat var ki, en Bedevî ve hatta vahşî insanlar dahi o hakikate karşı serfürû-berde-i itaat ve ihtiramdırlar. Bir aşiretten mütehasim iki kabile; hariç bir hasım zuhur etse, sevk-i tabiî ile dahilî hüsumet ta’til edilir. Şayan-ı istiğrabtır ki, medenî, münevver telâkkî edilenler o vahşîlerden çok aşağıdırlar. Husumet-i hariciyenin zuhuruyle dahilî husumeti teşdid ederler. Eğer medeniyet ve fen böyle ise, insanın saadeti vahşet ve cehalettedir.”(31)

Bediüzzaman Hz. leri dışardan gelen herhangi bir tehlike olmadığı zamanda, hükümeti kendisi de eleştirdiği halde, Osmanlı’yı yıkmak için gelmiş olan İşgal kuvvetlerini def edene kadar; işgalcilere fayda sağlayacak şekilde hükümeti eleştirmek yerine, içerdeki kısır çekişmeleri bir kenara bırakarak, onların heveslerini kursaklarında bırakacak kadar birliği, beraberliği, yek vücudluğu ve kardeşliği temin etmek gerektiğini söylüyor ve risalelerinde neşrederek bu Müslüman halka mürşid-i ümmet olarak ders veriyordu.

4) İngilizlere Karşı Şiddetli Muhalefet Eden Çeşitli Yazıları

İşgal günlerinde, İngilizler’in sinsi propagandalarına aldanıp, adeta işgali benimseyecek hale gelen safdil bazı Müslümanlar, Bediüzzaman’ın İngilizler’e karşı sert bir muhalefet uygulamasını anlamıyor ve ona İngilizler’den neden nefret ettiğini soruyorlardı. Bediüzzaman onlara verdiği cevabı sorusuyla birlikte 1921 yılında telif edip bastırdığı Tuluat(32) isimli eserinde yayımlayarak, İngilizlerin bu sırıtan güzel yüzüne aldanılmaması gerektiğini, aksine nefret edilmesi gerektiğini anlatan yazı aynen şöyledir:

“Sual: Neden bu kadar “İ.G.Z. ‘den (İngilizden) nefret ediyorsun? Müsalâhasını da istemiyorsun?

Cevab: Sebep bir değil, bindir… Bana en ziyade şedit görünen, ma’nen ahlâkımızda vurduğu darbedir. Çekirdek halinde olan secaya-i seyyieyi içimizde inkişaf ettirdi. Hayatın yarası iltiyam bulur, İzzet-i İslâmiye, nâmus-u millînin yarası pek derindir.

Edirne camiinde bir islam hocasının lisaniyle Venizelos(Yunan Başbakanı) gibi şeytan bir zalime dua ettirildi. Merkez-i Hilâfette Müslümanlar lisaniyle hizb-üş şeytan olan İngiliz ve Yunan askerlerini halâskâr, tathirci ilân ve karşısındaki güruh-u mücahidini canî, zalim söylettirdi.

Acaba bir valide, o dereceye getirilse ki; Çocuğunu kendi eliyle öldürerek, müteessir olmıyarak, parça parça etse, hiç mümkün müdür ki, onda hissiyat-ı âliye ve ahlak-ı sâmiye intifa etmesin!”(33)

Başka bir yazısında da Bediüzzaman İngilizlerin uyguladıkları siyasetin özelliklerini şöyle sıralamıştır:

Onun siyasetinin hassa-i mümeyyizesi (Seçkin vasfı) fitnekârlık, ihtilâftan istifade, menfaat yolunda her alçaklığı irtikâb etmek, yalancılık, tahripkârlık, hariçte menfiliktir“(34)

5) Bediüzzaman’ın Yeşilay Hizmeti

İstanbul’u işgal eden İngilizler, Müslümanların ahlakını bozmak, karakterini yok etmek için her çeşit ifsat komitesini faaliyete geçirmişlerdi. İşte bunlardan birisi Avrupa’dan büyük çapta beyin uyuşturan alkollü içkileri İstanbul’a getirmeleridir. Böylece Müslüman milletimizin havai, nefisperest olanlarını kendilerine çekmeyi planlıyorlardı. Buna karşılık, onların idaresindeki İstanbul Hükümeti ise ahlak zabıtası gibi bazı tedbirleri içeren bazı kanunlar yaptı ise de etkili olmadı. Çünki hükûmetin o günlerdeki iradesi te’sirsizdi. Çıkarttığı kanunlar ve ahlâk zabıtası bunun önüne geçemiyordu. İşte tam o sıralarda ehl-i hamiyet ve ünlü din âlimlerinden oluşan bazı zatlar (Ord.Prof.Dr. Mazhar Osman Bey ve arkadaşları Şeyh’ül-İslam Haydarizâde İbrahim Efendi’nin teşvik ve himayesi ile (35)) Hilal-i Ahdar cemiyetini kurdular.(36)

Yeşilay’ın kuruluşu olan 1920 Mart’ında, Dar’ül Hikmet-il İslamiye üyesi olup İngilizler’e karşı mücadelesine devam eden Bediüzzaman da İngilizlerin menfi faaliyetlerine karşı kurulmuş olan bu teşkilatta, ilk toplantıdan itibaren toplantılara katılmış, görüş belirtmiş ve imza atmış olup, aktif bir şekilde faaliyet göstermiştir.

Bediüzzaman’ın Yeşilay’daki hizmetleriyle ilgili belgeleri (Ek-3,Ek-4) ibraz eden Yeşilay’ın ilk başkanlarından Ord. Prof. Fahrettin Kerim Gökay Yeşilay’ın kuruluşunda Bediüzzaman’dan şöyle bahseder:

“18 Mart 1920 gününde YEŞİLAY Cemiyeti’nin kuruluş günüydü. Genel Kurul’da zamanın Şeyh-ül İslâmı Hayderîzade İbrahim Efendi ve Darül Hikmet-il İslâmiye azasından o zamanki ismiyle Said-i Kürdî de vardı. Said-i Kürdî Efendi, dikkati çeken üyelerden biri idi. İlk gün toplantıda fazla bir konuşma olmadı. Yeni seçilenler oldu… O günki buhranlar içinde memleketin çok seçkin şahsiyetleri vardı. Sonra Said-i Kürdî Efendi genel merkeze seçildi.”(37)

Bağımsız Kürt Devleti Talep ve Teşebbüslerine Karşı Verdiği Mücadele

1) Şerif Paşa’nın Kürtler Adına Ermenilerle İttifakına Şiddetli Protestosu:

Wilson Prensipleri’nden ümitlenerek toprak isteğinde bulunan ve bu konuda İngilizler tarafından kışkırtılan bazı insanlar da özerk veya bağımsız Kürdistan isteğiyle harekete geçtiler.(38) Bunlardan 1. Dünya Savaşı içinde Müttefiklere yanaşan ve Kürtçülüğe kayan Şerif Paşa , Mayıs 1919’da Paris’teki İngiliz Büyükelçisine “bağımsız bir Kürdistan’ın Emiri olma yükünü taşımaya gönüllü olduğunu” bildirmiş ve 22 Mart 1919 tarihli bir muhtıra sunmuştu.(39) Bu muhtıra; Ermeni delegesi olan Boghos Nubar Paşa’nın Ermenistan hakkındaki taleplerine ters düşüyordu.(40)

Bunu gören İtilaf Devletleri, Kürdistan Teali Cemiyeti temsilcisi olarak Paris Barış Konferansı’na katılan(41) Şerif Paşa’yı Ermeni Delegesi Boghos Nubar Paşa ile masaya oturtup anlaşma yapmaya ikna ettiler.(42) Şerif Paşa ve Ermeni delegesi Nubar Paşa; büyük devletlerden birinin himayesi altında bir Ermeni ve bir Kürt devletinin kurulmasını isteyen anlaşmaya 20 Kasım 1919’da imza attılar.(43) Yapılan bu anlaşma 20 Şubat 1920 tarihli Vakit Gazetesinde; Ermenice Zogo Verticyan gazetesinden nakledilerek haber olarak verildi.(44)

Kendilerini Kürtlerin hamisi zanneden bu beş on kişinin güya Kürtler adına istekler belirterek kabul ettikleri anlaşmaya; “Eğer bize unsur lazım ise, unsur için bize İslamiyet kafidir“(45)diyerek her zaman İttihad-ı İslamı hedef edinmiş ve “…Emin olunuz biz Kürtler başkasına benzemiyoruz, yakinen biliriz ki; İctimaî hayatımız Türklerin hayat ve saadetinden neş’et eder (46)… Türkler bizim aklımız, biz de onların kuvveti.. Mecmuumuz bir iyi insan oluruz. Hod-sarane (baş çekerek) yapmıyacağız. (47) “diyerek Müslüman olan Kürt Milleti’nin yine Müslüman olan Türk Milleti ile beraber olmasını savunmuş ve İstanbul’a geldiği 1907’den beri Said-i Kürdi unvanını kullanması hasebiyle Kürt olduğu bilinen ve İstanbul halkı üzerinde büyük etkisi olan Bediüzzaman şiddetle tepki gösterdi. Bunun için, iki arkadaşının da imzası bulunan ve mezkur anlaşmayı protesto eden 22 Şubat 1920 tarihli Vakit(48) ve İkdam(49) gazetelerinde (anlaşma’nın Vakit gazetesinde haber şeklinde duyurulmasından sadece 1 gün sonra) yayımlanan yazısındaki şu paragraf Bediüzzaman’ın verdiği tepkiyi göstermeye yeterdir:

Dört buçuk asırdan beri vahdet-i İslâmiyenin fedakâr ve cesur hadim ve taraftarları olarak yaşamış ve dinî ananesine sadakati gaye-i hayat bilmiş olan Kürtler, henüz beş yüz bine karib şühedasının kanı kurumadan, şişlere geçirilen yetimlerinin, gözleri oyulan ihtiyarlarının hatıralarını teessürle anarken; İslâmiyetin zararına olarak, tarihi ve hayatî düşmanlarıyla i’tilâf akdetmek suretiyle; salâbet-i diniyeleri hilâfına iftirak-cûyane âmal takib edemezler. Binaenaleyh, Kürd vicdan-ı millisinin bu tarz tahassüsüne mugayir hareket eden zevatı da tanımazlar”(Ek-5)

Bediüzzaman; Türklerin ve Kürtlerin birlikte maruz kaldıkları Rus-Ermeni terörüne atıfta bulunduktan sonra(50), Kürtlerin; İslamiyet’in zararına olarak tarihi düşmanlarıyla anlaşma yapamayacağını, dinin emirlerine ters olarak ayrılıkçı emeller peşinde olamayacaklarını beyan ediyor ve Kürtlerin de kendi milli vicdanlarının bu tarz hislerine zıt hareket eden ayrılıkçı kimseleri de tanımayacaklarını vurguluyor.

Bu muhtıraya tepkisi bununla da kalmayan Bediüzzaman’ın; 17 Mart 1920’de Sebil-ür Reşad gazetesinde bu konuyla ilgili fikirlerini genişçe açıklayan sözleri yayımlanmıştır. (Ek-6)

Bediüzzaman bu yazıda; mezkur anlaşmaya verilecek en güzel cevabın Doğu illerindeki Kürt aşiretlerinden gelen tepki telgrafları olduğunu söyleyerek, Kürtlerin İslam Camiasından ayrılmaya asla tahammül edemeyeceğini, bunun aksini iddia edenlerin de özel amaçları için hareket eden ve Kürtler adına söz söylemeye ehliyetli olmayan beş-on kişiden ibaret olduğunu kamuoyuna duyuruyor. Kürtçülük davası güderek Kürtler adına konuştuklarını sananlara ve anlaşmada geçen “Kürtlerin ve Ermenilerin aynı Ari kavminden geldiklerine” dair ifadeye imza atanlara Kürt bir İslam alimi olarak adeta tarihi bir ders vererek şu ifadeleri kullanıyor:

“Kürdlük davası pek manasız bir iddiadır. Çünkü her şeyden evvel Müslümandırlar. Hem de salabet-i diniyeyi taassub derecesine îsal eden hakiki Müslümanlardan… Binaenaleyh, Ermenilerle aynı ırktan bulunup bulunmadıkları meselesi, onları bir dakika bile işgal etmez.

Kürdlerin asıl ve nesebleri ne olursa olsun, İslamdan iftiraka vicdan-ı millileri asla müsaid değildir. Bununla beraber, Kürdlerin Arab kavm-i necibiyle irkan alakadar bulunduğu hakaik-i tarihiyedendir.

İslamiyet, herhangi bir ırkın, diğer bir unsur-u islam aleyhine olarak menfi surette intibah hasıl etmesini kabul edemez. Binaenaleyh, Kürdleri müslümanlıktan ayırmak isteyenler, esasat-ı islamiyeye muhalif hareket ediyorlar. Fakat bunlar da kimlerdir? Bir iki kulüpta toplanan beş on kişiden ibaret!.. Hakiki Kürdler, kimseyi kendilerine vekil-i müdafi’ olarak kabul etmiyorlar. Onların vekili ve Kürdlük namına söz söyleyecek ancak meclis-i mebusan-ı Osmanîdeki meb’uslar olabilir.

Kürdistana verilecek muhtariyetten bahsediliyor?!. Kürdler, ecnebî himayesinde bir muhtariyeti kabul etmektense, ölümü tercih ederler. Eğer Kürdlerin serbesti-i inkişafını düşünmek lazım gelirse, bunu Bogos Nubarla Şerif Paşa değil, Devlet-i aliyye düşünür. Hülasa: Kürdler bu hususta kimsenin tevassut ve müdahalesine muhtaç değildirler.”

Anlaşmaya gelen şiddetli tepkilerle beraber Bediüzzaman ve arkadaşlarının (Dava Vekili Ahmed Arif, Muhammed Sıddık) Vakit gazetesindeki kınama yazısı yayımlanınca Şerif Paşa, Paris’teki Kürt delegeliğinden çekildiğini Vakit gazetesine telgrafla bildirdi. (51)

2) Kürdistan Devleti Kurma Talebine Red Cevabı

Bediüzzaman’ın Kurtuluş Savaşı’nda gördüğü önemli hizmetlerden biri de; kendisine gelen “Kürdistan Devleti kurma” fikirlerine karşı red cevabı verip, bu fikirdeki kimseleri böyle bir işe teşebbüsten men etmesidir.

Bediüzzaman’a “Kürdistan kurulması” konusunda müracaat edip fikrini soran kişi, Serbesti gazetesi sahibi Mevlanzade Rıfat’tır. Bu olayın yaşandığı sıra Mevlanzade Rıfat’ın Serbesti gazetesinde başyazarlık yapan(52) ve Mevlanzade Rıfat ile beraber olayın en önemli tanığı Konsolidçi Asaf Bey bu olayı şöyle anlatır(*):

Almanya ve müttefikleri büyük bir hezimete uğramışlardı. Memleket parçalanmış, vatanın her parçasında yeni hükûmetler türemeye başlamıştı. Ermenistan da bunlardan biriydi. Mevlanzade Rıf’at Bey bir gün bana dedi ki:

Oğlum, Ermenistan hükûmeti kuruluyor.. Onların Ermenistan kurmasına karşılık, İmparatorluk dağıldığına göre, biz de Kürdistan kuralım.”

Ben hayretle yüzüne baktım, O bana dedi ki: “Ben vatan haini değilim, koca Osmanlı İmparatorluğunu parçalayan da ben değilim. Onu yıkanların Allah belâsını versin.. birer hırsız gibi kaçtılar. Filhakika bir Kuvay-i Milliye var.. Amma ümit pek zayıf.. Mu’cize devrinde değiliz. Ben bu işi Said-i Nursi’ye yazacağım. Çünki onun nüfuzu çok kuvvetlidir, hatırı çok sayılır. Onun için bu zata bir mektup yazıp göndereceğim ve ondan teşrik-i mesai istiyeceğim.”

Mevlanzade mektubunu yazıp gönderdi. Bundan on gün kadar geçmişti, Belki de on beş gün hatırlamıyorum. Bir gün matbaamızda oturuyorduk… Bu sırada posta müvezzii odaya girdi ve bir mektub bırakarak çıkıp gitti. Rıfat Bey mektubu okurken yüzünü ekşitiyor, hiddetlendiği aşikâr olarak görülüyordu. Rıfat Bey mektubu okuduktan sonra, bana fırlatarak: “Oku da gör!” dedi. Bediüzzaman benim tekliflerimi reddediyor, “Ben senin fikrine taraftar değilim” diyor.

Bediüzzaman bu mektubunda, Mevlanzade’nin Kürdistan kurma teklifini reddediyor ve “Rıf’at Bey! Kürdistan teşkil etmek değil, Osmanlı İmparatorluğu’nu ihya edelim. Bunu kabul edersen, canımı bile feda ederek çalışırım” diyordu.(53)

Bediüzzaman’ın İttihad-ı İslam için Türklerle Kürtlerin daima beraber olmasına ne kadar önem verdiğini anlamak ve buna aykırı düşünen herkese karşı her fırsatta bu gerçeği çekinmeden, usanmadan dile getirdiğini görmek için mektuptan bazı alıntılar yapmak gerekir.

Mektubunuzdan öyle anlıyorum ki,Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalandığı bahanesiyle Şark’ta müstakil bir Kürdistan kurmak gibi korkunç bir emeliniz olsa gerek! Dinen, örfen, ilmen aynı kavmin fertleri olan, 500 seneden beri bir devlet çatısı altında yaşayan Şark’ın fedakar, temiz evladlarını Türk camiasından ayırmak maazallah felaketlerin en büyüğü olur. Kaş yapayın derken göz çıkarırsınız.

Müstakil bir devlet kurmanın ne kadar güç ve başarılması imkansız olduğunu sizlere hatırlatırım. Dediğiniz gibi azim bir kuvvet toplayabilirseniz, bu kuvvetle Osmanlı’yı bir bütün olarak kurtarmak için çalışmak, selametin ve kurtuluşun en güzel yoludur. Neticesi çok vahim ve korkunç işlere teşebbüs etmemenizi bilhassa tavsiye ederim.”(Sinan Omur, Yeni İstiklal, Sayı 251)(54)

Kuva-yı Milliye’yi Destekleyen Faaliyetleri

1) Kuva-yı Milliye Aleyhindeki Fetvayı Kınayıp Geçersizliğini İspat Etmesi:

Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi, işgal kuvvetlerinin isteği üzerine 10 Nisan 1920’de,”Padişah ve Halife kuvvetlerinin dışındaki milli kuvvetleri kafir ilan eden ve katlinin vacip olacağını bildiren fetvayı” yayınladı.(55) Fetva başta Takvim-i Vekayi olmak üzere, İstanbulda neşredilen diğer gazetelerde de ertesi gün yer aldı.(56)

Kurtuluş Savaşı boyunca Damat Ferit, İngiliz Muhipleri Cemiyeti ve işbirlikçi basının Kuva-yı Milliye’nin hilafet, saltanat ve hatta şeriata karşı olduğunu pompalayan propagandalara Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi’nin meşhur fetvası da eklenince; İşagalcilere karşı beraberce omuz omuza savaş verenler, düşmanı bırakıp birbirleriyle vuruşmaya başlamıştı. Öyle ki ayaklanmaları bastırmak için bazen cepheden asker çekildiği bile olmuştur.(57)

İşte böyle bir ortamda Osmanlı’nın en müstesna alimlerinin görev yaptığı Dar’ül Hikmet-il İslamiye’de üye olan Bediüzzaman bu fetvayı Şeriat ve din ilmi ölçüleri içerisinde tahlil etmiş ve fetvanın geçersiz olduğunu şahsı adına ilan etmiştir.

Bediüzzaman’ın Kuva-yı Milliye aleyhindeki fetvayı ilmen çürüttüğü yazısı şöyledir:

“Fetvay-ı mahz değil ki; i’tizar edilsin. Belki kazayı tazammun eden bir fetvadır. Çünki fetvanın kazadan farkı: Mevzuu ammdır, gayr-ı muayyendir. Hem mulzim değil… Kaza ise, muayyen ve mulzimdir.

Şu fetva ise, hem muayyendir; kim nazar etse, bizzarure muradı anlar. Hem mulzim olmuştur, çünki avam-ı müslimini onların aleyhinde sevk etmekte esbabın en ahiridir.

Madem ki, şu fetva kazayı tazammun ediyor.. kazada iki hasmı dinletmek zarurîdir. Anadolu’da söylettirilmeliydi. Netice-i müddeiyyatlarını aleyhlerinde olan davalarla; siyasiyyun ve ulemadan bir hey’et tarafından maslahat-ı İslamiye noktasında muhakeme edildikten sonra, fetva verilebilirdi…

Zaten şimdi bazı hakaikte bir inkılâb var. Ezdad isimlerini değiştirip mübadele etmişler. Zulme, adalet.. Cihada, bağy.. Esarete hürriyet namı veriliyor.”58

Görüldüğü gibi Bediüzzaman, Şeyh-ül İslamlık’tan çıkmış olan bu fetvayı, öncelikle Şeriat’ın fetva kaideleri usulüne göre analiz ettikten sonra, böyle bir fetvanın, din ve Şeriat-ı İslamiye adına verilmiş ve İslam’ın umumi maslahat ve menfaatine göre çıkarılmış bir fetva olmadığını ispat etmiştir.59

2) Kuva-yı Milliyeyi Destekleyen Önemli Bir Yazısı

İstanbul’un işgal edildiği günlerde Üstad Bediüzzaman’ın Kuva-yı Milliye’yi destekleyen ve İngiltere’nin sinsi siyasetine muhalif olan yazılarından birinde de; Kuva-yı Milliye’yi hain ve İngilizleri dost olarak gösteren cerbezenin (doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterebilecek zeka gücü) kamuoyunda nasıl etki yaptığını açıklama maksadıyla şöyle demektedir (60):

“…Bak o seyyiedir ki; Ararat Dağı kadar bize zulüm ve tahkir eden ecnebî bir devleti (İngiltere), ne safsatalı bahanelerle (bilmem hangi tarihte KIRIM’da bize yardım etmiş) gibi yavelerle, bize dost olabilecek sûrette gösteriyorlar.. Hem Süphan dağı kadar İslâmiyetin izzet ve şerefine çalışan güruh-u mücahidini (Kuva-yı Milliye) âcib bahanelerle en fena derekesine indirip millete düşman gibi gösteriyorlar…”(61)

3) Eskişehir Zaferi Üzerine

Anadolu hareketini destekleyen Bediüzzaman, Mücahitlerin kazandıkları her bir zaferi büyük bir zafer olarak görüyor ve bunu yazılarına yansıtarak halkı şevklendirmek istiyordu. Bunun için 21 Nisan 1921 de gerçekleşen İnönü zaferi üzerine kaleme alıp aynı yıl Lemaat adlı eseri içinde yayımladığı(62) yazısında şöyle der:

Alem-i İslâm cihadı, zamanen iki yüz senelik, mekânen iki yüz günlük tedâfü’î bir harp ve darb cephesi daima var idi.

En son siper ise, bu yeni senedir hem Eskişehir idi. Zalim kâfirin en son taarruzu da bu cephede hemen kırıldı.

Bu harp, başka harbe benzemez, şu küçücük cephede muvakkat galebesi; hakiki gaddar hasma (İngilizlere) zaferi te’min etmez, boşa gider inadı.

Şark’ta onun hayatı, şu İslam kuvvetinin imhay-u mevtindendir, kuvvetimiz hayatı ona müthiş bir mevttir. Zulüm etmez temadî.

İslam kuvveti ise, nasıl ki dayanmış ise; dayansa, nerede olsa, gaddar hasmın hayatı Şark’ta elbette söner, bakî kalır remadı…

Âlem-i İslâmın hak ve hürriyetinin istirdadı için biiznillah tedafü’den taarruza geçiyor, belki çok yerlerde geçti.

İnönü’nün iki zaferi zahiren çok küçüktür, batınen pek büyüktü…”(63)

Bediüzzaman Anadolu cephesinde Kuva-yı Milliye mücahitlerinin kazandığı İnönü zaferini bütün kalbiyle kutluyor, alkışlıyordu. Bu zaferi, İslam’ın zaferlerinin bir başlangıcı olarak kabul ediyor ve öyle niteliyordu.(64)

VE SAVAŞ SONRASINDA BEDİÜZZAMAN ANKARA’DA

Bediüzzaman’ın Kurtuluş Savaşı’ndaki kahramanca mücadelesi Ankara Hükümetince takdirle karşılanmış ve defalarca Ankara’ya davet edilmişti(65). Bediüzzaman ise henüz savaştaki vazifesinin bitmediğini düşündüğünden bu davetleri reddetti ancak Milli Hükümeti desteklediğini bildirmek için de talebelerinden Tevfik Demiroğlu, Molla Süleyman ve Binbaşı Bitlis’li Refik Beyi yolladı.(66)

11 Ekim 1922’de imzalanan Mudanya Mütarekesi ile beraber Kurtuluş Savaşı resmen zaferle neticelenmiş ve Bediüzzaman da savaştaki vazifesini tamamlamış oluyordu. Tam bu sıralarda, eski Van Valisi ve Millet Meclisi’nde meb’us(vekil) olan dostu Tahsin Bey vasıtasıyla tekrar Ankara’ya davet edildi. Savaşın bitmesiyle, Üstad da vazifesini tamamlamış olduğundan bu davete icabet ederek(67), 19 Kasım 1922’de Ankara’ya gitti.(68) 

Ek-1 Bediüzzaman Hz. lerinin İstanbul’a ulaştığını bildiren Tanin gazetesi

Ek2 – Kurtuluş Savaşı sırasında basılan Hutuvat-ı Sitte isimli eserin kapağı. Eserin isminden başka sadece Bediüzzaman yazılı.

Ek3 – Bediüzzaman’ın Yeşilay’da ilk toplantılardan beri toplantılara katılıp, görüş belirtip imza attığını gösteren belgeler.

Ek4 – Yeşilay’ın ilk toplantı günlerine ait imza ve hüviyet defterinden birinde Bediüzzaman’ın imza ve hüviyeti

Ek5 -22 Şubat 1336-22 Şubat 1920 tarihli İkdam Gazetesi’nde, Kürt ve Ermeni ittifakını protesto eden Bediüzzaman Said Nursi ve iki arkadaşının ortak yazıları

Ek6 – Sebil’ür Reşad Gazetesi’ndeki ilgili sayfa

KAYNAKÇA:

1.Abdülkadir Badıllı, Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayat,s.394

2.Bediüzzaman Said Nursi,Tarihçe-i Hayat,s.115

3.Badıllı,Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayat,s.426,Mary Weld,Bediüzzaman Said Nursi Entellektüel Biyografisi,s.205

4.Asar-ı Bediyye,s.650

5.Asar-ı Bediyye,s.137

6.Yavuz Bahadıroğlu,Osmanlı Padişahları Ansiklopedisi,3:783,Weld,Bediüzzaman Said Nursi Entellektüel Biyografisi,s.207

7.Kazım Karabekir,İstiklal Harbimiz,C.1,s.78

8.,Gnkur.Bşk.Harp Tarihi Dairesi Resmi Yayınları,Türk İstiklal Harbi,C.1,s.83

9.Osman Özsoy,Saltanattan Cumhuriyete Kurtuluş Savaşı,s.61

10.A.g.e.,s.22

11.A.g.e.,s.23

12.Mehmed Kırkıncı, Cihad Sahasında Bediüzzaman,s.171

(*)Bu konuşmanın tarihini Taha Niyazi Karaca 1894 olarak verirken,Mustafa Armağan ise 1882 olarak verir.(Bkz.Taha Niyazi Karaca, İngiltere Başbakanı Gladstone’un Osmanlı’yı Yıkma Planı, s.302.; Mustafa Armağan,Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı 2,s.144)

13.Humayin Ansari,The İnfidel Within:Muslims in Britain Since 1800,London 2004,s.80; ayrıca bkz.Akbar S.Ahmed,Postmodernism and İslam: Predicament and Promise,London and Newyork 1992,s.182;Sonyel,Minorities,s.290(Taha Niyazi Karaca’dan naklen)

“At one stage he raised a copy of the Holy Qur’an in his hand and said that so long as this book remained with the Muslims in that country and they respected and followed it,the British would never be abke to dominate them.He added that the only solution was to try abd separete the Holy Qur’an from the Muslims of Egypt.” http://www.batkhela.com/islam/story3.shtml (Mustafa Armağan’dan naklen)

Taha Niyazi Karaca, İngiltere Başbakanı Gladstone’un Osmanlı’yı Yıkma Planı,s.302.

Mustafa Armağan, Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı 2.,s.144

(*)Bu müracaat evvela Şeyh-ül İslam’lığın Dar’ül Hikmet’e bu mevzuyu aktarıp cevap istemesi daha sonra Dar’ül Hikmet’in azası olan Bediüzzaman’a müracaatı şeklinde tahakkuk etmiştir.

14.Weld,Bediüzzaman Said Nursi Entellektüel Biyografisi,s.239

15.Badıllı,Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı,s.491

16.Asar-ı Bediyye,s.84

17.Badıılı,Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı,s.450

18.Yavuz Bahadıroğlu,s.162

19.Badıllı, Güneş Üflemekle Sönmez,s.74

20.Badıllı, Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı,s.493

21.Eşref Edip, Risale-i Nur Müellifi Said Nur,s.95

22.Asar-ı Bediyye,s.114-117

23.Badıllı, Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı,s.522

24.Badıllı, Güneş Üflemekle Sönmez,s.74

25.Özsoy, Saltanattan Cumhuriyete Kurtuluş Savaşı,s.64

26.A.g.e.,s.63

27.A.g.e.,s.64

28.Bediüzzaman Said Nursi,Şualar,s.539

29.Weld,Bediüzzaman Said Nursi Entellektüel Biyografisi,s.231

30.Badıllı,Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı,s.484

31.Asar-ı Bediyye,s.95

32.Badıllı,Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı,s.437

33.Asar-ı Bediyye,s.104

34.A.g.e.,s.104

35.http://www.yesilay.org.tr/Kurumsal/Yesilay-in-Tarihi(Erişim Tarihi:10.02.2012)

36.Selahaddin Kaptanağası,Yeşilayın Tarihçesi,s.2-3(İsmail Mutlu,Sorularla Bediüzzaman Said Nursi’den naklen)

37.Necmeddin Şahiner,Son Şahitler,5:309

38.Özsoy,Saltanattan Cumhuriyete Kurtuluş Savaşı,s.86

39.Bilal N.Şimşir,Kürtçülük,s.306

40.A.g.e.s,306

41.İsmail Göldaş,Kürt Teali Cemiyeti,s.159

42.Şimşir,Kürtçülük,s,307

42.Necdet Sevinç,İstiklal Harbi’nde Etnik İhanet,s.238

43.A.g.e.,s.238

44.Mehmet Bayrak,Kürtler ve Ulusal-Demokratik Mücadeleleri Üstüne,s.97

45.Asar-ı Bediyye.,s.459

46.A.g.e.,s.354

47.A.g.e.,s.461

48.Badıllı,Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı,s.517

49.A.g.e.,s.517

50.Altan Tan,Kürt Sorunu,s.162

51.Şimşir,Kürtçülük,s.311

52.Badıllı,Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı,s.677

(*).Bekir Berk,Mehmed Fırıncı ve Sinan Omur bu olayı Konsolidçi Asaf Bey’den birebir dinlemişlerdir.Sinan Omur 1960’lı yılların içinde yayınlanan Yeni İstiklal Dergisi’nin 251.sayısında bu olayı kaleme almış ve mezkur mektubu bizzat Konsolidçi Asaf Bey’den dinlediğini ve hatta mektubun bir kopyasını Asaf Bey’in imzaldıktan sonra kendisine verdiğini yazmıştır.

53.Şahiner,Son Şahitler 5,s.89

54.A.g.e.,s.5:90

55.Özsoy,Saltanattan Cumhuriyete Kurtuluş Savaşı,s.248

56.Özsoy,Saltanattan Cumhuriyete Kurtuluş Savaşı,s.248

57.Sevinç,İstiklal Harbi’nde Etnik İhanet,s.293

58.Asar-ı Bediyye,s.103

59.Badıllı,Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı,s.488

60.A.g.e.,s.495

61.Asar-ı Bediyye,s.103

62.Badıılı,Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı,s.495

63.Asar-ı Bediyye,s.624

64.Badıllı,Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı,s.496

65.Eşref Edip,Risale-i Nur Müellifi Said Nur,s.96

66.Badıllı,Bediüzzaman Said-i Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı,s.535

67.A.g.e.,s.535

68.A.g.e.,s.539

Kaynak: Nurettin Ceylan /  www.sorularlarisale.com

Geleceğin Yıldızları

O, yerdeki yıldızlarla meşguldü. Göktekiler yüksekte olsalar da, önemli olan yerdekileri yüceltmek değil miydi?

Kırpılıp kırpılıp yere atılan, çöp yığınları haline getirilmeye çalışılan bu yıldızlara yazık oluyordu, yazık!..

Anne ve babalar adeta yalvarıyordu: “Hocam, ne olur kurtarın evlatlarımızı, onların ellerinden de, gönüllerinden de tutun. Kur’anla tanıştırın, İslâmla barıştırın. Biz başa çıkamıyoruz, bari siz eğitin…” Mânevî değerlerden yoksun bir gençliğin geleceğimiz adına ne felaketlerin habercisi olduklarını görmemesi mümkün müydü? Hey!.. Edipler, eğitimciler, öğretmenler!

Âciz kalan, çaresizliğini haykıran bu insanlara ne demeliydi acaba?

Hangi sistemin, hangi zor şartların boyunduruğu altında olduğunun farkındaydı. Çareler tükenmezdi asla…Doksan dokuz pencere kapalı olsa da, yüzüncü pencereden giren bir güneş gibi ısıtabilirdi gönülleri, okşayabilirdi yüzleri.

Herkes görevini yapıyordu. Onun misyonu çok başkaydı. Gönüller fethetmek, kıtalar fethetmekten zordu belki, ama olsun. Değil mi ki, İlâhî yansımanın akisleri orada kendini gösteriyordu. Rahmet esintileri, o kıyılardan eserek okşuyordu duygularını. Mevlânalar, Yunuslar, Bediüzzamanlar hep oraya talip olmuşlardı. Cisimlerden önce kalplerin fethi gerekiyordu. Öteden beri yaptığı iş bu değil miydi zaten? Öyle ise tasalanmaya ne gerek? Mülkün sahibi vardı işleyip süsleyen, gönülleri Esmanın nakşıyla evirip çeviren. Ve kendisine yönelen kalpleri hidayet üzere sabitleyip rotasını rızaya ve Cennet’e endeksleyen sonsuz kudret, nihayetsiz rahmet, engin bir şefkat sahibinin emir ve iradesiyle işler yürümüyor muydu?

Ruhları karartan, gönülleri bunaltan menhus zihniyetin çirkin yüzünü görememiş, Süfyanizmin kâbus gibi çöken kara bulutlarının farkına varamamış, iyi ile kötüyü, şer ile hayrı, tahrip ile tamiri, siyah ile beyazı birbirinden ayırt edememiş olabilirlerdi.

Bunlar yerdeki yıldızlardı. Geleceğin yıldızları… Hakk’ın hâkimiyetini kuracak, küfrün kalelerini bir bir yıkacak, gönüller ülkesinin fatihleriydiler. Ama Fatihler kolay yetişmiyordu. Önce akideleri, inançları sağlam olmalıydı. Peygamber ahlâkı öncülük etmeliydi onlara. Sünnetin hayatla, hayatın Sünnetle bağdaşması, kaynaşması ve anlaşması gerekiyordu. Ki; taze fidanlar savrulmasın kasırgalarla, zihinler bunalmasın Şeytan ruhluların üfürmesiyle, inançlar sarsılmasın şirk ve küfrün fısıltılarıyla…

Üzülmemek elde değildi. Baksanıza hâla, belli gün ve haftalarda aynı teraneler, ithamlar, uyduruk masallar, hayali uydurmalar, suçlamalar, ve de asılsız, boş, sıkıcı bir sürü laf ve bilgi kirliliği…Yok kara çarşaflar yırtıldı (!), örümcek kafalılar temizlendi (!) , şuralar kapatıldı, bunlar hayata geçirildi, bilmem daha ne herzeler!..

Milleti ve milletin inançlarını, kutsallarını, köklü mazisini, haşmetli tarihini, mânevî değerlerini yok sayarak nereye varılabildi ki, bundan sonra da varılabilsin.

“Havamızı kirletmeyin, tarihe iftira etmeyin, olayları saptırmayın, insanların haklarına saygılı olun, inançsızlıklarınızı inançlara hakaretle sergilemeyin, dürüst olun, hakperest olun, yanıltmayın, yalan söyleyip iftira etmeyin. Birilerini yüceltme adına birilerini karalamayın, tarihi doğru okuyun, doğru okutun. Allah aşkına; yağcılık, yaltakçılık yapmayın. Doğruları haykıramıyorsanız bile, bari susun. Susun ki; melekler sizi müfteri, yalancı, riyakâr ve ayrılıkçı olarak kayda geçmesin!” diye tam haykıracakken, birden bir ses: “Sen işine bak, onlar işini yapıyor… Zamanı gelince… Sen şimdi gönüller fethine dön, patlamaya ve tahribe hazır mayınları ayıkla, bilgi kirliliğini temizle ve görevine devam et!..”

Kulaklarında o ses yeniden yankılandı:”Allah için yavrularımızı kurtarın, onları manen ve ahlâken öldürmek isteyenlere fırsat vermeyin. Zamanın cazibedar fitnelerine karşı iman hakikatlarıyla onları korumaya alın. Alevleri göklere yükselen, evlatlarımızın da içinde bulunduğu yangını söndürün, lütfen söndürün, ne olur Allah rızası için, Peygamber aşkı için söndürün!”

Gözünü sonsuz ufka dikmiş, derin düşüncelere dalmıştı. Parmakların kalktığını gördü.

Hocam, anlattıklarınızı özetleyeyim mi?”

Elbtte evlâdım, buyur, dinliyorum

İman, bir çeşit Cennet Tûbâsının çekirdeğini taşıyor. Küfür ise mânevî bir Cehennem Zakkumunun tohumunu saklıyor, barındırıyor. Demek ki, selâmet ve emniyet/güven, sadece İslâmiyette ve imandadır. Öyle ise biz dâima, İslâm dinini ve mükemmel imanı ihsan ettiği için Allah’a hamd olsun, demeliyiz.”

“Teşekkür ederim. Çok güzel ifade ettin evlâdım. İnancım ve kanaatim odur ki; Yerdeki yıldızlar nurlanacak, yükselecek ve geleceğin yolunu aydınlatacak inşallah…”

Nurlu rehber ve şaşmaz önderimiz olan Peygamberimiz (s.a.v) için çek bir salavât:

“Allahümme Salli alâ Seyyidina Muhammadin ve alâ âli Seyyidina Muhammed.”

 İsmail Aksoy

İnsanı İnsana Köle Eden Tehlike : “Şöhret ve Riya”

Hayatın gayesini ve neticesini en veciz şekilde ders veren bir ayet-i kerime:

Şüphesiz biz Allah içiniz ve muhakkak O’na rücu edeceğiz.” Bakara Sûresi, 156

Hepimiz Rabbimizin rızasını kazanmak ve ebedî saadet için gerekli cihazlarla donanmak için bu dünyaya gönderilmişiz. Ve sonunda yine O’na rücu edecek, O’na döneceğiz.

Bu ayet-i kerime Mesnevî-i Nuriye’de riya ve şöhret hastalığının ilacı olarak gösterilir.

İnsanların kendisinden söz etmelerini, onu beğenmelerini ve alkışlamalarını hayatına gaye edinmiş bir insan, bu dünyaya Allah için gönderildiğini unutmuş, insanlara beğenilmek için gönderildiği zannına veya vehmine kapılmıştır. Akıl, bunun böyle olmadığını çok iyi bilir. Çünkü, o alkışlarına can attığımız insanlar dün yoktular, yarın bu dünyadan göçüp kaybolacaklar. Onların takdirleri, beğenmeleri sadece bu kısa dünya hayatında insanın bazı hislerini tatmin edebilir, ama ölüm ötesinde hiçbir işe yaramaz.

Kabristanlar bize bu dersi en mükemmel şekilde verirler. Bir kabristanda yatan bütün kişileri tanıdığımızı düşünelim. Onlardan birini göstererek “Şu adam var ya, diyelim, hayatta iken şunların alkışlarına can atardı. Onlar da bunu çok severlerdi, ama şimdi her biri kendi hesabını vermekle meşgul, birbirlerine bakacak halleri yok.” Yarın, biz de onlara karıştığımızda bir başkasının da bizi göstererek aynı şeyleri söylemesini istemiyorsak tedbirimizi şimdiden alalım.

İnsan, hissine mağlup olmadan şöyle bir düşünse şöhret hastalığından rahatça kurtulacaktır:

Benim cebimde on lira olsun. Ama çevremdeki bütün insanlar benim bin liram olduğunu sansınlar. Onların bu yanlış bilgileriyle benim param artar mı? Hayır.

Aksini düşünelim:

Cebimde bin lira var, ama herkes benim on liram olduğunu sanıyor. Onların bu zannıyla benim paramda bir azalma olur mu? Yine hayır.

İşte insanların zanlarıyla bizim maddî servetimizde bir artma ve azalma olmadığı gibi, manevî hayatımızda da bir değişme olmuyor. Biz neysek oyuz. İmanımız ne ölçüde kemâle ermişse, salih amel ve takvadan yana hissemiz ne ise bizim Hak katındaki değerimiz de o kadardır. Başkaların bizi şöyle veya böyle bilmeleri sonucu değiştirmez.

Ve biz, Rabbimize gerçek değerimizle rücu edeceğiz, başkalarının bildiğiyle değil.

Ayetin açıkça ders verdiği gibi, insan bu dünyaya Allah için gönderilmiştir, diğer insanlar için değil. Ve ölüm hadisesiyle yine Allah’a rücu edecektir, diğer insanlar gibi.

Şöhret ve riya hastalığı için, yine Mesnevî-i Nuriye’de çok önemli iki noktaya dikkat çekilir:

Şöhret ayn-ı riyâdır ve kalbi öldüren zehirli bir baldır. Ve insanı insanlara abd ve köle yapar.”

Riya, yani başkaları görsün ve beğensin diye iş görme hakkında Nur Külliyatında şu tüyler ürperten tespite yer verilir: Şirk-i hafi, yani gizli şirk.

Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet/kulluk etsinler diye yarattım” (Zâriyât Sûresi, 56) ayet-i kerimesi, insanın yaratılış gayesini açıkça ortaya koyduğu halde, bu dünyaya başkalarına kendini beğendirmek ve onları memnun etmek için geldiğini vehmeden insan, gizli bir şirk içine düşmüş demektir.

Yine Allah kelâmında “kalplerin ancak Allah’ı anmakla tatmin olacağı” beyan edilmişken, başkalarının anmasıyla tatmin olan kalpler manen hastalanmış demektir. Bu hastalığı Üstat Hazretleri “zehirli bal yeme” olarak tarif eder. Riya ve şöhret, insanın nefsine ve hissine kısa bir süre bal tadı verseler bile, o zehir, sonunda kalbi öldürür.

Bu zehirli bal insanın manevî hayatını mahvettiği gibi, dünyada da, “İnsanı, insanlara abd ve köle yapar.”

İnsanların teveccühüyle tatmin olan bir şöhret hastası, onlara bir bakıma mahkûm olmuş demektir. Bir köle, “Nasıl yapsam da efendimi razı etsem?” diye düşündüğü gibi, bu adam da insanların beğenmeleri konusunda aynı pozisyona düşmüş, onlara bir bakıma köle olmuştur.

Dünyanın bir misafirhane olduğunu hepimiz biliriz. O halde, bütün insanlar bir yönleriyle bizim misafirhane arkadaşlarımızdır. Önemli olan onların bizi alkışlamaları değil, gideceğimiz yerde nasıl ve ne ile karşılaşacağımızdır.

Öyleyse çare, insanların geçici ve mânâsız teveccühlerinden yüz çevirerek Rabbimize dönmektir. Bu dönüş, dünyada O’nun rıza çizgisinde yürümemizle gerçekleşir, âhirette ise rahmetine ererek.

 Alaaddin Başar / Zafer Dergisi (www.zaferbilimarastirma.com)

Osmanlı’da Modern Yüksek Öğretim Nasıldı?

Fenler evi manâsına gelen Dârülfünûn, Tanzimat döneminde (1839-1876) medrese dışında yeni bir yüksek öğretim müessesesinin kurulması düşüncesinin ürünüydü. Mânidar bir şekilde Dârülfünûn denilmesinden anlaşılacağı üzere, Şeyhülislâmlık makamına bağlı medreselerden oldukça farklı bir zihniyeti temsil ediyordu. Medreselerle Dârülfünûn arasındaki en önemli ayrım, medreselerde fen bilimleri ile dinî ilimlerin birlikte öğretilmesiydi.

Fatih Sultan Mehmed döneminde açılan Sahn-ı Seman Medresesi ve ardından kurulan Süleymaniye Medreselerinde astronomiden tıbba farklı sahalarda ilimler okutulmuş; ancak bugünkü mânâda akademik unvanlar, bölümler, kürsüler kurulmamış ve yayın yapılmamıştı. Bu yönüyle Osmanlı’da yüksek öğretim, 15. asır ortalarında başlar; fakat günümüz üniversitelerine benzeyen yüksek öğrenim, Dârülfünûn’un açılmasıyla başlamıştır denebilir.

19. asırda müşahede (gözlem) ve ispata dayalı (müspet) bilimlere “fen” deniliyordu. Yani içinde ulûm (dinî ilimler) olmayacaktı. Medrese ise, ulûm ve fünûn demekti. Dârülfünûn’da kalbin ve aklın tatmin edilmesinden bahsedilmiyor; sadece görünür, tatbiki, aklî ve fennî olana atıf yapılıyordu. Burası bir Darülhadîs (hadîs ilmi okutulan yer) bir Darülkurra (Kur’ân ilmi okutulan yer) değildi.

Osmanlı tarihinde Sultan 1. Abdülmecid’in zamanında Gülhane’de Tanzimat Fermanı’nın okunmasıyla (Kasım 1839) başlayan Tanzimat döneminde, hukukta olduğu gibi eğitim sisteminde de köklü ıslahatlar yapıldı. Osmanlı eğitim teşkilâtı bugünkü gibi ilk, orta ve yüksek olarak yeniden yapılandırıldı. Meclis-i Maarif-i Umumiye’nin plânına göre, yeni kurulacak yüksek öğrenim kurumlarının gayesi, bilgi ve ahlâkça mükemmel olmayı hedefleyen, bütün fenleri okumaya hevesli ve devlet dairelerinde çalışmak isteyen herkese gerekli bilgileri sağlayacak bir müessese tesis etmek ve kafaların aydınlanmasını sağlamaktır. Bütün masrafların devlet tarafından karşılanacağı, talebelerin gece-gündüz barınıp çalışabileceği Dârülfünûn’un binası, Ayasofya Camii yakınında üç katlı, 125 odalı olarak İtalyan mimar Fossati’ye projelendirilmiş ve 1865’te bitirilmiştir. Fakat bu bina büyük geldiği için Maliye Nezareti’ne verilmiş ve Çemberlitaş’taki Nuri Paşa Konağı’nda ders başı yapılmıştır.

Peki, bu ilk üniversitemizin eğitim dili, müfredatı ve öğretim kadrosu nasıldı? Eğitim dilinin Türkçe olması benimsenmiş; ancak yabancı hoca mecburiyeti olan derslerin Fransızca verilmesi uygun görülmüştü. Bir müddet sonra (1876) yürürlüğe giren ve Fransa, Prusya, Belçika anayasalarından da esinlenerek hukuk komisyonunun hazırladığı ilk Osmanlı anayasasında öğrenim dili Türkçe olarak belirtilmiştir. Ders kitaplarının hazırlanması için “Encümen-i Dâniş” adıyla bir kurul oluşturulsa da, kitapların çoğu Avrupa’dan getirilmiştir. Daha sonraki yıllarda ise ders kitabı ihtiyacı, tercüme eserler yoluyla karşılanmıştır.

Ahmet Cevdet Paşa’nın da içinde bulunduğu Encümen-i Dâniş, maârif alanında yapılacak ıslahat ve yeniliklere yol göstermek, ilmî araştırmaları teşvik etmek için 1851’de danışma kurulu olarak kurulmuştu. Osmanlı tarihini yazan J. Von Hammer, Türkçe-İngilizce, İngilizce-Türkçe sözlükleri yazan James Redhouse bu kurulun üyeliğine seçilmişti.

Dârülfünun’da Hikmet ve Edebiyat Fakültesi, Ulûmu Tabiîye Fakültesi ve Riyaziyat Fakültesi adıyla üç fakülte kurulmuştu. Temel dersler fizik, kimya, matematik, felsefe, tarih ve coğrafya idi. 19. asırda Avrupa’da olduğu gibi bu dersler umuma açıktı. Bu şekliyle 13 Ocak 1863’te dersler başladığında büyük ilgi görmüştü. İbrahim Edhem nezaretinde kimyager Derviş Paşa’nın fizik ve kimyaya dâir adıyla verdiği ilk ders büyük bir yankı uyandırmıştı. Mecmua-yı Fünûn’un yazdığına göre, dinlemeye gelenler yer bulamayıp dışarıda kalmış, hele Derviş Paşa’nın elektrik deneyleri hayret uyandırmıştı.

Nuri Paşa Konağı’nın yanması üzerine Dârül­fünûn, Divanyolu’nda günümüzde Basın Müzesi olarak kullanılan binada eğitime devam etti. Son yıl tamamen bitirme tezi olmak üzere, dört yıllık bir okul olan üniversitede, her ne kadar Fransız materyalist felsefesi hâkim olsa, Lâtince, Roma Hukuku, Fransız Medenî Hukuku okutulsa da, bunun yanında Arapça, Farsça ve İslâm Hukuku da okutulmuştur. Siyasî çalkantıların ve döneme damgasını vurmuş iç ve dış gelişmelerin tesirinin görüldüğü bu devirde, din ilimlerinin eklenmesi, Doğu-Batı sentezi yapılmaya çalışıldığının da açık bir göstergesi olarak okunmalıdır. O dönem Batı’da en yaygın akımlar olan Hümanizm ve Pozitivizm’in bütün başucu kitaplarının sipariş edildiği ve edebiyatın bile Servet-i Fünûn olarak tavsif edildiği hatırlanırsa, bu derslerin müfredata girmesinin kolay olmadığı anlaşılır. 1900 yılına gelindiğinde üniversitenin adı “Dârülfünûn-u Osmanî” olmuş ve bir İlahiyat Fakültesi (Ulûm-u Âliye-yi Dîniye ) de eklenmiştir.

Tanzimat döneminde doğmuş olan Osmanlılık ideolojisi (din, dil, ırk farkı olmaksızın herkesin eşitliği) doğrultusunda, meselâ 1. sınıf Fransızca dersine Konstantini Efendi, resim dersine Mösyö Giz, daha sonra yine Fransızca dersine, Maarif Meclisi üyesi Jan Aristoklas Efendi girebiliyor ve bu durum yadırganmıyordu. Açılış yılında başvurular ümit verici gözükmüş, 1.000 başvuru içinden 450 kişi bir giriş imtihanından sonra alınmıştı. Bu kişilerin çoğu medrese talebesi idi.

Dönemin Maarif Vekili Safvet Paşa, Osmanlı tarihinin ilk iki yüzyılında bilim ve fen adamlarına gösterilen himaye, saygı ve teşvik, iki yüzyıl daha sürdürülmüş olsaydı, Avrupa’nın uygar milletleriyle münasebet kurulur, bu milletlerin ilerleme hızıyla baş başa gidilir ve netice olarak ülke bugünkünden çok farklı olurdu, demiştir.

12 yıl Osmanlı’nın Paris Sefareti’nin sefirlik imamlığını da yapan, Batı bilimlerine âşina ve Batı materyalizminin tesirinde kalan Dârülfünûn Rektörü Hoca Tahsin Efendi’nin, halk arasında “Gavur Tahsin” olarak anılmaya başlanması, Cemaleddin Afganî’nin okulda verdiği bir derste, “Peygamberliği bir sanat, Peygamberimiz’i de (sallallahü aleyhi ve sellem) bir sanatçı olarak zikretmesi”, şeyhülislâmlığın sert tepkisine sebep olmuş ve Dârülfünûn’u tartışılır hâle getirmiştir.

Bütün bu tartışmalar yaşanmış olsa da, Dârül­fünûn’un kökleşememesinin önemli sebeplerden biri, mâlî kaynakların yetersizliğidir. Osmanlı Dev­leti’nin 1875’te dış borçlardan dolayı mâlî iflâsını ilân ettiği (Muharrem Kararnamesi) hatırlanırsa, talebe harçları, vakıf ve devlet yardımlarıyla ayakta durması plânlanan ve geniş halk kitlelerinin desteğinden mahrum bir müessesenin gerektiği şekilde gelişemeyeceği açıktır. 19. asır sonlarından itibaren Sanayi-i Nefise (güzel sanatlar), Baytar Okulu, Maden Mektebi, Dârülmuallim (öğretmen okulu) gibi birbirinden bağımsız çok sayıda yüksekokulun açılması da Dârülfünûnun önemini azaltmıştır.

Bediüzzaman’ın Eski Said döneminde önemli bir isim olarak gördüğü Dârülfünûn’un Rektörü Hoca Tahsin Efendi, abartılı tenkitlere uğramıştı. Onun şahsî yanlışları koca bir müessesenin karalanmasına sebep oluyordu. Hâlbuki Dârülfünûn bu millete lâzımdı ve şahsî hataların önemli bir müesseseye mâl edilmemesi gerekiyordu.

Dârülfünûn’un kendisinden beklenen fonksiyonu icra edememesinin ana sebebi ilgisizlik, sahiplenmeme ve kaynak yetersizliği idi. Meseleyi din ilimleri-fen ilimleri tartışmasına döndürmek oldukça yersiz bir ithamdır ve konuyu açıklamaktan uzaktır. Avrupa ile aramızdaki mesafeyi kapatmaya çalışan bir müessese, maalesef çok verimli bir şekilde çalıştırılamamıştır. 1900 yılında şimdiki İstanbul Üniversitesi’nin merkez binasındaki Dârulfünûn-u Osmanî’nin kurulmasına kadar kesintili bir eğitim vermiştir.

Cumhuriyet döneminde Dârülfünûn kapatılmış ve yerine İstanbul Üniversitesi açılmıştır. Özerk olan yapısı değiştirilmiş ve rektör ataması Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlanmıştır. Türk yüksek öğrenim tarihini “1933 Üniversite Reformu” adı verilen kanunla başlatıp, o yıl Dârülfünûn’un kapatılmasını sanki bir bayrammışçasına ele almak, akıl ve izandan uzak bir yaklaşımdır. Birçok hususta olduğu gibi bu konuda da “öncesi yokmuş” gibi davranma ve sanki bir günde, bir gecede müesseseler tesis edilip hemen meyveleri alınıyormuş gibi bir intiba uyandırma, en azından gerçeklere uygun, ilmî ve ahlâkî bir duruş değildir.

Muhammed Aksoy / Sızıntı