Evliler günü yok, nişanlılar günü yok, fakat!

Evliler günü yok, nişanlılar günü yok; fakat sevgililer günü var. Her ne kadar evliler de sevgililer gününü kutluyorsa da boş yere kendilerini aldatmasınlar, gün sevgililerin günü; sevenlerin günü değil. Yani nikahsız birlikteliklerin günü. Evliliğin sorumluluğundan kaçan, fıtratındaki karşı cins arzusunu sorumluluk almadan, her an bırakabilme keyfiyeti ile yaşayanların günü. “Evlilik aşkı öldürür.” sloganının ardına sığınıp, sevdiğinin yanında olmayışını şiirsel anlatımla maskelemeye çalışanların günü. Zinaya niyet edenlerin günü. Evlilik yerine zinayı tercih edenlerin günü.

Peki bizim gibi Müslüman toplumların böyle günlere ihtiyacı var mıdır? Yoktur tabii ki; fakat galiba artık olacak. Neden? Batıyı bu kadar taklit ettiğimiz için günlerini de mecburen almamız gerekecek. “Daha modern olalım” diye batıdan aldığımız, evliliğin köküne kibrit suyu dökecek kanunlar olduğu sürece, daha çok ihtiyacımız olacak bu günlere. Gittikçe bu sorumsuzluk günü, zaruret gününe dönüşecek gibi. Neden mi?

Okurum Bilal bey batının bize sirayet etmeye başlayan durumunu çok iyi anlatmış:

“Amerika birleşik devletlerine staj yapmak için gitmiştim. Beraber çalıştığım 35-36 yaşlarında bir siyah arkadaşım, bir ara iki çocuğu olduğundan bahsetmişti. Sonra ben ona evliliklerle ilgili bir şey sorduğumda ‘ben evli değilim’ demişti. ‘Bana iki çocuğum var, demiştin boşandın mı?’ diye sorduğumda ‘hayır’ dedi. Sonra da ‘Biz birlikte yaşıyoruz, evlenmek burada zengin insanların işi’ dedi. İlk önceleri anlayamamıştım; ama beyaz boşanmış bir Amerikalının karısına nafaka ödememek için çalışmadığını, bunun içinde haftada iki kez iş bulma kurumuna gittiğini görünce anladım.

Sonuç olarak Amerika da zenginler evlenip düzenli bir hayat kurarken, fakirler birlikte yaşıyorlardı. Eskiden Türkiye’de fakirler evlenir, düzenli hayat kurarken, bazı zenginler böyle birliktelikler yaşarlardı.

Ama artık Türkiye’ de de ekonomiyle ahlak birbirine linklenmeye başladı. Bakın mesela evlenmek gibi meşru bir şey ne kadar zor artık ülkemizde. Güzel bir ev tutacaksınız, iyi bir işiniz, iyi bir arabanız, düğün ve balayı paranız olacak. Eşiniz sizden ayrılınca maddi manevi bitmeyi göze alacaksınız…Diye gidiyor. Fakat gayri meşru ilişkilerde nedense bunlar aranmıyor. Bir çay bahçesi, bir-iki güzel muhabbet yetiyor. Bir medeniyetin batmak üzere olduğunu tam buradan anlarsınız. Meşru olan gayrimeşrudan kat kat zorsa, o medeniyet çöküyordur.

Bilal beyin anlattığı gibi, bu evlenme ve boşanma işi batıdan gelen kanunlarla erkek açısından bu kadar külfet haline gelmeye başlayınca erkekler evlenmek istemeyecekler; kızlar istedikleri halde evlenemeyecekler.

Sevgililik ayaklarına zina yaygınlaşacak. Artık küçücük cocukların bile sevgilileri var. Sevgilisi olmayan gençler utanıyorlar, tercih edilmeyen kişi olduklarını düşünüp. Sevmeyi bilmeyenler, sevgili olmayı öğreniyorlar.

Magazin programları hangi ünlü, kaçıncı kez sevgili değiştiriyor, artık yetişemiyor. Gençler ekran başında evliliğin sadece bir imza olduğunu ve nikahsız birliktelikler yaşayanların daha mutlu olduklarını anlatanları saf saf dinliyorlar. “Evlilik zaten zorlaştı, madem böyle de iyiymiş, evlenmeye ne gerek var.” diye gençler evlilikten iyice soğuyorlar.

İşte bu durumda bize tek bir gün yetmez; sevgililer günü sayısını artırmak lâzım! Hükümetimizin yetkililerine buradan sesleniyorum! Ya boşanma ile ilgili kanunları düzeltin, evliliği kolaylaştırın, teşvik edecek çalışmalar yapın ya da sevgililer günü sayısını artırın, resmi bayram ilan edin! Belki daha modern görünürüz dışarıya karşı. İçeri mi ne olacak? Kimin umurunda?

Sema Maraşlı – Haber 7

Merhamet Delili (Ahirete İman)

“Hiç mümkün müdür ki, şu göz önündeki icraatının şahitliğiyle, sonsuz bir merhametin ve sonsuz bir şefkatin sahibi olan şu âlemin Rabbi, kendi merhametine ve şefkatine layık bir tarzda mükâfatta bulunmasın ve has kullarına lütufta bulunmasın! Bu lütuf, bu dünyada yok hükmündedir, demek ki başka yerde bir mükâfat yeri vardır ve olmalıdır. Ta ki o rahmet orada hakkıyla tecelli edebilsin.”

BİRİNCİ BASAMAK: ŞU ÂLEMDE GÖZÜKEN MERHAMETİN SAHİBİ KİMDİR?

Rahim: Yarattıklarına merhamet eden, acıyan ve şefkat gösteren manasındadır. Allah Rahim’dir; rahmetiyle bütün âlemleri kuşatmıştır.

Merhametiyle şu âlemi yoktan icat etmiş,

Her bir varlığa kendine mahsus bir elbise giydirmiş,

Her birini farklı şekillerde terbiye etmiş,

Vazifelerini öğretmiş,

Hayatını devam ettirebilmesi için lazım olan cihazlarla donatmış,

Maddi ve manevi bütün ihtiyaçlarını şefkatle karşılamıştır.

Şimdi o rahmet denizinden birkaç damlayı hep beraber görelim:

Büyük bir ateş görseniz, bir hortumdan çıkan su ile söndürülüyor. Lakin hortumu tutan eli görmeseniz, ateşi söndürmek fiilini hortumun kendisine verebilir misiniz? Elbette, hayır! Çünkü ateşi söndürmek için failinde hayat, ilim, kudret gibi sıfatların bulunması gerekir. Hayatı olmayan, ateşi bilmeyen, hortumu tutamayan ateşi söndüremez. Hepsinden önemlisi, söndürmek merhametin neticesidir; rahmeti olmayan bu fiile fail olamaz. Ve bütün insanlar bir araya gelse o ateşi bu hortumun kendisinin söndürdüğüne bizi inandıramaz.

Acaba yeryüzünün ateşini söndürmek, yaşamak ateşinin hararetini dindirmek için, hortum hükmündeki bulutlardan suyu damla damla kim indiriyor?

Elbette, cansız, şuursuz bulutlar bu merhameti ve şefkati hissettiren fiile fail olamaz. O hâlde bulut hortumunu tutan el kim? Kur’an bu sorumuza cevap versin:

“İnsanlar ümitlerini kestikten sonra yağmuru indiren ve rahmetini her tarafa yayan O’dur. Övülmeye layık olan gerçek dost O’dur.” (Şura, 42/28)

İşte yağan her bir damla Rahim isminin bir tecellisidir. Ve rahmetin başka tecellileri!

Zehirli bir böceğin karnında şifalı ve en tatlı bir balı bizim için pişirmek ve o böceğin eliyle bize ikram etmek, elbette o böceğin işi olamaz. Demek balı yapan böcek değil, Allah’ın rahmetidir.

Ve bahar mevsiminde cennet hurileri tarzında bütün ağaçlara en güzel elbiseleri giydirip çiçek ve meyvelerle süslendirip onların elleri hükmünde olan kuru dallarıyla lezzetleri farklı, renkleri farklı, kokuları farklı, şekilleri farklı meyvelerle bizi beslemek, elbette rahmetin bir tecellisidir. Yoksa o kuru ağaçlar bizi tanımaz ve bize merhamet etmez.

Ve elsiz bir böceğin eliyle ipek gibi yumuşak bir elbiseyi bize giydirmek, rahmetin neticesidir. Yoksa o elsiz böcek yemyeşil dut yaprağını yiyip bembeyaz bir ipeği bizim için çıkartamaz.

Ya inek, deve, koyun ve keçi gibi hayvanlara ne demeli! Onlara yemyeşil otu yedirip, kan ve fışkıları arasından bembeyaz, besleyici bir sütü çıkarmak ve o hayvanı bir süt fabrikası yapmak, elbette rahmetin işidir.

Ve o koca Güneş’i Dünyamıza soba ve lamba yapmak, Ay’ı kandil ve takvim yapıp yıldızlarla semanın yüzünü süslendirmek, elbette rahmetin bir tecellisidir.

Şimdi rahmetin insandaki cüzi bir tecellisine bakalım: Acaba gözümüz olmasaydı ne yapardık? Kapkaranlık bir âlem!

Ya kulaklarımız olmasaydı? Sessiz bir âlem!

Ya dilimiz olmasa ve ona tat alma duygusu verilmeseydi? Konuşmanın ve lezzetin olmadığı bir âlem!

Ya burnumuz olmasaydı? Kokunun olmadığı bir âlem!

Elbette, böyle bir âlemde yaşamak ne kadar zor olurdu. Acaba el, ayak, parmak gibi maddi; akıl, korku, şefkat ve muhabbet gibi manevi hediyeler olmasaydı ne yapardık? Demek her bir azanın takılışında rahmetin bir tecellisi görünüyor.

İnsanları böyle maddi ve manevi aza ve duygularla süsleyen Allah, hayvanlara da bu âlemden istifade edebilmeleri için lazım olan cihazları takmıştır.

Kuşa kanat takıp uçmayı, balığa yüzgeç verip yüzmeyi öğretmiş ve her canlıya rahmetiyle muamele edip hayatının devamı için gerekli olan vücudu ve azaları vermiş. İşte Allah’ın rahmeti her şeyi böyle kuşatmıştır.

Sözün özü: Şu dünyanın gidişatına dikkatle bakılsa görülür ki, en âciz, en zayıftan tut; ta en kuvvetliye kadar her canlıya muhtaç olduğu rızkı veriliyor. Hatta en zayıf ve en âcize en iyi rızık veriliyor; hiç biri unutulmuyor ve karıştırılmıyor. Her dertliye

ummadığı yerden bir derman yetiştiriliyor. Öyle ulvi bir keremle ziyafetler ve ikramlar olunuyor ki, sonsuz bir rahmet eli, içinde işlediği apaçık gözüküyor.

Şu kâinatta gözüken rahmet ve şefkat ile ilgili onlarca cilt kitap yazılabilir. Bizler, “Arife tarif gerekmez!” sırrınca meseleyi daha fazla uzatmayarak rahmetin diğer tecellilerini sizlerin tefekkür âlemine havale ediyor ve ikinci basamağa, “Rahmet ve şefkatin ahireti gerektirmesi”ne geçiyoruz.

İKİNCİ BASAMAK: RAHİM İSMİNİN AHİRETİ GEREKTİRMESİ

Sorumuz şu: Nihayetsiz bir merhamet ve hadsiz bir şefkat neyi ister ve neyi gerektirir?

Cevap: Nihayetsiz bir merhamet ve şefkat, kendine layık bir tarzda ihsan etmek ve merhamet etmek ister.

Hâlbuki bu fâni dünyaya ve bu kısa ömre, bu rahmet ve şefkatin, denizden bir damla gibi, milyonlarca parçasından ancak bir parçası yerleşir ve tecelli eder.

Demek bu dünya, o hadsiz merhamete zemin olabilecek bir yer değildir. İşte bu da ispat eder ki, o merhamete layık ve o şefkate yaraşır bir mutluluk yurdu olmalıdır ve vardır.

Bunu inkâr edebilmek için, gündüzü ışığıyla dolduran Güneşin vücudunu inkâr etmek gibi, göz ile görünen bu rahmetin varlığını da inkâr etmek gerekir. Çünkü eğer ahiret gelmezse şu göz önündeki rahmet ve şefkatin hiç bir manası kalmaz. Manası kalmadığı gibi zıddına dönüşür.

Mesela, akıl rahmetin bir hediyesidir. Ama eğer ahiret gelmeyecek olursa akıl hediye değil, insanın başına bir bela olur. Geçmişin hüzünlerini ve geleceğin korkularını hazır zamanda toplar ve sahibini âdeta bir yılan gibi sokar.

Yine insanın kalbindeki merhamet ve şefkat duygusu bir hediyedir. Ancak eğer ahiret gelmez ve ölüm son olursa, bu duygu da hediye olmaktan çıkar ve insanın başına bir bela olur. Her vakit sevdiklerini kaybeden ve onları hiçliğe gömen bir insanı, şefkat duygusunun nasıl yakacağını izah etmeye gerek var mıdır?

Bunlar gibi bütün nimetler, eğer ahiret gelmezse azaba ve alaya döner.

Demek, bu dünyada gözüken rahmet ve şefkatin, zıddına inkılâp etmemesi için ahiretin gelmesi gerekmektedir. Elbette bu rahmetin sahibi olan Zat-ı Zülcemal, rahmetini ve şefkatini zıtlarına inkılâp ettirmeyecek ve bir çiçeği yaratmak kadar kendisine kolay gelen cenneti yaratacaktır.

Ayrıca şimdi hayal edin:

Bir biçare yüksekçe bir dağdan yuvarlanmış ve tam uçuruma düşecek iken, dağın ortasındaki bir ağaca tutunmuş.

Şimdi, biz ona bir ip uzatsak ve onu yukarıya doğru çeksek ve tam kurtulacak iken birden ipi bırakarak onu uçuruma düşmeye mahkûm etsek; acaba ona o ana kadar yaptığımız şefkatli muamelenin bir önemi kalır mı? O şefkat, eğlence ve alaya dönmez mi? Hem, onu kurtarmaya bizi teşvik eden şefkat hissi, hiç ipi bırakmamıza müsaade eder mi? Elbette ki hayır!

İşte bu misal gibi, bizler de Allah Teâlâ’nın kudret ipine tutunarak yokluktan varlığa çıktık ve yokluk âlemlerine düşmekten kurtulduk. Evet, Allah Teâlâ bize bu vücudu verdi ve bizi bu âleme çıkardı. Bu âlemde de türlü türlü ihsanına bizleri mazhar etti. Eğer ahiret gelmez ve biz ölüm ile yokluğa gidersek bu, misaldeki ipin tekrar bırakılması hükmünde olmaz mı?

Elbette ki o ilahî merhamet bizleri, tekrar ipin bırakılması manasına gelen yokluk karanlıklarına göndermeyecektir. Zira yokluğa mahkûm edecek olsaydı, bizi yokluktan kurtararak bu dünyaya getirmez ve burada böyle şefkatle muamele etmezdi.

İşte ahiret gelmezse şefkat alaya döner. İdama mahkûm ettiğimiz bir insanın hücresine, her türlü yiyeceklerle dolu bir masa göndersek, bu ona iyilik ve ikram olur muydu? Elbette ki olmazdı!

Eğer ahiret gelmezse o mahkûmdan ne farkımız olur? Ve Allah Teâlâ şefkat ve merhametini inkâr ettirecek bu olaya hiç müsaade eder mi? Hâşâ ve kella!

Yine şu misalin dürbünüyle merhametin ahireti gerektirmesine bakalım:

Denizde boğulmakta olan birisini görsek, herhâlde biraz merhametimiz varsa ve yüzmeyi de biliyorsak hemen denize atlarız ve onu kurtarırız. Şimdi sorumuz şu: Acaba bu kişiyi binler zahmet ile kurtardıktan sonra, onu darağacında asar mıyız; ya da ateşe atıp yakar mıyız?

Elbette hayır! Zira merhametimiz buna müsaade etmez. Eğer etseydi, zaten onu denizden kurtarmaz ve oracıkta ölüme terk ederdik.

İşte onu denizden kurtarmamız bizdeki merhameti, bizdeki merhamet de onu asla darağacında asmayacağımızı ve ateşe atmayacağımızı ispat eder.

Aynen bunun gibi, Cenab-ı Hak da bizi yokluk denizinden kurtararak bu âleme getirdi. Ve bu âlemde bizi şefkatiyle bir çocuk gibi besledi. Acaba hiç mümkün müdür ki, bu rahmetin sahibi olan Allah Teâlâ insanı diriltmemek üzere öldürsün ve ona rahmetini inkâr ettirsin? Hâşâ ve kella!

Zira, eğer diriltmemek üzere bizleri öldürecek kadar merhametsiz olsaydı, zaten bizi yokluktan varlığa çıkarmaz ve bizi böyle nazlı bir bebek gibi beslemezdi.

Şimdi bu delili maddeler halinde toplayalım:

  • Bu âlemde nihayetsiz bir rahmet ve şefkat gözükmektedir. Bu rahmet ve şefkat, sinekten gezegenlere kadar her şeyi ve her yeri kuşatmıştır.
  • Fiiller failsiz olamayacağına göre, bu rahmet ve şefkatin de bir sahibi olmalıdır. Elbette kör kuvvet, şuursuz tabiat, varlığı olmayan ve sadece varsayımdan ibaret olan doğa kanunları ve cansız sebepler bu merhamete ve şefkate fail olamazlar. Bu fiillerin faili ancak ve ancak Rahim ve Kerim olan Cenab-ı Hak olabilir.
  • Madem Cenab-ı Hakk’ın nihayetsiz bir merhameti vardır, o hâlde ahiret de olmalıdır. Zira nihayetsiz merhamet, kendine layık bir tarzda ihsan etmek ve merhamet etmek ister. Hâlbuki bu fâni dünyaya bu merhamet sığmamakta ve bu rahmet bu âlemde hakkıyla tecelli edememektedir. Demek bu sonsuz rahmetin hakkıyla gözükebileceği baki diyarlar ve baki meskenler lazımdır. Bu baki diyarlar da ancak ahirette ve cennettedir.
  • Ahireti inkâr edebilmek için, ilk önce Rahim olan Allah Teâlâ’yı inkâr edebilmek gerekir. Allah’ı ve Allah’ın Rahim ismini inkâr edemeyen, ahireti de inkâr edemez. Zira ispat ettiğimiz gibi, rahmet ve şefkat ahiretin varlığını lüzumlu kılmaktadır.
  • Allah Teâlâ’yı inkâr edemeyen ahireti inkâr edemeyeceği gibi, gözümüz önündeki şu âlemde gözüken rahmet ve şefkati inkâr edemeyen de Allah’ı inkâr edemez. Zira isimler ve sıfatlar sahipsiz olamaz. Göz önündeki bu rahmet ve şefkat sıfatları, Rahim ve Kerim olan bir zatın varlığını ispat etmektedir. Şuursuz tabiat, kör kuvvet ve serseri tesadüf bu sıfatlara sahip olamayacağına göre, bu sıfatların sahibi Allah Teâlâ’dır ve başkası olamaz.
  • Madem ahireti inkâr etmek, Allah’ı inkâr etmekle mümkün ve madem Allah’ı inkâr etmek de göz önündeki şu merhameti ve şefkati inkâr etmekle mümkün ki, bu da inkâr edilemez. O hâlde diyebiliriz ki ahireti inkâr edebilmek için, göz önündeki şu merhameti inkâr edebilmek gerekir. Aklı başında olan hiç kimse ise bunu yapamaz.
  • Eğer ahiret gelmezse göz önündeki şu merhamet ve şefkat, zıtlarına, yani merhametsizliğe ve acımasızlığa dönüşür ve bütün bu rahmet ve şefkat eğlence ve alaya döner. Bu konununörneklerini daha önce verdiğimizden sözü uzatmıyor ve sadece şu noktaya dikkat çekerek bu delili tamamlıyoruz:

Böyle nihayetsiz bir rahmetin ve keremin sahibi olan bir Zat, elbette rahmetini merhametsizliğe ve şefkatini acımasızlığa dönüştürmeyecek ve bütün bu tecellilerini alaya ve eğlenceye çevirmeyecektir. Bunun da tek yolu ahireti getirmektir. Zaten ileride ispat edileceği gibi, ahireti getirmek ve cenneti yaratmak, O’nun kudretine bir çiçeği yaratmak kadar kolaydır.

Kaynak: ahireteiman.com

Kırkıncı Hocaefendinin sadeleştirme açıklaması

Ömer Özcan, Mehmet Kırkıncı Hocaefendi ile Risale-i Nurların sadeleştirilmesi konusunu görüştü

“Ağabeyler Anlatıyor” kitaplarının yazarı Ömer Özcan, Mehmet Kırkıncı Hocaefendi ile Risale-i Nurların sadeleştirilmesi konusunu görüştü. Özcan, görüşme notlarını Risale Haber okuyucuları ile paylaştı.

Hocam biliyorsunuz, Ufuk Yayınevi Risale-i Nur’dan Lem’alar kitabını sadeleştirme faaliyetinde bulundu; hemen bütün ağabeylerimiz bu hususta fikirlerini beyan ettiler. Siz nasıl bakıyorsunuz bu sadeleştirme işine?

Hiç iyi olmadı tabi.

Kırkıncı hocam ne diyor diye cemaat çok merak ediyor?

Eğer Nurlara bir el girerse bu iş ayrana döner yani o zaman. Üstad Hazretleri 28. Mektup’un 8. Meselesinde, “bu libaslar fıtrî olarak geliyor” diyor. Üstad kendisi diyor bunu. “Manaların lafızları, libasları fıtridir, benim bile bunları değiştirmeye salahiyetim yoktur” diyor Üstad. Bu da bitiriyor meseleyi yani.

Üstad benim selahiyetim yok dedikten sonra, kimin haddi var ki bu Risaleleri sadeleştirmeye cür’et ediyorlar. Risaleler sadeleştirilmeye bir başlandı mı o zaman ayrana döner…

Başka söze gerek yok diyorsunuz yani?

Yok!.. Üstad kendisi diyor canım. Allah Allah! Kimin haddi var buna. Öyle şey mi olur?

Bediüzzaman’ın eserlerinin içini değiştirip kendi kelimelerini, kendi ifadelerini koyup, sonra Üstad’ın adıyla satmak veya bedava dağıtmak sadakat düsturuna uyar mı?

Ne demek canım, ihlas, sadakat meselesi bu tabi…

Kur’an’ın hâsiyetlerine mazhar olmuş…

Evet, aynı öyle…

Hocam şu da çok soruluyor. Şerh ve izaha izin vermiş mi Üstad Hazretleri deniyor?

O mesele başka. O olur… İzah başka şey, Kur’an’ı da, Hadis-i Şerifleri de izah ediyor âlimler, üzerine kendi adlarını yazıyorlar. O mesele başka. Sadeleştirme tehlikeli…

Mektubat’tan ilgili yerde söyle diyor Üstad Hazretleri, “Kur’anın bir nevi tefsiri olan Sözler’deki hüner ve zarafet ve meziyet kimsenin değil; belki muntazam, güzel hakaik-i Kur’aniyenin mübarek kametlerine yakışacak mevzun, muntazam üslûb libasları, kimsenin ihtiyar ve şuuruyla biçilmez ve kesilmez; belki onların vücududur ki, öyle ister ve bir dest-i gaybîdir ki, o kamete göre keser, biçer, giydirir. Biz ise içinde bir tercüman, bir hizmetkârız.”

Evet, Risalelerdeki lafızlar insanın cildi gibidir. İnsanın derisini soyarsan onda hayat kalmaz.

Şerh ve izah yapanlar kendi adlarıyla bunları yayınlayabilirler değil mi?

Elbette, şerh ve izah başka şey.

Hocam bu röportajı “Risale Haber”de yayınlamak istiyorum. Müsaadeniz var mı?

Yayınlayabilirsin.

Kaynak: Risale Haber

İngiltere’de Ateistlerin Risale-i Nur’a Olan İlgisi (Hizmet Mektubu)

İngiltere’deki Nur hizmetleri, Türkiye’deki hizmetlerin küçük bir timsali nev’inden, yedisinden yetmişine hayat-ı içtimaiyenin her safhasında gün geçtikçe daha da genişleyerek ve kökleşerek dualarınız ve manevi himmetlerinizle devam ediyor.

HAFTANIN HER GÜNÜ RİSALE-İ NUR DERSİ VAR

Halihazırda İngiltere genelinde, beş’i Londra’da olmak üzere, yedi dershanemiz mevcut. Haftanın her günü Nur dersleri yapılmakla beraber her ayın ilk perşembesi dershane ehli kardeşler arasında her ay bir dershanede olacak şekilde hususi bir dersimiz de devam etmekte. Her dershanenin kendi hizmet bölgesindeki hizmetleri diğerleri ile paylaştığı ve Londra’nın umumuna müteallik mevzuların konuşulduğu bu ders, cemaat arasındaki uhuvvetin teminine hususi hizmet etmektedir Elhamdülillah. Yine hakeza salı günleri Leicester şehrinde yabancı kardeşlerin ağırlıklı olarak katıldığı İngilizce olarak yapılan dersimiz devam ediyor. Buna ek olarak pazar günü Croydon’da yapılan ders de Londra dışında devam eden diğer derslerden bir tanesi. Londra’dan kardeşler de müsait oldukça bu derslere iştirak etmeye gayret gösteriyorlar.

İSLAMİYETİ KEŞFETME GÜNÜ VE ATEİSTLERİN RİSALE-İ NUR İLGİSİ

Üniversite hizmetleri İngiltere hizmetinde bir nevi lokomotif vazifesi gören çok ayrı bir yere sahip. Buradaki vakıf ağabeylerimizin ve üniversite’ye giden kardeşlerin gayretleriyle her haftanın pazar günü üniversiteli gençlere ve yabancılara hitap edecek İngilizce bir ders konuldu. Kardeşlerin kendilerinin hazırlanıp yaptığı ve altı aydır fasılasız devam eden bu ders üniversite hizmetinin inkişafı noktasından çok semeredar oldu. Bu dersi takip ve deruhte eden kardeşler mabeyninde oluşturulan hizmet heyetleri müfritane bir irtibat ile ve iştirak-i emval ve teşrik-ul mesai düsturlarına riayet ederek faaliyetlerine devam ediyorlar. Neticesinde de Cenab-ı Hak bu gayretleri çok güzel hizmetlere vesile etti ve ediyor. Bir heyet Londra’daki üniversitelerde düzenlenen imani mevzularla ilgili konferansları takip ederken, diğer bir heyet bu konferansları diğer kardeşlere duyuruyor. Bir diğer heyet ise ilgili konferansların konuları üzerine kitapçıklar hazırlıyor. Daha sonra da bu konferanslara kardeşlerle birlikte katılınıyor ve konferans sonunda da hazırladığımız kitapçıklar katılımcılara dağıtılıyor. Şimdiye kadar tevhid üzerine ve kainattaki şer görünen şeylerin esasının hayır olması mevzusu üzerine kırkar sahifelik iki kitapçık ve Ramazan üzerine küçük bir broşür Risale-i Nur’daki muhtelif yerlerin toplanması suretiyle Türkiye’deki ağabeylerin de yardımları ile hazırlandı.

Yakın zamanda ‘İslamiyeti Keşfetme Günü’ adi altında düzenlenen bir faaliyete kardeşlerle birlikte iştirak ettik. Bize ayrılan masada Risale-i Nur’ların İngilizce tercümelerini ve yukarıda bahsi geçen kitapçıkları sergiledik. Çoğunluğu İslamiyeti merak eden gayr-i Müslim ve ateistlerden oluşan ziyaretçilerin Nurlara teveccühleri yalnız biz Nur Talebesi kardeşleri değil orada bulunan diğer Müslüman kardeşleri de şevke getirdi, onların da Risale-i Nur’a teveccühlerini arttırdı.

OKUMA PROGRAMLARI VE TALEBE HİZMETLERİ DEVAM EDİYOR

Yine üniversite hizmetleri bünyesinde bu Christmas tatili döneminde vakıf ağabeylerimizle birlikte Londra dışında bir mekânda yirmi kardeşle birlikte bir hafta süreyle okuma programı yaptık. Kardeşler arasındaki uhuvvet ve tesanüdün kuvvet bulmasına fevkalade hizmet eden bu programın daha sonra İngiltere genelinde hizmetlerin de inkişafına vesile olduğunu Cenab-ı Erhamurrahimine hamd-ü senalar ederek müşahede ettik. Baharda yapılacak benzeri bir programın hazırlıklarına şimdiden başlamış bulunuyoruz. Kış programına katılmak arzu eden ve Londra dışında yaşayan, evli genç esnaftan ağabeyler Londra içerisinde bir mekan ayarlayarak hanımlarını buraya toplamışlardı. Londra’daki ehli hizmet ablalarımızın da iştirakleriyle çok keyfiyetli bir okuma programının aynı dönemde hanımlar mabeyninde yapıldığını sonradan öğrendik. Yine aynı dönemde Londra’dan ayrılamayan esnaf ağabeyler üç-dört günlük bir okuma programını Londra’daki bir dershanede yaptılar.

Bunlara ilave olarak, bir süredir devam etmekte olan talebe hizmeti de semerelerini vermeye başladı Elhamdülillah. Geçen senelerde lise talebesi olarak ilgilenilen buranın vatandaşı kardeşler üniversite okumaya başladılar ve şimdi dershanelerde kalıyorlar. Talebe hizmetini bu kardeşlerimiz omuzlarına almış durumdalar ve ana dilleri olan İngilizce ile talebe hizmetini deruhte ediyorlar ve ufak kardeşlerinin imanlarını muhafaza etmek ve kuvvetlendirmek için uğraşıyorlar, bir taraftan da kendilerini Risale-i Nuru anlamak ve neşretmek noktalarından yetiştirmiş oluyorlar. Her hafta Cumartesi günü öğleden sonra dershane’ye gelen on’a yakin genç kardeş bir gece dershane kaldıktan sonra ertesi gün evlerine dağılıyorlar. Bu süre zarfında dershane ahvalini öğrenip Nur’lardan istifade ediyorlar.

“BEDİÜZZAMAN BENİM KAHRAMANIMDIR”

Yine başka bir dershanemizde uzun süredir Cumartesi günleri devam eden yabancılara matuf İngilizce dersimiz de İngiltere hizmetinin ayrı bir veçhesi. Geçenlerde katıldığımız bir konferansta tanıştığımız alim bir zat, ki kendisi konferansı düzenleyen heyetin azalarından birisiydi, Risale-i Nurları okuduğunu, çok istifade ettiğini, bu gün Türkiye İslami yaşantıyı hala muhafaza edebilmiş ise bunu Risale-i Nurlara borçlu olduğunu ve bu zamanda batılı zihniyete hitap edecek eserlerin yine bu eserler olacağını söylemesi üzerine bu ağabeyimizi yukarıda bahsettiğimiz İngilizce derse davet ettik. Ve kendisi de en kısa zamanda derse iştirak etmekten çok memnun olacağını bildirdi. Makam münasebeti ile hatırımıza geldi, geçenlerde katıldığımız başka bir konferansın sonunda da Müslümanlar namına konuşan zat ile tanıştık. Daha sonra hep beraber başka bir mekâna geçilip oturuldu. Konferansı düzenleyen üniversiteli genç Müslüman kardeşler de hep oradaydılar. Bu arada konuşmayı yapan zata Nur’lardan bahsettik ve bir kitap hediye ettik. Eseri gören zat `Ben Bediüzzamanı biliyorum. Bu zat benim kahramanımdır. Ben konferansta konuştuğum mevzular üzerine öğrendiğim çoğu hakikati bu zatın eserlerinden öğrendim. İnşallah gelecekte bu zat hak ettiği miktarınca buralarda daha iyi tanınacak` dedi. Bu sözler üzerine orada bulunan diğer gençlerin de Nur’lara merakı celb oldu. Elimizdeki eserler dağıtmaya kafi gelmeyince internetten eserlere ulaşabilecekleri adresleri verdik ve iletişim bilgilerini aldik.

Bu ve bunun gibi hizmetler Cenab-ı Hakkın tevfikiyle ve sizlerin duaları ve teveccühleriyle devam ediyor. Ve çoğu şer komitesinin şahs-ı manevisinin merkezi hükmünde olan bu memlekette Alem-i İslam aleyhinde kurulan planların akim kalmasında Sedd-i Zülkarneyn nevinden manevi bir sed vazifesi görüyor kanaatindeyiz.

Dualarınıza çok muhtaç

İngiltere Nur Talebeleri

www.NurNet.Org

Uzaktan Kumandaya Yakından Kumanda Etmenin 15 Yolu

Bu ülkede çocukların en çok nerede, ne tarafından kötüye kullanıldığı sorusu sorulsa, kimsenin tahmin edemeyeceği bir cevap çıkar ortaya: Televizyon. Evet, televizyon.

Çocuklar, en çok karşısında durdukları, sesini, rengini hayatlarının ilk yıllarından itibaren yanlarında hissettikleri televizyon görüntüleri sayesinde suistimale uğruyorlar. Bu suistimalin de en çarpıcı yanı, çocukların kendi evlerinde, kendi ana-babalarının gözü önünde, hatta bizzat onlar tarafından icra ediliyor olmasıdır.

Çarpıcı bir gerçek: Sekiz yaşın altındaki çocuklar gerçek ile kurguyu birbirinden ayıramıyorlar! Ve her gün televizyon karşısında kendilerince “gerçek şiddet”i, “gerçek cinselliği” seyrediyorlar ve öğreniyorlar. Şüphesiz bu korkunç cümleler televizyonun hepten kötü olduğu, kökünün kazınması gerektiği gibi bir sonuca gitmeyecek.

Sorunumuz ölçüsüzlük! Çözümümüz de ölçü! Buyurun ölçüsüzce tükettiğimiz ve acımasızca tükendiğimiz TV karşısında, hiç olmazsa çocuklarımız adına, neler yapabileceğimize birlikte karar verelim.

İlk tavsiyemiz yasaklamak değil elbette!

Böyle bir tavsiye geçerli olsaydı, sorunu hemen çözmüş olurduk ve diğer tavsiyelere gerek kalmazdı. Öncelikle televizyon konusunda, çocuğu doğrudan karşınıza almayın. “Bir yasak meyve” sendromu oluşturmayın. Televizyonun çocuğun dünyasında çok cezbedici bir eğlence olduğu gerçeğini görün ve kabul edin. Özellikle yasaklamanız bu cazibeyi daha da artıracaktır, unutmayın.

Kendinize bir bakın.. Televizyon sizin dünyanızda nerede?

Tahmin edeceğim gibi, televizyon evinizin en çok kullandığınız, aile bireyleri olarak en sık bir arada olduğunuz odada olmalı. Eğer bu tahminim doğruysa, televizyonun odanın içindeki konumunu da tahmin edebilirim: odanın en merkezi yerinde! Bütün koltukların yüzünün döndüğü yönde! Sizin için bu kadar önemli ve merkezi bir konumda olan televizyonu çocuğunuzun bir kenara atmasını nasıl bekleyebilirsiniz? Unutmayın ki, çocuğunuz televizyonun içindekileri olduğu kadar, hatta daha da fazlası, sizin televizyona dışarıdan atfettiğiniz önemi de algılar.

Evin en merkezi odasının en hakim konumundaki televizyonun çocuğunuza söylediği şey şudur: Televizyon vazgeçilmezdir! O halde televizyonu hayatınızın kenarına bir yere çekmeye ne dersiniz.

Siz televizyonu merkezi konumundan edebilirseniz, şimdi çocuğunuza televizyonu seyretme konusunda bir ölçü teklif edebilir konuma gelmişsiniz demektir.

Çocuğunuza bir “televizyon bütçesi” önerin; bir günde kaç saat, bir haftada kaç gün televizyon seyredebileceği konusunda ortak bir anlaşma yapın, tabii seyrettiklerinin içeriğini onaylamak kaydıyla. Günde bir ya da iki saat televizyon seyretmesi çocuğunuz için uygun olabilir; ancak siz bunu aklınızda tutarak esnek olmaya çalışın!

Televizyonu kapatmayı öğretin.

Televizyonu neden kapattığınızı ve neden her programı seyretmediğinizi ve seyretmesini istemediğinizi açıklayın. Gerekirse tartışın. Çocukları baştan kendi yanınıza alın. Bu konuda belirleyici ve zorlayıcı olmak yerine, liderlik rolünü üstlenin.

Çocuğunuz yatak odasına televizyon koymayın, koymuşsanız da alın.

Böylesi “özel seyretme alanları” televizyon ya da video oyunu seyretme ihtimalini iki kat artırır. Televizyonu ev için gizli olarak seyredilebilecek bir yerde değil, ancak ortak seyredilebilecek bir yerde tutun ama merkezî konumda tutmadan.

Çocuklara ödül olarak ya da ayrıcalık olarak TV seyretmeyi vaadetmeyin.

Daha ilginç ödüller bulabilirsiniz. En iyi ödül, ona yakınlık göstermenizdir ya da onunla birlikte geçirebileceğiniz bir meşguliyet önermenizdir.

Çocuklarınıza TV seyretme zamanı kazandıracak fırsatlar da tanıyabilirsiniz. Kendilerinin bir seçimde bulunmalarını sağlayarak, ödevini erken -ve doğru!- bitirmesi halinde artan vaktini TV’ye ayırabileceğini söyleyebilirsiniz. Böylece kendisine bir seçim imkanı sağlamış olursunuz; yasaklamayı hissettirmemiş olursunuz.

TV seyretmekten vazgeçtiği zaman ya da TV seyretmek yerine daha yapıcı bir işe yöneldiği zaman, onlara iltifatta bulunun. Çocuğunuzu televizyondan uzaklaştırmanın yolu, her zaman yapılageldiği gibi, televizyon seyrederken otoriter uyarılarda bulunmak değil, televizyon seyretmediği zamanlar iltifatlarda bulunarak ödüllendirmektir.

“Televizyonu kapatıp ödevine başlaman beni çok mutlu etti!” gibi bir cümle, “Ödevini yapmadığın halde niye televizyon seyrediyorsun!” gibi cümlelerden daha etkileyici ve yapıcıdır.

Daha iyi bir rol modeli olun.

Anne-baba olarak televizyon seyretmek yerine, okumak, bir hobi ile uğraşmak veya kendi aranızda sohbet etmek gibi aktiviteler yapın.

Çocuğunuzla birlikte televizyon seyredin.

Bu sayede neyi seyredeceklerine karar verirsiniz. Ayrıca, reklamlar gibi çocuğu tüketime yöneltici yayınların içeriğini de beraberce tartışabilirsiniz. Onların şiddet ya da cinsellik gibi yayınların etkilerine doğrudan maruz kalmasını beklemek yerine, önceden hareket ederek, meselâ bir tabancayla vurulmanın ne demek olduğunu, vurulan insanın ailesinin neler hissedebileceğini, öpüşme gibi sahnelerin neyi ima ettiğini anlatabilirsiniz. Onları ölçülü olarak olan bitenle yüzleştirebilir ve böylece bir tür bağışıklık sağlayabilirsiniz.

Televizyon duvar kâğıdı değildir.

Televizyonun sürekli açık olduğu evler hiç de az değildir. Televizyonun kapatılabileceğini, sürekli olarak açık kalması gerekmediğini böylece öğretebilirsiniz. Ekrandaki bir şeyin sürekliliği sizin ve çocuğunuzun onu sürekli seyretmesini gerektirmez. Bırakın dizilerin arkası gelmeyiversin! Can sıkıcı ve seviyesiz tartışmacıları tek bir parmak hareketi ile susturmanın, evinizden kovmanın keyfini sürün. Bunu çocuğunuza da öğretin! Unutmayın, habire bakıp durduğunuz cam yüzey hiç de masum değildir, çocuklarınıza sürekli bir şeyler telkin eder, öğretir!

Eğitim programlarını tercih dedin.

Televizyonların “prime-time” dedikleri saatler eğlenceye ayrılmıştır. Neden illa prime-time’da televizyon seyredesiniz ki! Kendinize ve çocuğunuza özel seyir saatleri oluşturun, hem daha az reklam seyretmiş olursunuz, hem de kimsenin prime-time’a koyma cesareti göstermediği kaliteli ve yapıcı programları seyredin. Videonuz varsa kaydedin; kendi prime-time’ınızı oluşturun, sonra seyredin.

Çocuklarınızı komşu çocukları ile okul arkadaşları ya da arkadaşlarınızın çocukları ile sık sık bir araya getirin.

Komşuluğun yozlaştığı, dostluğun köreldiği bir zamanda onlara komşuluk, dostluk ve arkadaşlık adına güzel şeyler yapabileceklerini, yaptıklarını beğendiklerini onlara hissettirin. Televizyon dışında gözle görülür, elle dokunulur başka eğlence türlerinin olduğunu da hatırlatın onlara ve kendinize!

Çocuğunuzun TV programcısı siz olun.

Onunla çok sevdiği bir programın benzerini yapmaya çalışın. Sunuculuk yapın ya da çocuğunuzun sunucu olmasına izin verin.
Evdekilerden kendinize seyirci bulun. Bunun belki daha sahici, belki daha başarılı ve kesinlikle reklamsız program olduğunu görebilir ve sevebilirler. Bunu yaparken TV’ye rakip olmaya kalkmayın, alternatif olmayı deneyin.

Televizyonu bir “çocuk bakıcısı” gibi kullanmayın.

Yapabileceğiniz en kötü şey budur! Ayak altından uzak olsun, sesi çıkmasın, ağlamasın diye çocuğunuzu televizyonun karşısına koymayın. Çocuğunuzun televizyon seyretme davranışının da sorumlusu sizsiniz! Bununla birlikte, zaman zaman bazı rutin meşguliyetlerinizi çocuğun televizyon seyretme saatlerine denk getirebilirsiniz.

Senai Demirci

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version