Hindistan’dan Çağrı Var: Birbirimizi Daha Yakından Tanımalıyız!

27 Ocak gecesi, Hindistan İstanbul Başkonsolosluğu’ndan almış olduğumuz davet üzerine, Hindistan Milli günü kutlamalarına iştirak ettik.

Kutlama ilk olarak Sayın Başkonsolos Vanlalhuma’nın yapmış olduğu konuşma ile başladı. Sayın Başkonsolos konuşmasında özetle; ülkesi ile Türkiye arasındaki ilişkilere, ilişkilerin hızla artmakta olduğuna, bu bağlamda neler yapılabileceğine, Sivil Toplum Kuruluşlarının ( Vakıf, Dernek vb. ) rolünün mühim olduğuna değindi.

Hindistan’da İstanbul İlim ve Kültür Vakfının, Sözler Yayınevinin öncülüğünde ard arda Risale-i Nur Sempozyumlarının düzenlendiği, Kitap Fuarlarının organize edildiği şu günlerde katılmış olduğumuz bu Hindistan Milli Günü etkinliği bizler açısından da son derece manidardı doğrusu. Bir milyarı aşan nüfusa, son derece çeşitli kültürel ve dini inanış farklılığına haiz Hindistan’da, günümüzde yapılmakta olan ve gelecekte de yapılacak olan hizmetleri desteklemek olarak değerlendirilecek bu faaliyetimiz, hizmet açısından hepimizi ümitvar etti.

Heyet Başkanı Şemsettin Türkan, Sayın Başkonsolosla uzun müddet son derece samimi bir sohbet gerçekleştirdi. Bu sohbette, iki ülke arasındaki kültürel yakınlaşmanın sağlanabilmesi için yapılması gerekenler temel konu olarak konuşuldu.

Heyet olarak; Macaristan, Cezayir, Çin ve Malta Devletlerinin İstanbul Başkonsoloslarıyla ve Konsolosluk personeliyle de tanışma ve sohbet etme imkanını yakaladık. Bu ülke Başkonsolosları, bizleri daha yakından tanımak istediklerini, dialog kopukluğunu önemli bir eksiklik olarak gördüklerini ve en kısa zamanda karşılıklı ziyaretler yapılmasını arzu ettiklerini belirttiler.

Hanım ablalar da bayanlarla ilgilenerek onlarla sohbet ettiler. Birçok yabancı bayana İngilizce Risale-i Nurlar hediye edildi. Kutlamalara gelen Türk bayanların da Türkçe Risale-i Nur talepleri karşılandı. Hatta, Hindistan Milli Dans gösterisi ekibinde yer alan bir Türk bayan, 10.Sözü okuduğunu, Külliyatın diğer kısımlarını da okumak istediğini ablamıza söyleyince, ablamız da kendisine gereken yardımı sağlayacağını söyledi.

Son derece faydalı geçtiğine inandığımız kutlama programının ardından davetlilerle vedalaşarak salondan ayrıldık.

RUBA-SUFFA-HAMİDİYE VAKIFLARI YURTDIŞI HİZMET EKİBİ

Ocak 2012-İstanbul

www.NurNet.org

Kar yağar çiçek çiçek

Bir bahar sabahı uyanmışlardı.

Aylarca gülümsediler.

Bazan yağmur okşadı yüzlerini.

Bazan güneş öpücükler kondurdu yanaklarına.

Kucaklarında nice konuklar ağırladılar.

Bir yaz böylece geçti.

Yorgun düştü çiçekler.

Ve uyumak istediler.

•••

Bu defa gökte çiçekler açtı.

Bulutlarda nakışlar işlendi.

Herbiri ayrı bir desenle süslenmiş beyaz çiçekler usulca inmeye başladı yeryüzüne.

Ve yerde uyuyan çiçeklerin üzerini örttü incitmeden.

Donmasınlar diye, onları toprağın sıcaklığıyla baş başa bıraktı.

•••

Bem beyaz bir yorgan, dağlardan ovalara doğru serildi.

Renkler de çiçekler gibi gözlerden kayboldu.

Sadece beyaz kaldı ortada. Bir de güneşin kızıllığı zaman zaman.

Yorganın altında mışıl mışıl uyudu çiçekler.

Yukarıda olup bitenlerden haberleri bile olmadı.

•••

Gün geldi, bir diriliş müjdesi ulaştı uyuyanlara.

Bir tebessüm yukarıdan, bir tebessüm aşağıdan, deliverdi karları.

Önce güneş gülümsedi semâda.

Ona çiçekler cevap verdi.

İkisinin arasında dağlar eridi, gitti.

•••

Toprak, suyu yanı başında hazır buldu.

Kana kana içti.

İçtikçe coştu.

Coştukça güldü.

Dinlenmiş yüzlerle güldü.

Çiçekleri özleyenler, o gülen yüzde bir haşir müjdesi buldu.

Ve ölümü de, tıpkı kar gibi, kış gibi, bir diriliş habercisi bildi.

Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor.

Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltendir. O herşeye kadirdir.

Rûm Sûresi, 50

Ümit Şimşek

Nur Risalelerini Sadeleştirme Hevesine Kapılanlara Mühim Bir İhtar!

İşittim ki, iman hakikatlerinin tefsiri olan Risaleleri sade bir dille yazma, sizin tabirinizle “sadeleştirme” sevdasına düşmüşsünüz. Maalesef bunun örneklerini de gördüm. Bu husustaki fikirlerimi madde madde söylemek niyetindeyim. Beni dinlemeseniz bile samimiyetime kulak vermenizi rica ediyorum:

Birincisi: Bu hakkı nereden ve kimden alıyorsunuz? Bir müellifin eserlerinden istifade etmek, okuyucuya kitaplarında tasarruf etme yetkisini verir mi?

İkincisi: Bu Risaleler zengin bir kelime kadrosuna sahiptir. Ben lügatini hazırladım ve bu günkü nesillerce bilinmeyen on bir bin kelime buldum. Bilinenleri de sayarsak kelime sayısı en az ikiye katlanır. Oysa, sade dille yazınca okumalarını ve anlamalarını umduğunuz insanlar azami bin kelime kullanıyorlar. Bu durumda, lisan ve lügat ilmine vakıf herkes bilir ki, Risaleleri zayi etmeksizin sadeleştirmek muhaldir. İnsaf edin, yirmi bin kelimeyi bin kelimeyle ifade etmek nasıl mümkün olabilir?

Üçüncüsü: Erbabına malumdur ki, dil ile düşünce arasında paralellik vardır. İnsan, sahibi olduğu kelimeler kadar düşünebilir ve bu sınırı aşamaz. Risale diline sahip olmak demek aynı zamanda tefekkür alanını genişletmek demektir. Bu kıymetli eserlerin önemli faydalarından biri de budur. Bu hikmeti kesip atmak zulüm olamaz mı?

Dördüncüsü: Risalelerde Bediüzzaman Hazretlerinin kendine has bir üslubu vardır. Fevkalade tesirli bir üslup. Hem akla, hem de kalbe tesir eden bir surettir bu. Bu bedi üslubu kendi keyfine göre parçalamak ve tesirini kırmak cinayet olmaz mı?

Beşincisi: Lisanımız bir asırdır sadmeler geçiriyor. Kırpıla kırpıla fakir bırakıldı, tefekkür dili olmaktan uzaklaştırıldı. Nur Risalelerinin bir hizmeti de lisanı muhafaza etmek ve ortak bir dil kurmaktır. Siz aksi istikamette hareket etmekle tahripçileri sevindirmiş olmuyor musunuz?

Altıncısı: Siz de bilirsiniz ki, her ilmin kendine has ıstılahları, terimleri, kavramları vardır. O ilmi elde etmek isteyen adam bu kelimeleri öğrenmek zorundadır. O ilmi bilmek, terimleri sindirmekle mümkündür. Risalelerde de iman ilmi anlatılıyor. Onun da ıstılahları var. Bu ıstılahların günlük dilde karşılıkları yoktur ki yerine konabilsin. Risalelerin dili, imanın dilidir. İman dili tercüme edilebilir mi, edilirse ruhu incinmez mi?

Yedincisi: Bazı kimseler risaleleri okumak istiyorlar da anlamakta zorlandıkları için mi okumuyorlar sanıyorsunuz. Zehi gaflet! Nurları, enfüsi aleminde sorgulaması olan ve hakikati arayanlar okur. Bu vasıflara sahip her yaştan ve her baştan insan okuyor zaten. Anlamak için lügatlere bakıyor, bilmediklerini soruyor ve istifade ediyorlar. Bu o kadar bedihi ki delil bile istemiyor. İnsanlar daha çok namaz kılsın diye caminin dışına seccade sermekle namaz kılanların sayısı artar mı?

Sekizincisi: Bazı sadeleştirmeleri inceledim, hakiki metinden hiç de daha anlaşılır olmadıkları gördüm. Risalelerin anlaşılıp anlaşılamaması sadece kelimelerle ilgili değil ki. Ortada derin ve ince bir ilim var, dikkat ve itina istiyor. Zengin kelime kadrosu onun sadece bir yönü. Bazı kelimelerin yerine başkalarını koymakla, belki bir derece bilinen kelimelerin sayısını artırıyorsunuz, ama esas dokuyu bozmakla da onu daha karışık bir hale getiriyorsunuz. Bunun neresinde sadelik?

Dokuzuncusu: Risalelerin şiirli bir dili vardır. Ahengi ruhlara tesir eder, kalbin en derin ve ince hislerini lerzeye getirir. İnsan da sadece akıldan ibaret değildir. Akla iyilik edeceğim diye kalbe darbe vurmak akıllılık mıdır? Sadeleştirme ünvanı altında bu harika, sanatlı, revnaklı, fasih ve selis üslubu tahrip etmek nurlara en büyük zararı vermektir. Malum ya, bazen gafil dostumuz düşmanımızdan ziyade zarar verebilir!

Onuncusu: Kaldı ki, nurlardan istifade ettikten sonra, kalem erbabı zatlar, bu hakikatleri yazabilir, her edebi türde eserler verebilirler. Buna hiçbir engel yoktur. Nurlar, yazılarınıza ruh olmak kaydıyla roman, hikaye, deneme, şiir ve saire yazmanıza ne mani var? Risalelere hemen muhatap olamayanlar sizin eserlerinizi okur, istifade eder, hakikati bulabilirler. Daha fazlasını isteyince de nurları okumaya başlarlar. Nitekim böyle de oluyor. Nice Nur Talebesi yazar var dünyada. Kitapları basılıyor, satılıyor, okunuyor. Sizin de madem ilminiz ve edebi kabiliyetiniz var, gösteriniz, işte meydan! Bu yazarlar kendileri adına yazıyor ve konuşuyorlar. Nurlara halel getirmeleri söz konusu olmuyor. Çünkü Risaleler adına konuşmuyor ve yazmıyorlar.

On birincisi: Muarızlar, Nurların önüne perde çekmek ve insanları onu tanımaktan alıkoymak için her yolu denediler, ama muvaffak olamadılar. Siz ise, Nurların sadesi, lügatlisi, meallisi ve saire derken araya perdeler koyuyorsunuz ve koyacaksınız. “Kötü para iyi parayı kovar” misali, sizin uyduruk dilinizle yazılanlar nurlara perde oluyor ve olacak. Zamanla bu perdeler hem daha da artacak, hem de daha fazla kalınlaşacak. Nurlar, zaman zaman hatırlanan birer mübarek yadigar haline gelecek!

On ikincisi: İnsanları zıvanadan çıkaran mühim amillerden biri de para hırsıdır. Bu mübarek eserler iyi de alıcı buluyor, çünkü herkesin ihtiyacı var. Sade basım, yalın yayım derken korkarım ki, bazı paracıların iştahını kabartırsınız. Cevşen ticareti meydanda! O zaman her bezirgan, canı nasıl isterse ve ne kadar isterse o kadar basar ve satar. Bu yolu açmaktan korkmuyor musunuz?

On üçüncüsü: Sizden bir kısmınızın Risale neşir hakkı yok diye biliyorum. Var da ben mi bilmiyorum. Sahi, siz risale basma ve yayma hakkını kimden aldınız? Muhterem müellifin varis tayin ettikleri malum. Siz de onlardan mısınız? İzniniz yoksa bu fiilinizin hesabını nasıl vereceksiniz? Biliyorum ki, varislerden hiç biri yaptıklarınızı uygun bulmuyor. Öyleyse siz yaptıklarınızı ne hakla yapıyor ve hangi hukuka dayanarak basıp yayıyorsunuz!

On dördüncüsü: Mesele sadece sadeleştirme de değil. Kiminiz sayfanın altına meal koyuyorsunuz, kiminiz metnin yanına sözlük yerleştiriyorsunuz, kiminiz kitabın önüne önsöz, takdim, biyografi ekliyorsunuz. Öyle ya, bu mübarek Kuran tefsirine herkes ne isterse yapabilir! Yeter ki aslını kaybetsin! Her yol mübah! Bunları yapmak için fetvayı kimden aldınız?

On beşincisi: Tercümeleri kendinize delil yapıyormuşsunuz. Böyle kıyas mı olur, insaf ediniz! Hiç lisan bilmeyenlere tercüme etmek bir zarurettir. Zaruret ise haramı bile helal kılar. Açlıktan ölme tehlikesi geçiren adam haram etten doymayacak kadar yiyebilir. Ama ölüm tehlikesi olmayan adam bu ruhsattan istifade edemez. Bu misali meselemize tatbik ediniz! Türki lisan bilmeyenler, muztar adamlardır. Sizin muhataplarınız böyle mi! Nasıl unutursunuz ki, risaleler onların diliyle yazıldı. Risale dili muhataplarınıza yabancı değil, muhataplarınız bu dile yabani. Onları buraya getirmek gerek. Yoksa bunu oraya taşımak için derisini yüzmek akıl karı değildir. Müfsitler de dil uygulamalarıyla bunu yapmak niyetindeydiler zaten. Ezanı ve namaz surelerini tahrif için az mı didindiler! Nurlarda dil ve üslup canlı deri gibidir. Elbise gibi olsa, belki onu soyar, kendi modanıza göre bir libas giydirebilirdiniz!

On altıncısı: Evet, risalelerde manası hemen kavranamayan yerler vardır. Ama hepsi böyle mi? Kolayca anlaşılan, sezilen, sevilen bölümler de var. Nurlara yeni muhatap olan bunlardan başlamalı. Sonra öbürlerini de okur, onlardan da faydalanır.

On yedincisi: Risalelerin bir gazete yazısı gibi basit olmayışından dolayı bir cazibesi var. O bezme ancak layık olanlar girebilir. İhtiyacını hisseden ve iştiyak duyanlar talebe olabilir. Onu arayanlar bulabilir, bulmalıdır. O, popüler bir meta değildir. Biraz istek, biraz talep, biraz da gayret lazım. Ucuz bir mal olmamalı nurlar. Hemencecik tüketilememeli. Tüketim kültürü yaygınlaştı. Bu kültürün etkisinde kalanlar kolay elde ettiklerinin kıymetini bilmezler. Pahalı olan ve zor elde edilen daha değerlidir. Bu sakat kültürün bir aktörü mü olmak istiyorsunuz? Olabilir, sözüm yok, ama yeter ki bunu Nurlarla yapmayın!

On sekizincisi: Nurlardaki derin meseleleri anlamak ve tam feyiz almak için toplu okumalar ve müzakereler yapılır. Talebeler birbirinin anlayışından ve uygulamasından istifade eder. Mesleğimizin mühim bir esası da budur. Zaman cemaat zamanıdır. Bu hususa ne kadar ehemmiyet verilse azdır. İlminiz ve iktidarınız varsa buraya sarfediniz!

On dokuzuncusu: Bu biçare kardeşiniz risaleleri üniversitede tanıdı. Ne arabi bilirdi, ne de tam anlamıyla türki. Nurun talebelerinden etkilendi ve anladı ki onları böyle yapan Kuran Nurlarıdır. Okumaya başladı. Anlamakta biraz zorlandı. Ama önemini inanmıştı okumanın. Yüzünde ve hayatında nur parlayan talebeleri görüyordu. Şevke geldi, gayret etti, sonunda Nurlar kapılarını ona da açtı. İşte fıtri yol budur. Risaleler, kalbime iman, aklıma nur, ağzıma dil ve elime kalem verdi. Herkese de verebilir. Siz de aynı yollardan geçmediniz mi? Öyleyse bu bidat niye? Öyle ya, bidat her sahada olabilir. Her bidat mebdede cazip görünür. Oysa, devamı ve neticesi vahimdir. Sonra nedamet cahiminde yanarsınız, ama kar etmez!

Hazer ediniz! Nefsiniz sizi aldatmasın. Bu kitaplar orta malı değildir. Size ve bize düşen onun aslını titizlikle korumaktır. Her ilave ve her noksan ona vurulmuş bir darbedir. Ehil olmayanlara kapı açmaktır. Yağmacılara zemin hazırlamaktır. Ne niyetle olursa olsun her tahrif bir tahriptir, zarar verir. Aslını bozar. Suretini yırtar. Özünü zedeler. Tesirini kırar… Meslek bozulur. Dehşetli bir zamandayız. Her tarafta bidat selleri akıyor. Dalalet fırtınaları esiyor. Nurun duvarlarında delikler açmak akıl karı değildir. Nur risalelerinin cazibesi kendini okutmaya kafidir. Üslubu harikadır. Dili zengindir. Anlatımı fıtridir. Her harfine ihlas kokusu sinmiştir. Her noktasının altında feragat nuru vardır. Kırık dökük kelimelerinizle Nurların dilini ve üslubunu bozup insanlara göstermek, “İşte risaleler bunlardır” demek hak mıdır, adalet midir, hizmet midir, yoksa tahrif ve tahrip midir? İnsafınıza havale ediyorum!

Ömer Sevinçgül

Üstadın talebelerinden sadeleştirme tepkisi

Risale-i Nur’un sadeleştirilmesi çalışmaları Bediüzzaman Said Nursi’nin talebeleri tarafından tepkiyle karşılandı.

Bediüzzaman’ın hayatta olan 8 talebesinin yaptığı açıklamada eserlerin bu şekilde yayınlanması “tahrifat” olarak nitelendi.

Açıklama, Risale-i Nur Külliyatından “Lem’alar” adlı eserin … Yayınları tarafından “sadeleştirilerek” yayınlanması üzerine kaleme alındı.

Bediüzzaman Said Nursî’nin talebelerinden Mustafa Sungur, Abdullah Yeğin, Ahmet Aytimur, Said Özdemir, Salih Özcan, Hüsnü Bayram, Abdülkadir Badıllı ve Mehmet Fırıncı tarafından imzalanan bildiride, bu durum, eserin “üslûbuna müdahale” olarak nitelendirilirdi.

Bediüzzaman’ın hayatta olan talebeleri tarafından yayınlanan bildiri aynen şöyle:

Risale-i Nur’un sadeleştirilmesi adı altında girişilen tahrifat teşebbüslerinin son olarak “sadeleştirilmiş Lem’alar” şeklinde almış olduğu merhaleler üzerine, Risale-i Nur Müellifi Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin talebeleri olarak aşağıdaki hususları umumî efkâra duyurmayı vazife biliyoruz:

1.Aziz Üstadımız hayatta iken de Risale-i Nur’un dili üzerinde bazı tasarruflar yapılması istikametinde teklif ve teşebbüsler olmuş; fakat Üstadımız Risalelerin lisanıyla oynamaya ve onu değiştirmeye hiçbir surette izin vermemiş, bu tür teklif ve teşebbüsleri kat’î bir surette reddetmiştir. Bu husus bütün Nur talebeleri tarafından gayet iyi bilinen bir hakikattir. Daha evvelki açıklamalarımızda bu hususla alâkalı olarak kâfi miktarda misal zikrettiğimizden, geçmiş beyanlarımızla iktifa ediyoruz. Arzu edenler, bu hususta, 1990 yılında neşrettiğimiz uzun mektuba müracaat edebilirler.

2. Bizzat Üstad Hazretlerinin dersinde ve hizmetinde bulunan, onun tarafından neşriyat hizmetleriyle vazifelendirilen ve kendisinin dâr-ı bekaya irtihalinden sonra da Nur’un her türlü hizmetinin mes’uliyetini bizzat Üstadın vasiyetiyle üstlenmiş bulunan talebeleri olarak bizler de, aramızda hiçbir ihtilâf olmaksızın, tam bir ittifak ve icmâ’ ile, Üstadımızın bu husustaki hassasiyetine her ne pahasına olursa olsun riayet edilmesi gerektiğine inanıyor ve bu husustaki azmimizi ifade ediyoruz.

3.Herhangi bir edip veya sanatkârın sıradan bir eseri üzerinde dahi sahibinin rızası hilâfına tasarrufta bulunmak en büyük bir saygısızlık telâkki edilirken, insanlık âlemine Risale-i Nur Külliyatı gibi, ihtivâ ettiği hakikatler kadar fevkalâde üslûbuyla da mümtaz bir eseri armağan etmiş bulunan Bediüzzaman Hazretleri gibi bir müfessir, müceddid ve mütefekkirin eserleri üzerinde kalem oynatmak ne mânâya gelir, kıyas edilsin!

4.Şimdiye kadar sadeleştirme adı altında yapılan teşebbüslerin nasıl netice verdiği meydandadır. Bunun en son nümunesinde ise, sadece kelimeleri değiştirilmekle kalmamış, bir de Üstadın cümlelerine, ifade ve üslûbuna da müdahale edilmiş ve bunun neticesinde, ortaya, ruhu çekilmiş bir ceset mesabesinde, donuk, cansız, zevksiz bir metin çıkmıştır. Mehmed Akif gibi büyük bir edip ve şaire “Victor Hugo’lar, Shakespeare’ler onun ancak talebesi olabilir” dedirten Bediüzzaman gibi bir zâtın metinleri üzerinde böyle fütursuzca kalem oynatan kimselerin bu densizliklerini hayret ve ibretle seyrediyor ve bu cür’eti nereden ve kimlerden aldıklarını merak ediyoruz.

5.Bu çeşit teşebbüslere bahane teşkil eden “Risale-i Nur’ların anlaşılmadığı” iddiasını kabul etmek de mümkün değildir. Eğer bu iddia doğru olsaydı, Risale-i Nur’lar, telifinden bu yana bir asra yakın bir zaman geçmiş olmasına rağmen, hâlâ bu kadar çok satılmaya ve milyonlarca insan tarafından tekrar tekrar okunmaya devam etmezdi. Halbuki bugün kimi yetkili, kimi de yetkisiz olarak en az bir düzine yayınevi Risale-i Nur’ları neşretmeye devam etmektedir. Dünyada başka hiçbir eserin mazhar olmadığı böyle bir rağbete Risale-i Nur’u eriştiren şey, onun anlaşılmaz oluşu mudur?

6.Risale-i Nur’un diline en uzak zannedilen gençlik arasında ise, bu eserlere karşı iştiyak her geçen gün artmakta, yurdun dört bir tarafında orta öğrenim ve üniversite gençlerinden niceleri kendilerini Nurların kucağına atmaktadırlar. Onlar bir yandan Risale-i Nur’u daha iyi anlamak için onun harikulâde lisanına vâkıf olmaya çalışırken, bir yandan da Risaleleri tercümelerinden tanıyan başka milletlere mensup insanlardan birçoğu, bu eserleri orijinal diliyle okumak için Türkçe öğrenmektedir.

7.Bugün konuşulan dil ile Risale-i Nur’un dili arasında bir mesafe olduğu muhakkaktır. Ancak buna sebep Risale-i Nur’un dilinin ağırlığı olmadığı gibi, bunun çaresi de Risale-i Nur’u bugün konuşulan dilin seviyesine indirmek değildir. Çünkü Risale-i Nur, bir asra yakın zamandan beri vicdan-ı umumînin bozulmasına yol açacak derecede tahribata uğrayan şeâir-i İslâmiyeyi tamir etmek ve yeni yetişen nesillere unutturulan hakaik-ı İlâhiyeyi ve mukaddes kelimeleri tekrar bu milletin hafızasına yerleştirmekle vazifelidir ve bu vazifesini de kendisine has lisanı ile yerine getirmekte, ilim ve irfan hayatımızdan dışlanmış bulunan mefhumları tekrar milletimize kazandırmaya çalışmaktadır. Hangi suretle ve niyetle olursa olsun onun lisanıyla oynamanın, Risale-i Nur’u bu kudsî vazifesinden alıkoymaya teşebbüs mânâsına geleceğini, her vicdan sahibi takdir edecektir.

8.Bugün geldikleri yeri ve milletimizin gözünde eriştikleri mevkii Risale-i Nur’a borçlu olanlar, Hazret-i Bediüzzaman’ın hatırasına hürmet göstermek hususunda herkesten fazla hassasiyet sahibi olması icap eden kimselerdir. Muazzez Üstadımızın “Ben bile kalem karıştıramıyorum” dediği metinlere müdahale etmek veya ettirmek, kadirşinas insanların velînimetlerine karşı şükran borcunu ödemek için ihtiyar edecekleri bir yol olmasa gerektir. Böyle teşebbüslere tevessül eden, müsamaha gösteren, destek olan veya meyil duyan kimselerin, iç âlemlerinde derin bir muhasebeye girişerek Üstadımızın şu beyanları karşısında kendi nefislerini yoklamaları, herkesten evvel kendi menfaatlerine olacaktır:

Bir şey daha kaldı, en tehlikesi odur ki: İçinizde ve ahbabınızda, bu fakir kardeşinize karşı bir kıskançlık damarı bulunmak, en tehlikelidir. Sizlerde mühim ehl-i ilim de var. Ehl-i ilmin bir kısmında, bir enaniyet-i ilmiye bulunur. Kendi mütevazi de olsa, o cihette enaniyetlidir. Çabuk enaniyetini bırakmaz. Kalbi, aklı ne kadar yapışsa da; nefsi, o ilmî enaniyeti cihetinde imtiyaz ister, kendini satmak ister, hattâ yazılan risalelere karşı muaraza ister. Kalbi risaleleri sevdiği ve aklı istihsan ettiği ve yüksek bulduğu halde; nefsi ise, enaniyet-i ilmiyeden gelen kıskançlık cihetinde zımnî bir adavet besler gibi, Sözler’in kıymetlerinin tenzilini arzu eder, tâ ki kendi mahsulât-ı fikriyesi onlara yetişsin, onlar gibi satılsın.

9.Muazzez Üstadımızın hizmetinde bulunan talebeleri olarak şu hususun kat’iyetle bilinmesini istiyoruz ki, Risale-i Nur yağmalanacak sahipsiz bir mal değildir; bu eserleri hedef alan her türlü tahrifat teşebbüslerine karşı, biz, Üstadımız tarafımızdan omuzumuza yüklenmiş bulunan vazifeyi, kimsenin hatırına bakmadan ve zerre kadar tereddüt göstermeden yerine getireceğiz. Hangi niyetle olursa olsun böyle teşebbüslere tevessül edenler, bu hareketlerinin Risale-i Nur’a, Müellifine ve talebelerine karşı alenen ve fütursuzca meydan okumak mânâsına geldiğini idrak etmeli, böyle bir meydan okuyuşun nasıl bir âkıbeti dâvet edeceğini düşünmeli ve eğer insaf ve idrak sahibi iseler, derhal yanlışlarından dönerek tövbe etmelidirler.

Risale-i Nur Müellifi Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin hizmetinde bulunan talebeleri

Mustafa Sungur, Abdullah Yeğin, Ahmet Aytimur, Said Özdemir, Salih Özcan, Hüsnü Bayram, Abdülkadir Badıllı, Mehmet Fırıncı.

Abdurrahman Iraz / Risale Haber

Her An Değişen Varlıklar Yaratıcılarını Göstermektedir

Yaratılan her şeyde kendine mahsusu kabiliyetlerin olduğunu ve bu kabiliyetlerin inkişaf edip geliştiğini görüyoruz. Bütün yaratılmışların çok kıymetli vaziyetlerde çalıştırıldıklarını ve sonra da daha yüksek bir mertebeye çıkarıldıklarını müşahede ediyoruz. Mesela elementlerin her biri madenler mertebesine, madenler nebatlar hayatına, nebatlar rızık olarak hayvanların hayat derecesine ve hayvanlar da daha yüksek bir hayat seviyesi olan şuurlu insaniyet mertebesine çıkarılıyor. Böylece kâinatta daimi bir faaliyet cereyan ediyor. Her şeyin kabiliyetine göre bir vazife yaptıktan sonra kaybolduğunu ve onun yerine başkasının vazifelendirildiğini görüyoruz. Elbette bir yerde bir faaliyet varsa, bir iş yapılıyorsa, o faaliyeti, o işi yapan birisinin varlığını her akıl sahibi kabul eder. Çünkü fiil failsiz olmaz. Bir iğne ustasız, bir harf kâtipsiz, bir köy muhtarsız olmazken, bu kadar harika varlıkların elbette harika bir yaratıcısı, sahibi ve idarecisi olacaktır.

Hele o yapılan işler ne kadar mükemmel, nizamlı, intizamlı hikmetli ise o nispette o işi yapan zatın mükemmelliğine, ilminin, iradesinin, kudretinin yüksekliğine delalet eder. İşte kâinattaki mükemmellik, zerrelerden kürelere, sinekten semadaki yıldızlara kadar, gözle görülmeyen bir yaratıktan insana kadar her şeyde görülen hikmetli, intizamlı, son derece hayret verici güzel yaratılışlar bunları yaratan, terbiye eden, idare eden yaratıcının varlığını, birliğini sonsuz ilmini, iradesini, kudretini apaçık ortaya koymaktadır. Mesela bu yaratılan her bir varlığın resminin bile kendi kendine olması, tesadüfe havale edilmesi mümkün olmadığına göre, bu kadar harika eserlerin kendi kendine olamayacağı, tesadüfe, akılsız, şuursuz, ilimsiz, iradesiz tabiata, sebeplere verilemeyeceği aşikârdır. Gündüzün varlığı güneşi ne kadar kati gösteriyorsa, kâinatta yaratılan küçük büyük, görünen görünmeyen bütün varlıklar da o katiyette yaratıcıları olan Allah’ı akıl gözüne göstermektedir.

Materyalistlerin Yanıldıkları Noktalar

Allah her organı belli bir görev için yaratmıştır. Bu organların yanlış yerde kullanılması, yanılgılara sebep olmaktadır. Mesela, göz görmek, dil tatmak, akıl ise düşünmek ve varlıklardan mana çıkarmak için verilmiştir. Materyalizmi felsefelerine esas alanlar, aklın vazifesini gözden istemekte ve böylece hataya düşmektedirler. Gözün gördüğü şey, ancak maddedir. Hâlbuki her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyatta kördür. Nasıl ki, gözün ruh ve akıl gibi manevi şeyleri görmesi mümkün değildir. Ruhun ve aklın varlığı eserleriyle anlaşıldığı gibi, Allah’ı n varlığı da ancak kendisini tanıtmak için yarattığı harika eserleriyle anlaşılacaktır.

Materyalistlerin yaratıcıyı tanımakta yanıldıkları ikinci nokta, yaratılanla yaratıcıyı mukayeseden kaynaklanmaktadır. Yaratan, yaratılan cinsinden olamaz. Yaratılan varlıklarla yaratıcıyı mukayese etmek çok yanlış bir kıyaslama olur. Sonsuz bir sayı sonlu bir sayıyla mukayese edilmediği gibi, bütün sıfatları sonsuzlukta olan Allah, sonlu sıfat sahibi olan varlıklarla hiç mukayese edilebilir mi?

Varlıklar bir yaratıcı tarafından, yoktan yaratılmakta, her an yeniden yeniye değişime uğramaktadır. Çünkü varlıklardaki bu halden hale geçişin, değişimin sebeplerinden birincisi, sonradan yaratılmış olmalarıdır. İkincisi, mükemmel hale gelmek için halden hale girerek yenilenmeye ihtiyaclarının olmasıdır. Üçüncüsü, ihtiyaç sahibi olmalarıdır. Dördüncüsü, maddî bir varlık olmalarıdır. Beşincisi de, mümkün, yani sonradan yaratılmış varlıklardan olmalarıdır. Hâlbuki Cenab-ı Hak, hem kadîmdir, hem her cihetçe sonsuz kemaldedir, hem hiçbir şeye muhtaç değildir. Hem maddeden mücerrettir. Yani, maddenin bütün özelliklerinden farklı bir hususiyettedir. Hem vacibü’l vücuttur. Tegayyür ve tebeddülü, yani bir halden bir başka hale geçmesi ve değişmesi muhaldir, mümkün değildir. Çünkü sonradan yaratılmış varlıklardan değildir.

Bütün noksan sıfatlardan uzak olan Allah, hem ezelidir, evveli ve sonu yoktur. Hem her cihette sonsuz mükemmelliktedir. Hem hiçbir zaman hiçbir şeye muhtaç değildir. Vücuda gelmiş eşyanın şekil ve suretlerinden, her türlü düşünülebilen özeliklerinden ayrı bir keyfiyettedir. Hem Vacibül Vücuttur, yani varlığı kendinden dolayı gereklidir. Başka birinin var etmesine ihtiyacı yoktur. Bunun için elbette tegayyür ve tebeddülü muhaldir, mümkün değildir.

Onların yanılma sebeplerinden birisi de, mahlûkatın yaratılmasında görünün hadsiz kolaylık, gayet derecede çabukluk, işlerin sonsuz süratte olmasıdır. Bunlar Allah’ın kudretinin, ilminin ve iradesinin sonsuzluğuna delil olduğu halde, materyalistler bunu Allah’ın sonsuz kudretiyle olduğunu kabul etmedikleri için, bin derece akıldan uzak olan, kendi kendine icat edildiğine hükmetmişlerdir. Oysaki sonsuz bir kudretin delilini, onun yokluğuna delil yapar ve nihayetsiz muhalat kapısını açar. Yani, aklın kabul etmesi mümkün olmayan inkâr yollarına kapı açar. Çünkü o halde, âlemin yaratıcısı olan Allah’a lazım olan nihayetsiz kudret, her şeyi ihata eden ilim gibi nihayetsiz kemalde olan sıfatlarını, zerrelere vermek lazım gelir. Tâ kendi kendine teşekkül edebilsin. Bu ise, bir tek İlâhı kabul etmeyip, zerreler sayısınca İlâhların kabulünü netice vermektedir.

Tabiatperestlerin yanılma sebeplerinden birisi de, Allah’ın eserlerini tabiata dayandırmalarıdır. Hâlbuki tabiat; Allah’ın bir sanatıdır, sanatkâr olmaz. Allah’ın kudret kalemiyle yazılmış bir kitabıdır, kâtip olmaz. Tabiat bir nakıştır, nakkaş olamaz. Bir defterdir, defterdar olmaz. Bir kanundur, kudret olmaz. Onların, eşyanın yaratıcısı olarak kabul ettikleri tabiat ise, her şeyi yoktan yaratan Allah’ın kudretinin, hikmetinin ve iradesinin cilveleridir.

Materyalistlerin yanıldığı noktalardan birisi de, Allah’ın ezeli sıfatını maddeye vermeleri ve maddeyi ezeli kabul etmeleridir. Allah’ın varlıklardaki kudretinin tecellisini görüp, fakat bunun nereden geldiğini bilemediklerinden ve nereden idare edildiğini anlayamadıklarından, madde ve kuvveti ezeli tevehhüm etmişlerdir. Böylece Allah’ın eserlerini, maddede görülen harekete ve zerrelere vermişlerdir.

İnsanlarda bu derece hadsiz cehalet olabilir mi ki, mekândan münezzeh olmakla beraber, her bir yerde, her bir şeyin icadında, her şeyi görecek, bilecek, idare edecek bir tarzda bulunur bir vaziyetle Allah’ın yaptığı fiilleri ve eserleri, cansız, kör, şuursuz, iradesiz, ölçüsüz ve tesadüf fırtınaları içinde çalkanan zerrelere, moleküllere ve bunların hareketlerine vermek ne kadar cahilane ve hurafekerane bir fikir olduğunu zerre kadar aklı bulunanların bilmesi gerekir.

Bunlar Allah’ı kabul etmedikleri için, nihayetsiz ilahları kabul etmeye mecbur oluyorlar. Yani, Allah’ın zatının gereği olan ezeliyetini ve yaratıcılığını, kendi akıllarına sığıştıramadıklarından, o hadsiz ve nihayetsiz cansız zerrelerin ezeliyetlerini ve ilahlıklarını kabul etmeye mesleklerince mecbur oluyorlar. Hâlbuki ilah gibi kabul edilen bu zerreler, Allah’ın nihayetsiz kudreti, emri altında hareket ettirilen muntazam ve muhteşem bir ordusu hükmündedirler. O zerrelerden meydana gelen düzgün şekiller, faydalı neticeler, intizamlı ve hikmetli yaratılışlar, nasıl akılsız, şuursuz ve ilimsiz zerrelere verilebilir? Çünkü bir şeyde intizam ve nizam varsa, bu bir ilmi, iradeyi ve kudreti gösterir.

Her Şeyi Değiştirenin Kendisi Değişmemelidir

Kâinatta devamlı şekilde bir faaliyet, bir değişim söz konusudur. İşte bunun için diyorlar ki; Bu faaliyeti, bu değişimi yapan zatın kendisinin de değişmesi bir halden başka bir hale geçmesi, aynı halde durmaması lazım gelir.

Yerdeki aynaların tegayyürü, yani değişmesi, gökteki güneşin değişmesini değil, bilakis, cilvelerinin ve akislerinin tazelendiğini gösterir. Demek, yerde güneşin ışığını aksettiren ne kadar ayna misali parlak şey varsa, cam parçaları, su zerreleri gibi, bunların değişmesi güneşin de değişeceğini göstermez. Aksine güneşin değişmediğini sabit ve daim olduğunu, fakat güneşe aynalık yapan güneşin varlığını gösteren aynaların tazelendiğini, değiştiğini gösterir.

İşte kâinattaki her varlık Allah’ın isim ve sıfatlarının tecelli ettiği, isimlerin sahibini gösteren bir aynadır. Mesela yaratılışlarından Halık ismi, nizamlı intizamlı oluşlarından Nazım, Munazzım isimleri, kendilerine mahsus aldıkları suretlerden Musavvir ismi, hayat sahiplerinde Hay ve Muhyi isimleri, hayattan terhis olup ölmelerinde Mümit ismi, rızka muhtaç olanların rızıklandırılmalarında Rezzak, Rahman, Kerim, Rahim isimleri, süslü ve güzel yaratılışlarında Müzeyyin, Cemil gibi isimleri tecelli etmekte kendilerini göstermektedir. Allah(c.c.) bir ayette şöyle buyurmaktadır.

Şüphe yok ki, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün değişmesinde akıl sahipleri için (Allah’ın varlığını, kudret ve azametini gösteren), büyük işaretler vardır.

İşte düşünen bir insan, ayette de belirtildiği gibi, her şeyden bir ders çıkarır. Kâinattaki her an değişen faaliyetten ve yukarda sayılan isimlere ayna olan varlıkların devamlı olarak tazelenmesinden, çıkaracağı ders; Bu güzel, mükemmel bir şekilde yaratılıp, fakat hiç durmadan değişen gelip geçen varlıklar perdesinin arkasında daimi, değişmez bir güzellik sahibi, iyilik sahibi, yaratıcı, sanatkâr, rızıklandırıcı, kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan ama bütün ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını karşılayan, varlığının başlangıcı ve sonu olmayan birisinin varlığının bilinmesidir.

Değişimin Hikmeti Nedir?

Burada akla bir soru daha gelebilir. Oda: Kâinattaki varlıkların devamlı değiştirilmesinin arkasında ne gibi hikmetler vardır? Birinci hikmeti, güzelliklerinin arttırılması, ikincisi lezzetlerin yenilenmesi, üçüncüsü yeni yeni sanat eserlerinin sergilenip, teşhir edilmesi için bir tazelendirmektir.

İnsan yaratılış itibariyle, her an değişiklik ister. Bir odadaki eşyaların değişmesini istemek, elbisesini değiştirmek gibi arzu ve istek insanın içinde vardır. İşte bir evi gibi olan dünyayı, Allah onun yaratılışına uygun olarak her an değiştirmekte ve böylece bir cihetten de kendi varlığını hissettirmekte ve nazarlara göstermektedir. Çünkü madem bir değişiklik var. O halde bu yeryüzü ve sema sayfalarını, gece ve gündüzü, yaz ve kışı, gençlik ve ihtiyarlığı değiştiren bir yaratıcı olacaktır.

Böylece bu manaları düşünen bir insan, her şeyin hikmetini anlamakla, dünyadan alacağı lezzetini, şevkini ve hayranlığını arttırır.

Dr. İdris Görmez

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version